En sonunda kitabı bitirmiş bulunuyorum. 20. bölüm itibariyle kısa yorumlarımı yazıp sonra kitap hakkında küçük bir inceleme yazacağım. Tabii kafam allak bullak olduğu için ne desem, hangi birini yorumlasam hiç bilmiyorum. Dolu dolu bir serüvenin sonuna gelmenin haklı şokunu yaşıyorum resmen.
Apsalar herhalde. Şaşırdım bu kısmı okuyunca, beklemiyordum. 
Bu ikili favorilerim arasına girdi hemen. Sonraki kitaplardaki rollerini çok merak ediyorum.
Bu bölüm gerçekten kitabın en can alıcı noktasıydı. Dehşet içinde okudum, her şey çok gerçekçiydi. Bir yandan da nasıl öylece durabilirler diye kendi kendime isyan ettim. Pormqual’ın bu derece aptal olmasını beklemiyordum, o rütbeye nasıl gelmiş bu aptallıkla…
Bu kısımda o kadar kafam karıştı ki. Ne olduğunu hala tam oturtabilmiş değilim. Laseen şahsen orada mıydı, değil miydi? Değilmiş galiba. Kalam, Laseen’in orada olmadığını anladı mı anlamadı mı? Peki Laseen’in peşini bırakması fazla kolay olmadı mı yani? Laseen sandığımız kadar kötü değil miymiş? Ne düşünmem gerektiğini bilemedim hiç, arada kaldım.
Son bölümlerde açığa çıkanlar şaşırtıcıydı, art arda geldi hepsi. Gothos ve Dujek’e çok şaşırdım. Karakterlerin seçtikleri yollar da aynı şekilde, aklımın ucundan geçmeyecek şeyler oldu. Özellikle Kalam’ın Minala ile 1300 çocukla ilgilenecek olması… Apsalar ve Crokus ise var ama yok gibiydiler bu kitapta. İkisinin de ilk kitaptaki öneminden sonra burada yardımcı karakter gibiydiler. Evlerine dönmeleri de serideki rolleri bitmiş gibi hissettirdi ama umarım bitmemiştir.
Son dakika dahil olan bu karakteri çok merak ettim. Kapı meselesi de yine kafamı karıştırdı. Ejderhanın geçtiği yer asıl bahsedilen kapı olsa gerek. Peki bu kapı nedir? Kavuşum falan diyorduk. O kısım havada kaldı sanırım. Sormaya da korktum şimdi yine anlamadıysam diye.
Bu arada bu ejderhayı da aşırı merak ediyorum. Genel olarak merak ettiğim o kadar şey var ki kafam allak bullak oldu. Halbuki kitabı tane tane anlayarak okudum sanıyorum.
Ben bunu anlamamıştım… Şu an aydınlandım. Bu kitap duygu açısından fazlasıyla yoğundu gerçekten. Her açıdan keder doluydu.
Böyle nereye kadar devam edecek acaba?.. Icarium’un aslında Mappo’nun yaşadığı yere saldırmamış olduğu gerçeği nedense daha üzücü geldi bana, umarım kısa sürede ortaya çıkar.
Genel olarak Ay Bahçeleri’ni daha çok sevmiştim ama bu kitabın da aşağı kalır yanı yok, hatta daha yoğun olduğu ortada. Sanırım ilk Ay Bahçeleri’ni okuyunca daha çok bağlandım. Dolayısıyla bu kitapta da öncekinden tanıdığım karakterleri daha büyük bir zevkle okudum. Tabii sonlara doğru yeni karakterlere de alışıp benimsediğimi fark ettim. Özellikle Mappo-Icarium ikilisi, Duiker, Heboric ve şaşırtıcı bir şekilde Felisin… Genelin aksine Felisin’e özellikle sonlarda çok ısındım. Mappo ve Icarium’un ilişkisi dostluk açısından şimdiye kadar okuduğum kitaplardan en iyi yansıtılmış olanıydı diyebilirim. Coltaine’i de es geçmek olmaz tabii, inanılmaz bir fedakarlık söz konusuydu. Yeni doğmuş hali ileride konuya dahil olur sanırım. Genel olarak Wickan kabilesini çok ilgi çekici buldum zaten. Davranışlarından, geleneklerinden bahsedilen kısımları ilgiyle okudum. Burada Erikson’ın antropolog tarafı kendini göstermiş.
Başka ne desem bilemedim, daha diyecek çok şeyim varmış gibi hissediyorum. Ama kitabı bitirmenin şokuyla ne aklıma geldiyse onu yazdım şimdilik. 