Kaf Dağında Demir Boru 5. Bölüm - İki Oda Bir Tanrı

Birinci Bölüm: Kafdağında Demir Boru
İkinci Bölüm: Kaf Dağında Demir Boru 2. Bölüm
Üçüncü Bölüm: Kaf Dağında Demir Boru 3. Bölüm - Evrensel Barış Yumruğu
Dördüncü Bölüm: Kaf Dağında Demir Boru 4. Bölüm - İşler Yolunda Değilse İşler Yolunda Değildir

Günler geçiyor… iyi mi yoksa kötü mü tartışmıyorum. Takvimdeki sayının bazen 30 bazen de 31 sayılarına kadar değişip durmasından bahsediyorum. Sonra başa sarıyor yeniden. Bir daha görüyorum aynı sayıları. Rakamların arasında gizli anlamlar arıyorum. Bazı günlerin diğerlerinden farklı bir anlamı olup olmadığına bakıyorum. Hala vücudumun kendini onaramayan yerleri var. İnsanlar pahalı canlılar. Yemesiydi, içmesiydi, uyumasıydı hep bir masraf. Kendinden bir harcama. Zamanından çektiği bir kredi. Üst üste ekleyip toplam ömürden çıkarınca can sıkıcı bir sayı. Ölenin ardından anlamsız cümleleri hep bir ağızdan tekrar etmek yerine oturup bunları konuşmalı. Bu adam bilmem kaç saatini uyuyarak geçirdi. Şu kadar saat yemek yedi. Bu kadar saat sıçtı. Bunun yüzde bilmem kaçı geri dönüştürüldü. Elektrik üretildi. Geriye kalanıyla toprağa can verildi. Şu kadar saat ağladı. X litre sperm akıttı. Hepsini kanalizasyona döktü. Doğacak çocuk sayısı ihtimaline bakınca orta doğunun yarısı kadar insan katletti.

İstatistikleri seviyorum. Bana gerçekleri anlatıyor. Her şeyi buna göre ayarlarsam kendime harika bir hayat kurabilirim gibime geliyor. Bir ara denedim ancak tutmadı. Benim tutarsız ruh halimin kapasitesinin üzerinde bir performans gerektiren başarısız bir deney oldu.

Godiva eve gidip geliyor. Bir sabah uyandığımda kahvaltıyı hazırlamış oluyor. Bir gün uyanıyorum ve duştan çıkmış mutfaktaki masanın kenarında saçını kuruluyor. Bir gün gözümü açıyorum ki çoktan gitmiş. Kahvaltı masanın üzerinde hazır duruyor. Kahvenin ılık oluşu kafamda evi ne zaman terk ettiğine dair tahminlere sebep oluyor. Sırf onun geride bıraktığı izleri takip etmek için mi kahvenin sıcaklığını kontrol ediyorum? Ne için gerekli bu bilgi? Godiva’yı hayatımın neresinde saklıyorum?
Kahveyi ısıtıp bir sigara yakıyorum. Üzerinde ruj lekeleri bırakarak kaybolmuş sigaraları inceliyorum. Hepsi savaş meydanında parçalanıp gitmiş askerler gibi yamuk yumuk duruyor küllüğün içinde. Hiç birinin adı yok. Çöp haline dönmüşler. Bonjovi kucağıma zıplayıp bir süre gezindikten sonra kıvrılıyor. Yaklaşıp kokluyorum. Godiva’nın parfümü sinmiş üzerine. Biraz seviyorum boynunu. Kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor. Avcumun içinde kayboluyor kafası. Bir sıksam paramparça edebilirim ufak kemiklerini. Yüzünü elime sürtüyor. Hoşuna gidiyor dokunuşlarım. Masadan ufak bir parça peyniri avcumun içine alıp koklatıyorum. Birkaç kez yaladıktan sonra yiyiveriyor.

Uzun zamandır yaşamamış gibiyim. Bir köşede aylarca unutulmuş, hatırlanmamış bir roman karakteri olduğumu düşünüyorum. Söylemek istediklerim bastırılmış, kapana kısılmış gibi. Huzursuz ediyor bu durum. Özgürlüğümün elimden alındığı hissine kapılıyorum. Ben yaşamazken ne çok şey değişmiştir. Bir savaş oldu mu ya da insanlığın başına yeni bir şey geldi mi? Büyük bir felaket insanlara ölümü hatırlattı mı? Evrendeki başka canlılarla iletişim kuruldu mu? Kurulduysa nasıl söze başlandı?
Telefonumu alıp haberlere bakıyorum. Normalde hiç huyum değildir haberlere bakmak. Ömrü birkaç gün olan hiçbir şeyin önemi yok. Daha önce hiç olmamış gibi her cinayetin, mutluluğun ya da her neyse onun takip edilmeye gerek olduğunu sanmıyorum. Şu anda haberlere bakmamın nedeni tamamen hayatın içine tekrar dahil olmak istemem. Ben yaşamazken neler olduğunu merak etmem.
Birkaç sayfa gezindikten sonra çıkıyorum. Hepsi aynı sıkıcı olaylar. Politik çıkmazlar, ekonomik dalgalanmalar, sosyal kaoslar… yorumlar, yorumlar, yorumlar… insanın kendini dünyanın merkezinde gördüğü yeni dönemin basit bir sembolü. Herkesin çok önemli olduğu, kendi saptamalarını ve saplantılarını haklı çıkardığı, yarattığı evrende düşmanlar edindiği bir simülasyon. Güzel diyorum kendi kendime. Eğlenin bakalım.

Dalıp gittiğimin farkında değilim. Telefonun hafif titremesiyle tekrar dönüyorum hayata. Kahvenin soğumuş, sigaranın bitmiş olduğunu görüyorum. Balkona çıkıyorum. Güneş son damlalarını döküyor yeryüzüne. İnsanların yüksekten karınca gibi görünmesi komik duruyor. Tepeden görüyorum hepsini. Tanrıları gibi bakıyorum hepsine. Sırf öyle istediğim için birkaçını cezalandırmak istiyorum. Aniden en sevdikleri kişileri anlamsız bir nedenle öldürüp ne yapacaklarını izlemek istiyorum. Zorla yürüyen yaşlı bir adamın oğlunu öldürüp geriye kalan hayatında nasıl rezillikler çekeceğini hızlandırılmış bir kayıtla görmek istiyorum.

Acı durumlar hızla izlenildiği zaman keyif veriyor. Uzun uzun acı çekmeler bir yerden sonra sıkıyor insanı. Çok sıkılırsam bunak herifi de bir yerde öldürürüm. Öteki tarafa da göndermem. Tanrı değil miyim? İstediğimi yaparım. Bir süre sonra tekrar diriltirim bile. Tam huzura kavuştuğu esnada çalıştırırım yeniden kalbini, beynini. Öyle de bırakırım. Sadece kalbi ve beyni çalışırken hayatını nasıl devam ettirecek izlerim. Eminim ki bana daha da bağlanacaktır. Daha çok sevecektir tanrısını. Her gün dualar edecektir onu iyileştirmem için. Ancak yapmayacağım. Öyle bırakacağım onu. Bir süre sonra kendince daha da büyük bir anlam bulup haline şükredecek. En azından yaşıyorum diyecek.
İnsanların güce olan saygısına hep hayran kalmışımdır. Ancak bu iyi anlamda bir hayranlık değil. Daha çok bir şaşkınlık gibi. En büyük alkışları en çok rezillik çeken tutuyor. Politik liderlerin kustuğu yalanları büyük meydanlarda dinleyenlere bakın. Hepsi ölümüne seviyorlar onları sokak köpekleri gibi gören insanları. Önlerine atılan kemik parçasını gözleri yaşlı kabul ediyorlar.
Asla yapamadım bunu. Daha çocuk yıllarımda otorite olan her kim varsa nefret ettim. Onlara karşı çıkacak gücü göremedim kendimde ancak onları kabul de edemedim. En az onlar kadar insan olduğumu asla unutamadım. Şimdi düşününce o zamanlar düşmanlarımın ne kadar zayıf olduğunu görüyorum. Evet otoriteler benim düşmanımdır. Önünde saygıyla eğilmem istenen her düşünce, kişi ve kurum benim düşmanımdır. İnsanların alkış tuttuğu yerde ben yuhalarım. Budur beni ben yapan. Öyle kahraman da değilim. Sadece kısacık bulunacağım bir döngünün içinde yok olup gitmek korkusundan dolayı geliştirdiğim bir savunma mekanizması bu.

Rastgele fırlatıldığım dünyanın sırf bir köşesinde kendime yer bulmak için kimseye boyun eğecek değilim. Herkes gibi sıraya dahil olup yaşamın ince ve ayrıntılı zevkleri arasında mı kaybolayım? Kimsenin egosuna dildo olamam.

Bu nedenle tanrı oldum. Yaratmak ve yok etmek güçlerini kendi bünyemde tek bir kalıba sokmayı başardım.

Kilidin dişleri arasında kendine yer bulan anahtarın çevrilmesiyle kapı açılıyor. Elinde iki poşetle Godiva içeri giriyor. Kapı daha açılmadan kenarda kilidi gözleyen Bonjovi, Godiva’nın bacakları arasında dolanarak selamlıyor onu. Tereddütsüz içeri giriyor Godiva. Yıllardır her gün adım attığı ev burası gibi rahatça poşetleri kenara koyuyor. Çantasını askıya bırakıyor ve tekrar kahve hazırlamaya başlıyor ağzındaki sigaranın sonuyla bir yenisini yakarken. Bir ara bana bakıp gülümsüyor. Bir anne gibi gülümsüyor bana. Sorumluluk duygusuyla karışık bir gülümseme. Sorumluluk duygusuyla nasıl gülümsenir tarif etmek güç ancak hissediyorum onu içimde bir yerde. Bu gülümseyişte bir zorlanma, şikayetlenme de yok.