KR Kitap Kulübü #13 Yukio Mişima - Bir Maskenin İtirafları

KR Kitap Kulübü’nde sıra 13. etkinlikte. Bu sefer konuğumuz “Bir Maskenin İtirafları” kitabıyla Yukio Mişima!

Her zamanki gibi bu başlıkta tartışma başlangıç tarihinden (25.01.2020) itibaren kitabın üzerine konuşacağız.

Can Yayınları’ndan Zeyyat Selimoğlu çevirisiyle çıkan eserin tanıtım bülteni şu şekilde:

Yukio Mişima, yalnızca Japon edebiyatının değil, dünya edebiyatının da en önemli, üzerinde en çok tartışılmış yazarlarından biri. Her yapıtıyla Japon ruhunu, bir yandan ürkütücü acımasızlığı, öte yandan sonsuz kırılganlığıyla dile getirmiş, müthiş gözlem gücüyle, derin, evrensel bir eser yaratmıştır. Bir Maskenin İtirafları, bu “uçurum yazar”ın en ünlü romanlarından, otobiyografik özellikler taşıyan bir kült metin. Mişima, bir ergenin kendi bedeni üzerinden giriştiği yaşam ve ölümle hesaplaşma sürecini, insan zihninin en uçlardaki serüvenlerinden birine dönüştürüyor. Ölüm, kan ve intihar saplantısı, modern yaşamın reddi, eşcinsellik gibi temalar üzerinde yoğunlaşıyor, her satırıyla ürpertici bir yolculuğa çıkarıyor okurunu.

Ayrıca forumda @fortknoxt’un yazar için açtığı başlığa uğramayı da unutmayın: Yukio Mişima Kitaplığı

Önemli Not: Kitap tartışmasının başlangıç tarihi (25.01.2020).


Son olarak Kayıp Rıhtım Kitap Kulübü’nün ana başlığına hepinizi bekleriz. Gelişmeleri buradan takip edebilirsiniz.

Tüm etkinliklere göz atmak için Kitap Kulübü kategorisine bakabilirsiniz. Aynı zamanda etkinlikleri Goodreads’ten takip etmek için KR Kitap Kulübü’nün grubunu ve Kayıp Rıhtım’ın ana hesabını takip etmeyi unutmayın.

Keyifli okumalar ve sohbetler hepimize.

8 Beğeni

2020 başladığından beri aldığım iki güzel haber de bu kulübe ait. Önce Mişima etkinliği yapacak olmamız ve sonra bu kitabın seçilmesi beni inanılmaz mutlu etti.

Şu ara kitap okuyamıyordum, bir şekilde kafamı veremiyorum. Ama Bir Maskenin itirafları ile 2020’nin okuma açılışını güzel yapmış olacağım :slight_smile:

1 Beğeni

Çok sevindirici. :slight_smile: Gerçekten Mişima kulübün amaçlarıyla da çok uyumlu bir etkinlik olacak. Umarım katılımı bol olur ve keyifli geçer.

Ben öyle dönemlerde çizgi roman veya kolay ve sürükleyici okunan kitapları tercih ediyorum. Ama tabii ki sıra geldi Mişima’ya. Kronolojik açıdan ilk kitabını seçmemiz de güzel oldu. Bu vesileyle yazarı sevenler yolculuğuna devam eder.

1 Beğeni

Zaman zaman otobiyografi okusam da sanırım izlemek benim daha tercih ettiğim bir yöntem çünkü otobiyografiler bir noktada çok sıkıcı bir hal alabiliyor benim için. Yazarı hiç tanımadığım ve tarzına dair en ufak bir fikrim olmadığı için kafamda da oluşan hiçbir şey yoktu. Biraz okuduktan sonra sevgili @Firtinakiran’ın yazarın hayatına bir bakın notunu hatırlayınca kitabı bir kenara bırakıp hayatıyla ilgili bulabildiğim detayları okudum. Bu noktadan sonra kitap biraz anlam kazandı. İlk başta bir hikaye olarak yaklaştığım ve içimin şiştiği durumları artık otobiyografi olarak ele alınca daha iyi kavradım.

Kitap varoluşundan beri eşcinsel hislere sahip olan yazarın kendini çözümlemeye ve anlamaya çalışmasını anlatıyor. Bir eşcinseli anlamak olarak yaklaşılmalı diye düşünüyorum. Bu konuda ön yargısı olan kişiler muhtemelen kitabı pek beğenmeyeceklerdir. Öncelikle yazarı böyle şeyleri söyleyebildiği için tebrik etmek gerekir. Bir insanın kendisini kabul etmesi ve bunları dürüstçe yazabilmesi gerçekten çok büyük bir şey. Kolay kolay yapılabilecek bir şey değil. Öyle yerler var ki insan irkilmeden edemiyor. Bunları anlatmak kolay bir şey değil gerçekten. İlk önce bunları yazdıktan sonra kendisini öldürdüğünü filan düşündüm ama öyle değilmiş. Bu kitabıyla epey ün sahibi olmuş.

Diğer yandan yaşadığı bu durum çağın yenilenmesini ve insanlar tarafından kabul görmesi veya anlaşılması ya da saygı duyulmasını gerektiren bir şey olmasına rağmen kadınlar hakkındaki tutucu fikirlerini ben zamanında kendisinin yaşadığı baskılar yüzünden oluştuğunu düşünüyorum. Bir çeşit etki-tepki durumu olarak bakıyorum veya öyle yorumladım.

Bütün bunlar bir yana anlatım gerçekten çok sıkıcıydı. Zaman zaman konudan konuya geçmesi, yaptığı detaylı betimlemeler konudan bağımsız gibi duruyordu. Sürekli “Ne zaman bitecek?” diyerek sayfa sayarak okudum. Bu da çok sıkıldığımın bir kanıtı. Anlatım dili olarak akıcı bulamadım ya da kullandığı tarz bana pek hitap etmedi diyebiliriz. Ölüme veya öldürmeye olan takıntısını da anlayabiliyorum sanırım ama bu konuya pek girmeyeceğim. Benim tek rahatsız olduğum ve sıkan yönü diliydi. Ciddi ciddi bunaldım ve bittiğinde üstümden koca bir yük kalktı. Boğuldukça boğuldum ve kitabın sonunda kendisini ifade edebileceği birisi çıksın diye bekledim ama bir türlü olmadı, bu da bütün sıkılganlığıma tuz biber ekti.

Bir otobiyografiyi yazarın diğer eserleriyle bir tutmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Gözüme takılan bir dörtlemesi var. Şu an her sitede satışı yok ama o dörtlemeyi de okumayı düşünüyorum. En azından yazarın kendisini artık çok iyi tanıdığım için yazdığı eserlerde neyleri gerçekçi olarak ele almış daha net kavrayabilirim. Eğer yine bana sıkıcı gelen bir anlatımı olduğunu düşünürsem kendisiyle aynı frekansta olmadığımızı düşünerek okumamayı seçeceğim.

Uzun zaman sonra ilk defa bir kitabı yarıda bırakmayı düşündüm. En son 2015 yılında bir kitabı yarım bırakmıştım. Kitap Kulübü olmasaydı muhtemelen yarım bırakırdım.

5 Beğeni

Hiç bilmediğim bir yazarı daha heybeme kitap kulübü ile eklemiş bulunmaktayım, en azından 1-2 kitabını daha okuyacağım yazarın, anlatımını ve duyguları okura geçirme becerisini sevdim. Otobiyografi olduğundan olsa gerek kitap kopuk kopuktu. bir sayfasında savaştan bahsederken, bir sonraki sayfasında bambaşka konulara geçiyordu. Aslında kitap boyunca yazarın ölüm konusunu daha fazla irdelemesini bekledim ama her zaman eşcinsellik daha ön plandaydı. Bu benim kitaba olan motivasyonumu düşüren faktörlerden biriydi.

Kitap boyunca ‘sevgi’ asla hissedemediğim bir duyguydu, ne Omi’ye karşı, ne Sonoko’ya karşı ne de ailesine karşı, ne vatanına karşı… Yazarın kendisini sevmediği de ortadaydı bana kalırsa, en azından benim kitap boyunca hissettiğim buydu. Sevgi yoktu ama özlem o kadar güzel anlatılmıştı ki belki de karaktere en yakın hissettiğim zamanlar bu zamanlardı. O özlemi hissettiğim, karakter özlediklerini elde edebilsin diye hissettiğim anlardı. Yazar öyle bir anlatmıştı ki kendi eşcinselliğini bende anlayış gibi duygular uyandırmadı, aksine acıma baskındı.

İntiharın tanımlarından biri saldırganlığın kişinin kendine yönlendirmesidir. Kitabı okurken bu tanımı düşünüp durdum, Koçan’ın o kana, ölüme olan tutkusu ve durup durup ölmek istediğini dile getirmesi ya da çevresindeki insanların öldüğünü düşünmesi… İlk kitabında bunlara duyduğu özlemi anlatması ama bir türlü bunu yapamaması bende son kitabına yönelik bir merak uyandırdı. Kitap boyunca ölmesini bekledim ama olmadı. Çocukluğundan beri özlem duyduğu ölüme bile kavuşamadı karakterimiz.

Çocukluğu bambaşka bir konuydu, anne-babası bir alem, büyükannesi ayrı bir alem arada kalan zavallı bir çocuk… Bir yerde dedi ya Koçan, babam geç olsa da onlarla yaşamamın daha iyi olduğunu karar kıldı diye, orada çok üzüldüm işte. Kaç anne-baba kaç çocuğun hayatını böyle mahvediyor acaba diye… Birde anneannesinin odasını ve ölüm kokusunu anlatırken bir dejavu yaşadım, kesinlikle bir yerlerde aynı satırları okumuş ya da duymuş gibi, eğer böyle bir sahne bilen varsa ve bana söylerse çok makbule geçer, çünkü o sayfaları okuduğumdan beri düşünüyorum.

6 Beğeni

Merhaba. Kitabı beğenip beğenmediğim konusunda net bir fikrim yok. Anlatım biçimi birincil tekil kişi, tercih ettiğim bir anlatım biçimi değil. Bir kişinin düşünsel dünyasıyla yetinemiyorum. Bu da yetmiyormuş gibi sürekli ölüm konusunun işlenmesi daha bir karartıcı hal aldı. Bunlar dışında bir dünya savaşını bu kadar umursamaz tarzda anlatması bilemiyorum hele hele atom bombalarına bile değinmemesi beni çok rahatsız etti. Tabi bunlar yazarın bir tarzı olarak nitelenebilir.
Kitabı akıcı bulduğumu söyleyebilirim. Bir varoluş kitabı olması bakımından kendisini okutuyor. Afili cümlelerin olması keyifli okumalar sağlıyor. Japon halkının 1940 lardaki yaşayışı hakkında az çok bir bilgi sahibi oluyorsun.

1 Beğeni

Aslında bende ilk olarak böyle düşündüm, ama sonra kitap ilerledikçe bunun olağan olduğunu düşünmeye başladım. Gerçekten savaş olunca insan böyle umursamamaya başlıyor sonuçta. İşe gidip geliyorsun, evleniyorsun, çocuk yapıyorsun… Hayat akıyor, garip ama gerçek. Ve bu daha da gerçekçi kıldı kitabı benim için. :thinking:

3 Beğeni

Olabilir ama 2. Dünya savaşı gibi yıkıcı bir şavaşı umursamamak bilemiyorum biraz sorumsuzluk olabilir veya yazarın tercihi bu olabilir okuyucuyu rahatsız etmek Oblomov da olduğu gibi

Merhaba.

Yukio Mişima okumaya Kitap Kulübünün duyurusuyla başladım. Daha önce yazar ve eserleri hakkında hiçbir şey bilmiyordum.

Öncelikle böyle güçlü bir yazarla tanıştığım için çok heyecanlıyım. Kitapla ilgili burada yapılan yorumların da benim için çok zihin açıcı nitelikte olduğunu belirtmek isterim. Bu vesileyle katkıda bulunan herkese teşekkür ederim.

Muşima’yı tanımadığım için bulabildiğim kaynakları tarayarak yazarın yaşamıyla ilgili yazıları da okudum. Diğer kitaplarını da okumaya başladım. Dalgaların Sesi’nde yazara bir kez daha hayran oldum.

Kitabı değerlendirirken kendi adıma öncelikle, eserin referanslarıyla başlamak gerektiğini düşünüyorum.

Okur olarak, elbette herkes, kendi değerlerine, güçlü ve zayıf taraflarına, ön yargılarına, zevkine, durduğu yere bağlı olarak bakış açısına sahiptir ve bunların hepsi çok önemlidir. Ancak, değerlendirme, bütün bunlardan bağımsız olarak eserin bize söyledikleriyle, duruşuyla, üslubuyla karışırsa, bence saf bir değerlendirme çıkmaz ortaya, eseriyle yazarın bakışını kaçırmış oluruz.

Mişima kitabın adında anlatacaklarını özetlemiş: Bir Maske.

Ve onun itirafları. (Orijinal adı: Kamen no kokuhaku.)

Kitabın adı bana, daha elime alır almaz şöyle dedi:

“Yaşamı boyunca, ancak ve yalnızca bir maskenin arkasında var olabilen, kendisi olmasına izin verilmeyen bir insanın yazdıklarını okuyacaksın.”

Mişima, bence ironik olarak “itiraflar” sözcüğünü kullanmış. Ben Mişima’nın bu otobiyografik romanında anlattıklarını bir haykırış-belki bir tokat ama kendine yönelik bir tokat- olarak okudum.

Kendisiyle ilgili ilk anısı bile -tahta küvetin kenarına vuran parlak güneş ışığı-etrafındaki dünya tarafından sarsılmış Mişima’nın. Filizlenmeye başlayan, kendini göstermek isteyen varlığı çevresindekileri rahatsız etmiş ve hasara uğratılmış. İlk tecrübesi, omuzlarından tutulup sarsılmak, çok emin olduğu bir anının “öyle olmadığını” duymak olmuş. Ve benzer tecrübeler yaşamı boyunca tekrar etmiş; ne acayip!

Mişima, otobiyografik kitabında, kendisi olmakla ilgili bütün olanaklarının elinden alındığını, başka biri olmaya zorlandığını haykırıyor. Ve okura hem kendisi olmaktan alıkonulduğunu anlatıyor hem de aslında kim olduğunu. Üstelik kendini sakınmadan, nasılsa öyle.

İlk romanı Hırsızlar’ı saymazsak, Mişima’nın Bir Maskenin İtirafları’nı yazarak edebiyata adım atması bana çok anlamlı geldi. Kendiyle ilgili her şeyi sayıp döktükten sonra, belki bir tür arınmayla, başka kurgulara doğru adım atmış diye düşündüm. Kim olduğumuzu ortaya koyarak çıkarsak yola (edebiyata), ondan sonra söyleyeceklerimizin çok daha zengin anlamları olabilir belki. Ya da ne arıyorsak arayalım her şeyin kökü kendimizde değil midir zaten?

Ancak burada, Mişima’nın daha sonra yazdıklarının ondan izler taşımadığını söylemiyorum. Mişima, bu kitapla kendi yükünü üstünden atmaya çalışmış diye düşündüm. Belirtmeye çalıştığım yalnızca bu.

Mişima’nın üslubu bence çok güçlü. Dili gümbür gümbür akıyor. Sözcüklerinden-ironik bir biçimde-hayat fışkırıyor. Mişima, çok coşkulu, çok tutkulu, çok romantik, idealist bir yazar.

Sayesinde onun Japonya’sının kapısında durdum, içeriye bir ilk bakış atmış oldum. İlk bakışta gördüklerim ne kadar renkli ne kadar canlı; acılarla demlenmiş ve şekillenmiş ne kadar da bize benzeyen, bir o kadar da yabancı.

Geçenlerde İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya’daki bir toplama kampından sağ çıkmış birinin söylediklerini dinledim.

“Savaş hakkında konuşmak çok zordur” diyordu. “Hiçbir şey yaşadığınız deneyimi aktaramaz. Sözcükler yetmez. Ama savaş hakkında konuşmaktan daha zor olan, konuştuğunuz zaman kimsenin anlamamasıdır.”

Bunları duyunca sarsıldım. Bizler savaş hakkında ulu orta konuşabiliriz. Bizim sözcüklerimiz çaylaktır çünkü. Ama ya toplama kampından geçen biri… Gerçek acının sessizlikte, hiçbir şey söylememekte gizlendiğini, saklandığını, yaşandığını hissettim. Mişima’nın savaşın insan ruhunda açtığı derin yaraları, hiç yapmıyormuş gibi; bu nedenle de çok güçlü bir biçimde ortaya döküşünü fark edince ürperdim.

Edebiyat, edebi ters yüz etmelidir. Sınırlarımızı genişletmeli, başka dünyalara kapılar açmalıdır. Edebiyat, bizi kendimizden ederse edebiyattır.

Empati, kendimiz düşmediğimiz halde damdan düşmüş birinin kemiklerindeki acıyı iliklerimizde hissetmektir bir tanımıyla.

Öyleyse Mişima ile bir kez daha “bir maskeli balo ve onun sahte yüzleri” arasında dolaştığımızı imlemiş olduk.

Kim olursak olalım, kendimiz olmamızdan ödü patlar hayatın. Bir maskenin arkasında yaşamaya zorlar bizi. Ama bazen işte böyle yüzüne gözüne bulaştırır. Ortaya da Mişima gibi şahane bir yazar çıkar.

Mişima’nın anısı önünde, bir Samurayın selamı ile eğiliyorum.

9 Beğeni

Çok güzel yorumlar gelmiş, afiyetle okudum. Elinize sağlık. Hastalığım tam geçmedi, ancak daha fazla da geciktirmek istemediğimden bir şeyler karalayayım artık.

Psikanalizin önde isimlerinden Donald Winnicott, “sahte kendilik” adlı bir kavramdan bahseder. Örneğin bir çocuk X eylemini yaptığında annesi kızdı ve reddetti. Tekrar yaptı, tekrar kendisine kızıldı. Bu böyle sürekli devam ettiğinde çocuk hüsran yaşamaya devam eder. Anlar ki yapmaktan hoşlandığı bu davranış onaylanmıyor, karşılığında ceza alıyor. Diğer yandan X eylemi yerine, annesinin istediği Y eylemini yaptığında annesi onaylıyor, buna izin veriyor. Reddedici, dinlemeyen ve açıklayıcı olmayan ebeveyn, aynı zamanda çocuğun birincil bakım vereni olduğu için, çocuk ebeveynin onu sevmemesinden, bırakmasından korkar. Bu sebeple onaylanmayan davranışı yapmaktan kaçınır ve sevileni yapmaya başlar. Winnicott, basit olarak çocukların gerçek kendiliğini korumak için “sahte kendilik” oluşturabildiklerini söyler. Bu yetişkinlikte de devam edebilir.

Bu kitabın başlığındaki "Bir Maskenin İtirafları"nı da sahte kendiliğe sahip birisinin itirafları olarak düşünebiliriz. Burada önemli olan, maskeye sahip birisinin gerçek yüzünün itirafları değil, doğrudan yapay oluşturulanın, maskenin itiraflarını okuyor oluşumuz. Zaten artık ikisi arasındaki fark ayırt edilemeyecek bir duruma gelmiş. İnkâr edile edile, sürekli ‘maskenin’ gerçekliği test ediliyor. Hiçbir zaman asıl benlik denenmiyor, paylaşılmıyor. Asıl benliğe hiç ulaşamıyoruz. En güvendiği insan Sonoko’ya bile kitabın sonlarında eşcinselliğini paylaşmaktan çekiniyor, paylaşma tasarısında bile bulunmuyor.

Büyük ihtimalle Winnicott okudu Mişima ve etkilendi. Özellikle kitabın başında gördüğümüz ailesi tarafından reddedilmesi ve akrabası tarafından ‘proje çocuk’ gibi tamamen kendi istekleri ve tasarıları doğrultusunda yetiştirilmesi sahte kendiliğin tohumlarının nasıl oluştuğunun açık göstergesi. Yukarıda da denmiş, kitapta hiç sevgi yok. Sevginin varlığını ne çevresinden ne de ailesinden öğrenebilen bir karakter var. Hiçbir fırsat çıkmamış, felaket bir durum. Sevgi ne demek bilmiyor, ergenlikte aşk geliyor, ama daha bizim karakterimiz sevgiyi öğrenemedi. Zaten toplum tarafından kabul edilmeyen birisi, aşkı da bilemedi. Sonoko çok önemli karakter, aslında sevgi ve aşkı bilmeyen, bunları birbirinden ayırt edemeyen bir insanın denemelerini işliyor orada.

Yukarıda yazarın savaşı, bombaları umursaması sorumsuzluk olabilir mi denmiş. Kesinlikle değil, karakterinin (belki de kendisinin) kişilik özelliği doğrultusunda nokta atışı bir karar. Zira kız kardeşi öldüğünde, Sonoko başkasıyla evlendiğinde, yakınlarında kendisini de öldürebilecek bir bomba atıldığında umursamaz bir karakter var. Bunlar hep birbiriyle bağlantılı. Dikkat ederseniz hâlihazırda zaten içten ölmüş, boşluk yaşayan (ki Winnicott sahte kendilik için bunların olacağını der) içini canlandırmaya çalışıyor ve ‘maskesiyle’ denediği için hiç beceremiyor.

Ölüm, kan, zarar görmeyle ilgili hem kendisine hem de belki elde edemediği, tanıyamadığı sevgi dahilinde dışarıya doğru ‘zarar’ fantezileri de bununla ilişkili. Boşluğu canlandırma, anlam arayışı, bilinmeyene arzu, elde edilemeyene tümgüçlü öfke. Ama bence de buralar biraz daha detaylı işlenmeliydi. Bence de eksik kaldı. Daha çok sebeplerini, arka planını, hayatındaki yerini okumak isterdim. Ama belki de genç Mişima bunları yazmaktan korktu. Çünkü kendine yönelik zarar, intihara giden adımlarını belki de daha fazla kelimelere dökmek istemedi.

Ha, 45 yaşında seppuku yaparak belki de son sözünü bununla söyledi. Bilmiyoruz.

Ayrı bir paragraf açayım, insanlar çok biçim. Kurgusal veyahut gerçek, bir insan etrafında olan olaylara karşı çok duyarlıyken, bir diğeri yanında savaş olsa tamamen kayıtsız kalabilir. Geçmişi, şimdisi, çevresi, mizacı vesaire yüzlerce değişkeni çevresiyle girdiği etkileşimi değiştirir. O sebeple bir eserde karakterin ve yazarın olayları ele alışını şöyle ‘olmalıydı’ gibi bir gereklilik ifadesiyle ele almak hatalı olur.

Kısaca hem toplum tarafından kabul edilmeyen eşcinsellik hem de benliği reddedilen proje çocuk. Bu ikisi bir araya gelince sevgi ve aşkı bilmeyen, ayırt edemeyen, maskesiyle bunların arayışına çıkan bir çocuğun büyüme hikâyesini okuyoruz. Muhteşem.

6 Beğeni

Whatsapp da şu saçama sapan durum paylaşımlara bakmadan duramıyorum.

Genelde 40 yaş üstü ablalar yapıyor bunu. iş yeri olsun, gündelikçi olsun, apartman komşu vs olsun.

Günlük paylaşırlar.

Arka planda bir çiçek veya doğa resmi, yağmur veya bir kulube filan da olabilir.

Önde böyle beylik laflar…

“Benden geriye ne kaldıysa kendime bırakıyorum. Aslında çok yol yürümüşüm ama hiçbir yere varamamışım”

Ya ablam…

Hemen yarın yapacağım. Eksik kalamam…

1 Beğeni