Tüm seriyi okumadan tam yorum yapamam ama Malazan Zaman Çarkı ve Fırtınaışığı Arşivinden fersah fersah üstün bir seri. İkinci kitapta bu durum çok daha belli oluyor. Yinede okurken kendimi tam kaptıramıyorum. Artık çok fazla Fantastik kitap okumanın verdiği bir şey herhalde. Eskiden 2 tane ejserha gördü diye 100 sayfa okuyan ben geride kaldı. O günleri özlüyorum
Birde üzüldüğüm bir şey var. Keşke Malazan dilimize daha erken çevrilseydi. O zaman, Zaman Çarkı yerine ilk büyük seri olarak Malazan’ı okumak isterdim. O zamanlar fantastik edebiyata aç olduğum için okuması daha zevkli olurdu. Şimdi okumakta olduğum serileri bitirip. Fantastik edebiyatı bırakmayı düşünüyorum. Artık kendime daha yararlı olacak şeylere yönelecem. Bunun ilk adımlarını Haşaş Savaşları gibi yeni basılan serileri almayarak yaptım.
Bence şu ana kadar ki en iyi kitap. Hikaye ve karakterlerde inanılmaz oturdu, 557’deyim. Büyük Y’Ghatan faciası sonrası biraz duruldum, chain of dogs gibi duygular yaşıyorum. Böyle giderse en iyi kitap için bunu derim gibi duruyor. Zaten 6 günde 600 sayfa okudum nerdeyse
Valla hocam bu işler biraz da okumadan ne beklediğinize bağlı; sizin durumunuzda bu makul bir açıklama olabilir belki ama şahsen ben fantastik kurgudan gördüğüm yararı başka bir türden (kurgusal olmayanların çoğu dahil; mesleki olanlar/kafa açanlar hariç tabi, bunların kulvarı farklı zaten) pek görmediğimi düşünüyorum valla
Yarardan kastın ne olduğuna bağlı bence. Amaç hoş zaman geçirmek, gerçek dünyadan kaçıp hoş bir öyküde biraz nefeslenmekse evet, fantezi/bk (bence korku da) mükemmel kurgu türleri.
Biliyorum, bu biraz basite indirgemek oluyor; iyi yazar ne türde yazarsa yazsın iyi yazar; örneğin Steven Erikson soluksuz şekilde okuduğumuz öykülerin yanında kendilerinden bir şeyler öğrenebileceğimiz karakterler de yazıyor, aşırı yenilikçi şeyler olmasa da zaman zaman faydasını görebileceğimiz felsefi düşüncelere de boğabiliyor.
Öte yandan ben yine de Dostoyevski, Sabahattin Ali, Oscar Wilde, Schopenhauer, ne bileyim Gogol gibi ustalarla bunları bir tutamıyorum; bu yazarların okuduğum hemen hemen her eseri ruhuma işliyor, karakterimi değiştiriyor. İnsan zekası böyle eserler ortaya koyabiliyor, vav diyorum. Benim için edebiyatın gerçek yararı bu oluyor. Herkesin hisleri farklı tabii.
Elmakurdu’nun kararına bu yüzden saygı duyuyorum, bence doğru bir adım. Ya yep ya hiç gibi değil, ama insan kendini biraz da değişik yönlerden eğiten eserler okumalı, sadece kurgu edebiyat da değil.
Hocam fantastik kitap okumaktan başka kitap serilerine bakamıyorum. Mesela yıllardır Suç ve Ceza okumak istiyorum ama fantastik serilere ağırlık vermekten bir türlü başlayamadım.
Birde piyasada bulunan çoğu iyi fantastik serileri okudum. Malazan ya da Işılyaratan gibi başladığım ama henüz devam kitapları çevrilmemiş kotaplarında devamları çevrilince yine okurum. Sadece artık yeni fantastik serilere başlayasım gelmiyor.
Tabi hocam bu işler biraz da kişisel işler. Okuma fiilinden ne beklendiğine de bağlı oldukça. Elmakurdu reyizin kararına sonsuz saygı duyduğum gibi dediğiniz noktaların çoğuna da aynen katılıyorum. Mesela bu işlerde bence en can alıcı nokta şu:
Aynı fikirde olmadığım konu şimdinin fantastik, bk, korku, video oyunu gibi medyumlarını geçmişin romanlarından ve tiyatro oyunlarından; günümüz “genre fiction” yazarlarının tamamını kategorik olarak geçmişin büyükustalarından aşağıda tutmak aslında. Okey, bir yolu açana her zaman saygı duyulmalıdır. Ama bana öyle geliyor ki medyumundan bağımsız olarak günümüzdeki bazı eserler de geçmişte yazılmış, bir şekilde daha… “koşer” görülen, okullarda vs. okutulan eserlere pek çok yönden kafa tutabilirler; hatta yüzyılların ekstra birikimiyle üzerlerine koyabilirler.
Bu açıdan yaklaşıldığında fantastik kurgu, oyun, animasyon (2d-3d) gibi türlerin ben özellikle güçlü medyumlar olduğunu düşünüyorum. İyi kullanabilen bir yazarın/yönetmenin elinde alışılagelmiş roman, tiyatro gibi medyumlardan çok daha güçlü olabilir.
Ek: bir de işin kişisel tecrübe boyutu var. Dediğim gibi, ben kendi adıma fantastik kurgudan aldığım faydayı başka pek bir türden aldığımı düşünmüyorum gerçekten de. Okey, Dostoyevski de okudum bolca ama Steven Erikson’ın karakterlerini ben daha canlı buldum, onun yazdıkları daha bir “yüreğime dokundu”. Belki Dostoyevski kitaplarını fazla gençken okumamın etkisi varmıştır, belki 200 yıl önceki rus köylerindeki karakterlere ben empati kuramamışımdır. Ya da ne bileyim Mozart da dinledim, hala da dinlerim ama bence günümüz bestecilerinin bir kısmı da onun kadar “yol açmasa” da insanların yüreğine en az onun kadar dokunabilir. Mesela bence totale bakıldığında vasatın bir tık üstü bir anime olan Made in Abyss’in müziklerinin pek çok klasik eserden bir aşağı kalır yanı o kadar da yoktur.
Tabii hocam, yanlış anlaşılmasın. Çağdaş yazarları okumadan – hangi türde yazarlarsa yazsınlar – kategorik olarak geçmiş kuşakların ustalarından aşağıda görmek yanlış. Benimkisi her ikisinden de örnekler okuyup kendi karşılaştırmama tabi tuttuktan sonra vardığım sonuçlar: Dostoyevski veya Sabahattin Ali ayarında çağdaş bir yazarla henüz karşılaşmadım.
Heheh, bunlar biraz da kişisel işler hocam. Benim karşı durduğum olay kişinin elinden (atıyorum) The Legend of Galactic Heroes’un alınıp “tü kaka onu izlemeyi bırak bunu oku” diye (atıyorum) Savaş ve Barış verilmesi ve benzeri işler.
(Ha vaktiyle benim elimden Savaş ve Barış alıp test kitabı vermişlerdi, ama o zaten bambaşka bir konu.)
Ama neyse konuyu dağıtmayayım, derdim buydu özetle hahah.
Evet kişisel tercihler hocam, ama kendin için en doğru tercihlerde bulunabilmek için de her türden ve her çağdan örnek almak gerekiyor, hehe.
Elimden Savaş ve Barış’ı alıp test kitabı verdiler hikayen geçen gün diğer başlıkta ufaktan muhabbetine başladığımız konuyu aklıma getirdi. Şimdi koca adamın elinden Malazan’ı çekip Savaş ve Barış’ı okuyacaksın demek komik olur (görmek isterdim gerçi) ama ebeveynler veya öğretmenler çocukların okuma tercihlerine müdahele etmeli mi, ne gibi bir yönlendirme en doğrusu merak ettiğim konular.
(Cümle icinde Malazan kullandim, konuyu geri toplamis olduk mu?)
Tabi kişisel tercihler derken işin şu boyutu da var, objektif olarak daha iyi bir eser olsa da herkes her eserden aynı şeyleri almayabilir; objektif olarak daha “kötü” eserden daha çok şey de kazanılabilir. Tabi burada yine anahtar mesele bu oluyor:
Heh, hanım arada genre fiction alıp Shakespeare falan veriyor elime. O kadar komik değil derdim ben
Okuma tercihi olduğu senaryoda bence olabildiğince müdahele etmemek en doğrusu. Büyüdükçe yolunu bulur çocuk. Öbür türlü ‘‘yasak’’ zaten bir noktada aşılıyor eninde sonunda. Sonra o aile içi dinamikler gereksiz kaygılardan dolayı olumsuz etkileniyor, hiç gerek yok bence. Onun dışında okuma alışkanlığı nasıl kazandırılır veya kazandırılmalı mı, hiçbir fikrim yok açıkçası. Ben 19 yaşımda edindim kendi kendime okuma alışkanlığını. Öncesinde okuduklarım olmuştu tabii ama bir alışkanlık seviyesinde değildi.
Bir de çalışmalar varmıdır bir fikrim yok, bakmak lazım ama sanki evde eli kitapta olan bir bireyin veya çevrede benzer profilde insanların olması olumlu bir etki yaratıyor gibi. Evde kitaplığın bulunması da aynı şekilde. Mesela babam benim İngilizce filmler izlerdi altyazılı falan, ilkokulda İngilizce dersi almaya başladığımızda hiç bilmeden kelimeleri kendi kendime uygun şekilde telafuz edebiliyordum. Ordan kalmış olsa gerek. Onun gibi.
Eğitim meselesiyle ilgili Agah Aydın hocanın sözleri çok değerli. Şurada ufaktan bahsediyor, bakılabilir.
Bir araştırma buldum, bahsettiklerime paralel şeyler söylüyor ama ek olarak şöyle bir şeyden bahsediyor. Tamam, evde kitap okunuyor ama çocuk bunun farkında mı? Bu faktörün de önemli olduğunu söylüyor. Ekonomik faktörlerle de pozitif korelasyon görülmüş. Hatta ilginç bir detay daha var, çocuklarla yapılan röportajlarda ulaşılan datalarda şuna çok sık rastlanmış: ‘’…kendim gittim aldım.‘’.
Çocuktaki mülkiyet algısını da pekiştirmeyi amaçlamış aileler bunu yaparken. Bir de preschooler çocuklar oldukları için özellikle ilgilerini çekenler ‘‘children’s magazine’’ imiş kitaptansa. Hediye şekline de çok rastlanmış. Biraz pekiştireç amaçlı şeyler yaparak çocuklara alışkanlık kazandırmışlar gibi gözüküyor. Çevre faktörü de önemli bulunmuş, çevreyle girilen etkileşimde yazılı, çizili kaynaklar ile karşılaşmanın önemi vurgulanmış.
Heh, kilit nokta bu bence de. Çocuğun anne-babasını sık sık kitap okurken görmesi, üstüne evin bir köşesinde güzel bir kitaplığın bulunması muhtemelen ilgisini çekecektir ama farkındalık durumu, haydi kitaplıktan şu kitabı çekeyim de bir okuyayım deyip okuma alışkanlığı kazandığı kırılma noktası daha başka olsa gerek.
Hem Malazan hem de Suç ve Ceza okumuş biri olarak ikisini de çok sevdiğimi ve ikisinden de çok etkilendiğimi söylemem gerekiyor. Sizlerin de dediği gibi bir tür diğerini dışarlamıyor, mutually exclusive değil bunlar. Ben bazen klasik okumak isterken, bazen (hadi itiraf edeyim, çoğu zaman) fantastik okumak isteyebiliyorum, ya da sırf etkinliklere katılmak için bile olsa (sosyal fayda) bk okumak isteyebiliyorum.
Klasikler çok şey katar, fantastikler hiçbir şey katmaz önermesinin zırva olduğu konusunda da hepimiz hemfikiriz diye düşünüyorum.
Kesinlikle olumlu etkisi oluyor. Çocuklar arada kütüphaneden kitap alıp okuyormuş gibi yapıyor (bu sene öğrenecekler okumayı) ya da baba bize okur musun diyorlar. Benim okumamdan da etkilenmişlerdir yüksek ihtimal (bir nevi rol modelleriyim).
Yukarıda yazdığımla benzer bir durum ama henüz okuma bilmedikleri için kendi başlarına ilerleyemiyorlar haliyle. Okuma alışkanlığı kazanmaları için pozitif yönlendirmeler yapmayı planlıyorum ama.
Çok ilginç bir şeyden bahsedeyim, belki görmüşsünüzdür zaten ama. Kitap okuma meselesi ve genel anlamda öğrenme meselesiyle ilgili. Literatürden bildiğimiz kadarıyla ilk 3-4 aylık sürede bebeğin duyu organları tam olarak gelişmemiş oluyor, anneyi-babayı duysa da/görse de net şekilde yapamıyor bunu. Zamanla, aşağı yukarı 16-18 ay içerisinde, bu duyu organları ve beyin geliştikçe çocukta benlik algısı oluşmaya başlıyor. Dil’e dahil oluyor. Öğrenme dediğimiz meseleler de gözlenebilir seviyede bu aşamalarda görülmeye başlanıyor aslında ama ilginç olan şey bebeğin doğduğu andan itibaren aslında kişisel gelişiminde aktif bir rol oynamaya başladığı. İstemeyi öğreniyor daha ilk aşamalarda. Arzuluyor. 3 günlük bebeklere kundakta meme verip kulaktan anne sesi dinletiyorlar ve emme davranışlarını gözlemleyerek anne sesinin verildiği şartları sağlayabilmek adına tavır takındıklarını buluyorlar, bu bahsettiğim duruma örnek. Benlik algısı oluştuktan sonra da ilk olarak aslında bakımverenin gözünden dünyayı anlamlandırmaya başlıyor bebekler. Ben isteklerimi bir şekilde sezinliyorum ama dışarıyı nasıl anlayacağım, gibi bir mantık var yani. Normali bu anlamlandırmaya araç olacak surat annenin suratı, bakışı. Daha sonra babayla ve diğer 3. kişilerle tanışıyor aslında. Bir de yazmışken parantez açayım, ‘‘Baba, dada, vava’’ gibi ilk kelimelerin neden öyle olduğuna dair de teoriler vardı hatta. Çocuk anneyi henüz bir yabancı olarak göremiyor, kendinin bir uzantısı ve çevreyle etkileşime girmesinde, dünyayı anlamlandırmasında bir araç olarak görüyor. O yüzden aslında bu mantıkta ilk tanıştığı kişi baba oluyor ve ilk kelimelerin babaya yönelik ithamlar olmasının sebebi de bu olabilir gibi açıklamaya çalışıyorlar uzmanlar. Bir diğer teori de aslında kültürün öncesinde ses var. Anne karnında bebek dışarıdaki sesleri ‘‘dan dan dan, dın dın dın, ba ba ba’’ şeklinde duyabiliyor. Dildeki eğilim de belki buradan geliyor olabilirmiş. Bu da ek bir tatlış örnek. Bu son anlattığımı hızımı alamayıp paylaşmak istedim, epey ilginç meseleler bence.
Neyse işte, şöyle bir deney var. Bu deneyde annenin surat ifadelerine bağlı olarak bebeğin duygulanımlarını gözlemliyorlar. Sonuçlar da bahsettiklerime paralel. Epey ilginç bir mesele bu. Kültürel öğrenme kavramına da göz kırpıyor bence. Tomasello’nun araştırmaları var bununla ilgili. Bir tweet zinciri var. İlgilenirseniz bakmanızı tavsiye ederim. Aslında bugün birçok çocuğa gerekli genetik tespitleri dahi yapmadan sırf gözlenebilen davranışlar kulvara dahil edilebiliyor diye DEHB(ADHD) tanısı koyup uzun dönemde onları mahvedecek ilaçlara mahkum ediyorlar, ancak bu davranışsal paternler aslında kültürel öğrenme meselesiyle çok ilintili bence. Özetle, çağımız bizi bireyselleşmeye mahkum etmeye eğilimli oysa bizler kültürel öğrenen canlılarız ve insana ihtiyaç duyuyoruz. Kafama vurup test çözdürdüğünde dikkatim dışarıdaysa, belki de sebep bu diyor Tomasello aslında. ADHD ile ilgili ilginç bir yaklaşım aslında bu. Daha sonra bunun biriken yaşantıyla birleşip bilişsel süreçlerimize nasıl etki ettiğini düşünmek elzem. Psikiyatrinin vermesi gereken sınavlardan birisi bu olacak ileride, umarım. Yetişkin tanısı ile çocuk tanılarının sıkıntıları var epey bir. Normalde çeşitli müdahalelerle veya geliştirilen anlayışla çözülebilecek meseleler birike birike, tekrarlaya tekrarlaya ne hale getiriyor insanları.Zincir şu.
Kitap okuma meselesi de bence böyle bir noktada. Anne’yi de farklı bir birey olarak algılamaya başladığımız andan itibaren evdeki ‘‘significant other’’ insanların ‘‘ben’’ dışında ne ile ilgilendiğine kafayı takmaya meyilliyiz. Bu kitap olursa, bingo, işimiz daha kolay artık.
Edit: Ek olarak, still face experiment’ı izlediyseniz elimizdeki, karşımızdaki ekranların da birer still face olduğunu söylersem ne düşüneceğinizi merak ettim. İlk self-harm’ın nasıl başladığına dikkat ettiniz mi? Bebek annenin dikkatini çekmek için kendi elini ısırdı, bağırdı çağırdı, anksiyete yaşadı ve en son ağlamaya başladı. Telefonlarımız, tabletlerimiz, bilgisayarlarımız ve bunlarla geçirdiğimiz zamanı hayal edin.
Lisede Whatpad kitabı okuyan kızlarla çok tartışırdım. Sizin okuduğunuz kitapta kitap mı? Ergen serisi bu diye. Şimdi düşününce ne kadar gereksiz olduğunu anlıyorum. Herkes bir şekilde kendi yolunu buluyor. Kimi fantastik kitap okuyarak kimi whatpad kitabı okuyarak bir şekilde daha olgun serilere ya da kendine bir şey katacak serilere yöneliyor. Mesela ben bundan 7 yıl önce sadece fantastik kitap okurken gitgide önce bk sonra mitoloji gibi alanlara yavaş yavaş yönelmeye başladım. Sandman çizgi romanını okurken “Gilbert Keith Chesterton” gibi bir yazarla tanıştım Gaiman sayesinde. Bu işler zamanla yavaş yavaş olan işler.