Romalı devlet adamı ve düşünür Cicero, İÖ 45 yılının şubat ayında çok sevdiği biricik kızı Tullia’yı kaybeder. Kızının bu ani ölümü, onu öylesine derin bir kedere boğar ki, her şeyden elini eteğini çekerek Tusculum’daki villasına kapanır. Bu esnada kaleme aldığı Tusculum Tartışmaları adlı eserinde, kendi yaşadığı tecrübeden yola çıkarak duygu konusunu soyut bir düzleme taşır ve yalnızca keder gibi tek bir duyguya yönelik değil, bütün duygulara yönelik bir açıklama getirmeye çalışır. Dahası, duyguların nereden kaynaklandıklarını ve nelere yol açtıklarını antikçağ felsefesinin özellikle de Hellenistik dönem felsefe okullarının konuya ilişkin görüşleri ışığında tartışmaya açar.
Cicero’nun Tusculum Tartışmaları’nda ele aldığı duygular konusunu mercek altına alan bu eser, antikçağ felsefesi ve psikolojisiyle ilgili bir terimbilim oluşturulmasına ve konuya ilişkin sonraki akademik çalışmaların diline katkı sunmaya vesile olan bir başlangıçtır.
Romancı olmaya özenmediğim için kendi adımı kullanmadım. Romancı olmaya özenseydim, hiç çekinmez, imzamı atar, böylece de bu alanda geçireceğim acemilik döneminin bana yüklediği sorumluluktan yararlanırdım. Oysa, ben, o romanlarımın hemen hepsini seviyorum. Kendi adımla bir roman yazsaydım, onlardan daha iyi olmazdı sanırım.
Melih Cevdet Anday’ın gazete sayfalarında unutulmuş, bugüne dek kitaplaşmamış, literatürde yerini alamamış beş romanı; Bir Gönülde İki Sevda, Bir Kızın Aşkları, Bir Yaz Tatili, Aşk Okulu ve Dullar Çıkmazı “Müstear Zamanlar-I” başlığı altında ilk kez bir araya geliyor. Temelinde yasak aşk, erotizm ve cinsellik olan, dönemin popüler roman tarzının etkisindeki bu eserlerde Anday, entrikayı ironi ve mizahla harmanlıyor. Kadın-erkek ilişkilerini, evlilik kurumunu çok farklı yerlerden bakarak alaya almaktan ve eleştirmekten sakınmaksızın, aidiyet, sadakat, arzu gibi konularda sorgulamalara girişiyor.
“Müstear Zamanlar” ismini verdiğimiz bu külliyatta Anday’ın takma isimle yazdığı romanları bir araya getireceğiz. Bu yapıtlar Melih Cevdet Anday romancılığına bir başka pencere açarak onun edebi mirasına yeni bir nefes olacak. İleride yenilerini keşfetmek, ciltleri hep çoğaltmak umuduyla…
Bu eser pagan bir baba ile koyu Katolik bir ananın ocağında yetişen ve kendisini bildiği yaştan itibaren Tanrı’yı arayan, nihayet Milano’daki bahçesinde duyduğu bir sesle irkilip O’nu gönlünde keşfeden bir düşünürün tövbesidir; Tanrı’yı bulmadan önceki yaşantısında kendisini günahkâr olarak nitelendiren, Tanrı’yı bulduktan sonraki yaşamında hafızasına üşüşen bütün günahlarını itiraf ederek arınan ölüme yazgılı bir insanın, ölümsüzlük karşısında bütün acizliğiyle boyun eğişi ve ruhani kata yükselerek yeniden dirilişidir.
Bu eser hakikati ararken düştüğü dünyanın kaynar kazanında debelenip duran, kimi zaman Manicilerin, kimi zaman Cicero’nun, kimi zaman Platon’un, kimi zaman Şüphecilerin öğretilerine dalan, ama hiçbirinde kaygılarına şifa bulamayan kıpır kıpır bir ruhun sessiz çığlığıdır.
Augustinus’un kendi dilinden bir özyaşam hikâyesi sayılan bu eser baştan sona okunup anlaşılmadıkça Hıristiyanlığın ve Batı felsefesinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Augustinus üzerine her okuma ya da her çalışma
yarım kalacaktır.
SOLUK SOLUĞA OKUNACAK
BİR MİLLÎ MÜCADELE ROMANI: HAİN
Yıl: 1919. Tüm dünyanın her fırsatta gözünü diktiği, Türk milletinin gözbebeği olan İstanbul işgal atındadır. Evlerde tedirginlik, sokaklarda korku, insanlarda umutsuzluk hakimdir. Bir Türk zabiti olan Ahmet Muhtar, tıpkı mensubu olduğu millet gibi Balkan ve Cihan Harbi’nin tüm yaralarını, yorgunluğunu üzerinde taşımaktadır. İtilaf Devletleri’nin her geçen gün kuşattığı İstanbul’da inançları sarsılmış biçimde ayakta kalmaya çalışmaktadır.
Anadolu’daysa durum bambaşkadır. Umudun, cesaretin, vatan sevgisinin bir ateş gibi parladığı yürekler Mustafa Kemal Paşa’nın çevresinde bir daire çizmektedir. Paşa, Anadolu’da bir hareket başlatmaya ve cumhuriyete doğru giden yolda ne kadar engel varsa temizlemeye ant içmiştir. İstanbul’u çalkalayan bu gelişme, Ahmet Muhtar’ın da kulağına gelmiştir. O, bu hareketin başarıya ulaşacağından emin değildir, üstelik artık fikirleri değişmiş biri olarak değişime inanmaktadır. İngilizlerin kendisine sunduğu iş birliği teklifi de ayaklarını yerden kesecek kadar caziptir. Yoksa birçok cephede savaşmış, Enver Paşa’ya hayran, gözü karalığıyla meşhur olmuş Ahmet Muhtar hainlerin safına mı katılacaktır?
“Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez”, “Büyük Taarruz: Dağlarda Tek Tek Ateşler Yanıyordu” ve “İstiklal: Vatanımda Bir Tek Düşman Kalmasın” adlı eserleriyle tarihimizin en kritik sayfalarını cesurca aydınlatan Selim Erdoğan, bu kez “Hain: Mezarıma Tükürecekler” romanıyla okurları Millî Mücadele yıllarına götürüyor. Rum, Yahudi ve Ermeni tüccarlar, Türk savaş gazileri, İttihatçılar, Kuvvacılar, İngiliz subayları, Türk zabitleri, Kemal Paşa taraftarları, cami imamından berbere kadar pek çok mahalle figürü, Beyaz Rus göçmenler, Pera’nın müdavimi Avrupalılar ve Levantenler, şöhretli paşalar, hainler ve kahramanlar; dönemin İstanbul’u ve Anadolu’su arasında sinematografik biçimde okurlara sunuluyor. Güçlü bir tarihçinin güçlü bir romancıya dönüştüğü Hain soluk soluğa okunacak ve uzun yıllar tarih severlerin başucundan eksik olmayacak…
Çok uzun süredir baskısı yoktu telifinden dolayı, alamamış olanlar için üzücü. En azından farklı yayınevinden de olsa uygun fiyatlı baskı bulmak sevindirici olacaktır okumak isteyenler için.
Evrenin her seviyesinde olmuş ve olacak her şeyi bize anlatan tek bir bilimsel kuram keşfedebilecek miyiz? Her şeyin kuramı arayışı, diğer bir deyişle Evrenin tüm sırlarını açığa çıkaran tek bir anahtar artık boş bir hayal değil; kozmosun yapısı hakkındaki en heyecan verici araştırmalarımızdan bazılarının odak noktası. Peki ama böyle bir kuram neye benzeyebilir? Ne anlama gelebilir? Ve oraya ulaşmaya ne kadar yakınız? John D. Barrow, Her Şeyin Yeni Kuramları ’nda nihai açıklamayı çevreleyen fikirleri ve tartışmaları anlatıyor. Süper sicimlerin ve çoklu evrenlerin M-teorisinden, bir bilgisayar programı olarak dünya hakkındaki spekülasyonlardan ve yeni hesaplama ve karmaşıklık fikirlerinden bahseden Barrow, aynı zamanda bu fikirlerin felsefi ve kültürel sonuçları ve bunların dünyadaki varlığımız üzerindeki etkileri de inceliyor.
Bizler yaşam zincirindeki parçalarız. Tıpkı annemizin bizi doğurduğu gibi annemizi de annesi doğurdu ve bu zincir zaman içinde uzayıp gitmekte. Döllenmiş bir yumurtanın, tek bir hücrenin, bütün bir insana dönüşmesi inanması güç bir olaydır. Hatta bir çeşit biyolojik mucize gibi gözükür ama bu mucize herhangi bir doğaüstü ya da ilahi müdahaleye inanmanızı gerektirmez. Bu doğal bir mucizedir ve geçtiğimiz birkaç yüzyıl boyunca bilim insanları bu inanılmaz dönüşümün çoğu sırrını çözmüştür. Bu kitap işte bu mucizenin, ilk hücreden başlayarak günümüzde bizleri oluşturan hücreler birliğine kadar olan milyarlarca yıllık öyküsünü anlatmakta. Çeşitli kaynaklardan gelen kanıtların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bu bilimsel öykü, hayal edebileceğimiz her yaratılış mitinden daha olağanüstü, daha tuhaf ve daha güzeldir.
“Alice Roberts’ın ilgi çekici kişisel stili, sizi atalarınıza, tek bir hücre olarak kendi kişisel başlangıçlarınıza götürüyor… Beyninizden parmak uçlarınıza kadar, kitabından eğlenerek ve kendinizi daha derinden anlayarak çıkıyorsunuz.”
– Richard Dawkins
“Biyolojideki en büyük boşluk, DNA […] ve canlı yaratıklar arasındaki boşluktur […] Alice Roberts bunu bulmak için yola çıkıyor ve harika bir şekilde başarıyor.”
– Steve Jones
“İnsan vücudundaki rehberli turu bizi büyüleyici bir kendini keşfetme yolculuğuna çıkarıyor.”
İnsan zihninde gerçeğin yerine gerçek olmayanı koymaya, yanlışı doğruymuş gibi inandırmaya deniyor, gaslight… Hiç yaşanmamış olayları yaşanmış gibi gösterip, somut olarak yaşanmış olayları hiç yaşanmamış gibi kabul ettirmeye deniyor.
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında, hepimizin gözünün içine baka baka, usul usul, sinsi sinsi, adım adım, bambaşka bir cumhuriyeti işte bu algı yöntemiyle monte ettiler.
Başlığı niye İngilizce yazdın diye merak edebilirsiniz.
Çünkü, bu kavramın Türkçe karşılığı yok.
Ama aslında, bizatihi Türkiye’nin özeti!
Reinhard Heydrich, 20. yüzyılın en ünlü kötü adam timsallerinden biri. Hatta Nazi liderliği tarafından bile ürkütücü biri olarak görülüyordu. SS, SD ve Gestapo’nun başı, Nazi işgali altındaki Bohemya ve Moravya’nın acımasız yöneticisi ve soykırımla sonuçlanacak “Nihai Çözüm” planının baş mimarı olarak, Hitler Almanyası’nın meşum hedeflerine ulaştırılması yolunda hayati bir rol oynadı. Prag’da düzenlenen bir suikastın ardından öldüğü 1942 yılına kadar Nazi Almanyası’nın en tehlikeli ve geleceği en parlak isimlerinden biri sayılıyordu. Yine de, halk arasında “Prag Kasabı” olarak tanınan ve yaptıklarıyla Hollywood filmlerindeki Nazi tipini esinleyen bu gizemli ve karanlık isim ve onun Nazi baskı ve terör aygıtının inşasında üstlendiği hayati rol konusunda bugüne kadar yapılan çalışmaların sayısı şaşırtıcı derecede azdır.
Bu kitap, alandaki çok önemli bir boşluğu dolduruyor. Saygın tarihçi Robert Gerwarth, bu kitapta Heydrich’in özel hayatının bilinen ve daha önce bilinmeyen yanlarını, Reich’ın güvenliğinden sorumlu Nazi subayı olarak yaptıklarıyla birleştiriyor. Heydrich’in gözünden, 20. yüzyılın ilk yarısında dünyaya korku ve dehşet saçan Nazi yönetiminin en karanlık yönlerinin doğal ve makyajlanmamış bir tablosunu sunuyor. Orta sınıfa mensup iyi yetişmiş gençlerin, dünyayı yutmaya kararlı acımasız katillere nasıl dönüştüklerini adım adım ve bir tarihçi duyarlılığıyla, ele aldığı konuyu karikatürleştirmeden, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Gerwarth, daha önce hiç yayımlanmamış yazışmalar, mektuplar, notlar ve belgelerle İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günleri ve Nazi İmparatorluğu hakkında gerçek bilgiler edinmek isteyen herkesin kitaplığında bulunması gereken bir başucu eseri sunuyor.