Kayıp Rıhtım'da okumak için: 1984 - George Orwell Çeviri Karşılaştırması: Can Yayınları - İthaki Yayınları – Kayıp Rıhtım
George Orwell’in telifinin serbest kalmasıyla yeni edisyonlar gelmeye başladı. 1984 kitabının Celâl Üster (Can Yayınları) ve Begüm Kovulmaz (İthaki Yayınları) çevirilerine dair tadımlık bir karşılaştırma sizlerle. (DEVAMI…)
2021’e damgasını vuracak Orwell fırtınasının daha başındayken orijinal metni, ilk baskısı 1984 yılında yapılan Celâl Üster (Can Yayınları) ve ön okuması elimize yeni ulaşan 2021 tarihli Begüm Kovulmaz (İthaki Yayınları) çevirileri ile karşılaştırmanın tam zamanı. İthaki’nin ön okuma olarak paylaştığı ilk 18 sayfa (kitabın ilk bölümü) ve eşleniklerini kapsayan metinleri karşılaştırdığımda -tamamen amatör bir ruhla- gözüme çarpanlar:
It was a bright cold day in April, and the clocks were striking thirteen.
Winston Smith, his chin nuzzled into his breast in an effort to escape the vile
wind, slipped quickly through the glass doors of Victory Mansions, though not
quickly enough to prevent a swirl of gritty dust from entering along with him.
Celâl Üster (CÜ):
Pırıl pırıl, soğuk bir nisan günüydü; saatler on üçü vuruyordu. Dondurucu rüzgârdan korunmak için çenesini göğsüne gömmüş olan Winston Smith, bir toz burgacının da kendisiyle birlikte içeri dalmasını önleyecek kadar hızlı olmasa da, Zafer Konutları’nın cam kapılarından çabucak içeri süzüldü.
Begüm Kovulmaz (BK):
Aydınlık ve soğuk bir nisan günüydü, saatler on üçü gösteriyordu. Winston Smith haşin rüzgârdan korunma çabasıyla çenesini göğsüne çekip Zafer Blokları’nın cam kapılarından çabucak içeri girse de beraberinde hole dolan iri taneli toz sarmalını engelleyebilecek kadar hızlı davranamadı.
Çeviriler arası fark ilk paragraftan kendini belli ediyor. Önemli bir değişiklik de Victory Mansions’un çevirisi.
Şimdi ilerleyen satırlarda çeviriler arası önemli farklılıklardan örneklere göz atalım:
The hallway smelt of boiled cabbage and old rag mats.
CÜ:
Binanın girişi, kaynatılmış lahana ve eskimiş keçe kokuyordu.
BK:
Apartman holü haşlanmış lahana ve eski paspas bezi kokuyordu.
…Winston, who was thirty-nine and had a varicose ulcer above his right ankle…
CÜ:
…otuz dokuz yaşında olan ve sağ ayak bileğinin üzerinde iri bir çıban bulunan Winston…
BK:
… sağ ayak bileğinin üstünde bir varis yarası bulunan otuz dokuz yaşındaki Winston…
On each landing, opposite the lift-shaft, the poster with the enormous face gazed from the wall. It was one of those pictures which are so contrived that the eyes follow you about when you move. BIG BROTHER IS WATCHING YOU, the caption beneath it ran.
CÜ:
Her katta, asansörün tam karşısına asılmış olan posterdeki kocaman yüz duvardan ona bakıyordu. Resim öyle yapılmıştı ki, gözler her davranışınızı izliyordu sanki. Posterin altında, BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE yazıyordu.
BK:
Her merdiven sahanlığında asansör boşluğunun karşısına asılmış afişteki kocaman yüz karşıladı onu. Hareket ettiğinizde bakışları sizi takip ediyordu. BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR, yazıyordu altında.
He moved over to the window: a smallish, frail figure, the meagerness of his body merely emphasized by the blue overalls which were the uniform of the party.
CÜ:
Winston pencereye ilerledi; ufak tefek, kavruk bir adamdı, ama Parti üniforması mavi tulumun içinde çelimsizliği pek o kadar belli olmuyordu.
BK:
Winston pencerenin önüne gitti; ufak tefek, narin yapılı bir adamdı, üzerindeki Parti üniforması olan mavi tulum bedeninin zayıflığını iyice belli ediyordu.
Celâl Üster çevirisinde çok önemli bir çeviri hatası göze çarpıyor.
In the far distance a helicopter skimmed down between the roofs, hovered for an instant like a bluebottle, and darted away again with a curving flight.
CÜ:
Uzaklarda bir helikopter damların arasından alçaldı, kocaman masmavi bir sinek gibi bir an havada asılı kaldı, sonra bir eğri çizerek ok gibi ileri atıldı.
BK:
Uzakta bir helikopter çatıların arasında alçala yüksele ilerledi, bir anlığına vızıldayan bir sinek gibi havada asılı kaldıktan sonra gökyüzünde kavis çizerek hızla uzaklaştı.
Any sound that Winston made, above the level of a very low whisper, would be picked up by it, moreover, so long as he remained within the field of vision which the metal plaque commanded, he could be seen as well as heard.
CÜ:
Fısıltıyla konuşmadığı sürece Winston’ın çıkardığı her ses tele-ekran tarafından alınıyordu; dahası, madeni levhanın görüş alanında kaldığı sürece Winston işitilmekle kalmıyor, görülebiliyordu da
BK:
Winston’ın çıkardığı her sesi, alçak sesli fısıltılar hariç algılıyordu; dahası, metal levhanın hakimiyet alanında kaldığı sürece Winston’un sesi gibi her hareketi de izlenebiliyordu.
A kilometre away the Ministry of Truth, his place of work, towered vast and white above the grimy landscape. This, he thought with a sort of vague distaste — this was London, chief city of Airstrip One, itself the third most populous of the provinces of Oceania.
CÜ:
Winston’ın çalıştığı Gerçek Bakanlığı, bir kilometre ötede, kirli manzaranın üzerinde
koskocaman ve bembeyaz yükseliyordu. Burası, diye düşündü belli belirsiz bir hoşnutsuzlukla, burası Londra’ydı, Okyanusya’nın üçüncü en kalabalık eyaleti Havaşeridi Bir’in ana kenti.
BK:
Bir kilometre ötede, çalıştığı yerin, Hakikat Bakanlığı’nın devasa beyaz binası kirli manzaranın üstünde yükseliyordu. Burası, diye düşündü beli belirsiz bir tiksintiyle, burası Londra, Okyanusya’nın en kalabalık üçüncü vilayeti Birinci Hava Sahası’nın başkenti.
Önemli çeviri farklılıklarına eşlik eden farklı Ministry of Truth ve Airstrip One çevirileri.
The Ministry of Truth — Minitrue, in Newspeak — was startlingly different from any other object in sight. It was an enormous pyramidal structure of glittering white concrete, soaring up, terrace after terrace, 300 metres into the air. From where Winston stood it was just possible to read, picked out on its white face in elegant lettering, the three slogans of the Party:
WAR IS PEACE
FREEDOM IS SLAVERY
IGNORANCE IS STRENGTH
CÜ:
Gerçek Bakanlığı −Yenisöylem’de Gerbak− görünürdeki bütün öteki nesnelerden ilk bakışta ayrılıyordu. Piramit biçimindeki koskocaman parlak beyaz beton yapının yüksekliği üç yüz metreydi. Beyaz cephesine zarif harflerle yazılmış üç Parti sloganı, Winston’ın durduğu yerden az çok okunabiliyordu:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR.
BK:
Hakikat Bakanlığı - Günceldil’de Hakbak- görüş alanındaki her şeyden şaşırtıcı ölçüde farklıydı. Işıldayan beyaz betondan, piramit biçimindeki bu devasa yapı kat kat teraslarıyla üç yüz metre yüksekliğe ulaşıyordu. Beyaz cephesine zarif harflerle kazınmış üç Parti sloganı, Winston’un durduğu yerden okunabiliyordu.
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CEHALET GÜÇTÜR
They were the homes of the four Ministries between which the entire apparatus of
government was divided. The Ministry of Truth, which concerned itself with news, entertainment, education, and the fine arts. The Ministry of Peace, which concerned itself with war. The Ministry of Love, which maintained law and order. And the Ministry of Plenty, which was responsible for economic affairs. Their names, in Newspeak: Minitrue, Minipax, Miniluv, and Miniplenty.
CÜ:
Tüm bir yönetim aygıtının bölüştürüldüğü dört Bakanlık bu yapılardaydı: Haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlara bakan Gerçek Bakanlığı; savaşlarla ilgilenen Barış Bakanlığı; yasa ve düzeni sağlayan Sevgi Bakanlığı ve ekonomi işlerinden sorumlu Varlık Bakanlığı. Bunların Yenisöylem’deki adları Gerbak, Barbak, Sevbak ve Varbak’tı.
BK:
Devlet aygıtının tüm bölümlerini oluşturan dört bakanlığa ev sahipliği yapıyordu bu binalar. Hakikat bakanlığı haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlarla ilgileniyordu. Sulh Bakanlığı’nın yetki alanı savaştı. Sevgi Bakanlığı kanun ve düzeni koruyordu. Refah Bakanlığı da ekonomiden sorumluydu. Günceldilde adları şöyleydi: Hakbak, Sulbak, Sevbak, Refbak.
It gave off a sickly, oily smell, as of Chinese rice-spirit. Winston poured out nearly a teacupful, nerved himself for a shock, and gulped it down like a dose of medicine.
CÜ:
Kapağını açınca, Çinlilerin pirinç ruhunu andıran, ağır, tiksinç bir koku çarptı burnuna. Bir çay kaşığı kadar doldurdu, geçireceği sarsıntıya kendini hazırladı ve ilaç içer gibi içiverdi.
BK:
Çinlilerin pirinç rakısını andıran nahoş, gazyağımsı bir kokusu vardı içkinin. Winston içkiyi bir çay fincanını neredeyse dolduracak kadar koydu, şoka hazırlandı ve ilaç gibi tek seferde başına dikti.
Betimlemede farklı tercihlerin yanında Üster çevirisinde “bir miktar” hata(sı) göze çarpıyor.
From the table drawer he took out a penholder, a bottle of ink, and a thick, quarto-sized blank book with a red back and a marbled cover.
CÜ:
Masanın çekmecesinden bir kalem sapı, bir mürekkep şişesi, bir de sırtı kırmızı, kapağı ebrulu, orta boy boş bir defter çıkardı.
BK:
Masanın çekmecesinden bir divit kalem, bir şişe mürekkep ve kırmızı sırtlı, kapağı ebru desenli, büyük boy, boş bir defter çıkardı.
Ölçülerle başımız dertte.
He had carried it guiltily home in his briefcase. Even with nothing written in it, it was
a compromising possession.
CÜ:
Defteri suçluluk duyarak çantasına atıp eve götürmüştü. İçinde hiçbir yazı bulunmamasına karşın, tehlikeyi göze almaya değecek bir nesneydi.
BK:
Evrak çantasına koyup suçluluk duyarak eve getirmişti. Sayfaları boşken bile uygunsuz bir nesneydi defter.
A tremor had gone through his bowels. To mark the paper was the decisive act. In small
clumsy letters he wrote:April 4th, 1984.
CÜ:
İçinde bir ürperti dolaştı. Bir başlasa, gerisi gelecekti. Küçük, eğri büğrü harflerle şöyle yazdı:
4 Nisan 1984
BK:
Karnında bir ürperti dolaştı. Kağıda işaret koymak dönüşü olmayan bir eylemdi. Ufak, sarsak harflerle yazmaya başladı:
4 Nisan 1984
His mind hovered for a moment round the doubtful date on the page, and then fetched up with a bump against the Newspeak word doublethink.
CÜ:
Aklı bir an sayfadaki kuşkulu tarihin çevresinde dolandı, sonra Yenisöylem’deki çiftdüşün sözcüğüne tosladı.
BK:
Sayfadaki kuşkulu tarihi bir an zihninde evirip çevirecek oldu fakat eşdüşün denen Günceldil sözcüğüne tosladı düşünceleri.
Doublethink için farklı çeviri tercihleri.
…first you saw him wallowing along in the water like a porpoise, then you saw him through the helicopters gunsights…
CÜ:
…önce suda domuzbalığı gibi debelenirken görülüyordu, sonra helikopterin bakıncak açısından göründü…
BK:
…önce yunus gibi suyun içinde çırpınırken görüyordunuz, sonra onu helikopterlerin nişan dürbününden izliyordunuz…
Winston had seen O’Brien perhaps a dozen times in almost as many years.
CÜ:
Winston, O’Brien’ı onca yıl içinde on on iki kez ya görmüş ya görmemişti.
BK:
Winston, on küsür yıl içinde belki on kez görmüştü O’Brien’ı.
Winston’s diaphragm was constricted.
CÜ:
Winston’ın göğsü sıkıştı.
BK:
Winston’ın diyaframı sıkışmıştı.
He hated her because she was young and pretty and sexless…
CÜ:
Ondan nefret ediyordu, çünkü genç ve güzel olmasına karşın cinsiyetsizdi.
BK:
Ondan nefret ediyordu çünkü kız genç, güzel ve cinsellikten uzaktı.
Already! He sat as still as a mouse, in the futile hope that whoever it was might go away after a single attempt.
CÜ:
Ne çabuk! Kapıyı vuran belki fazla diretmeden çekip gider umuduyla çıt çıkarmadan oturdu.
BK:
Şimdiden! Bir fare gibi kıpırtısız bekledi, gelen her kimse birkaç denemeden sonra çekip gitmesini umdu boşu boşuna.
Finali Üster’in, kitabın Can Yayınları baskısının son sayfalarında yer alan “Elinizdeki çeviriye ilişkin bir açıklama” bölümünden sözler ve düşündürdükleri ile yapalım.
“Kimi çeviriler zamanla eskiyor. Pek çok çeviri zamana dayanamıyor, geçerliliğini yitiriyor. Sözünü ettiğim eskime, ille de çeviride kullanılan dilin eskimiş olmasından kaynaklanmıyor. Bazen dili eskimiş bir çevirinin dilini yenileştirdiğimiz zaman da pek o kadar yenilenmediğini görebildiğimiz gibi, dili eskimiş gibi görünen nitelikli bir çevirinin olanca canlılığını, okunabilirliğini koruduğunu da görebiliyoruz. Kanımca, asıl önemlisi, çevirmenin bir kitabı çevirirken ortaya koyduğu çeviri duyarlılığının eskimesi; bir de, zamanla o kitaba ya da yazara ilişkin kavrayışımızın değişmesi, derinleşmesi.”
Peki sizin fikriniz nedir? Tercihiniz metne çevrilen dilde akışkanlık katmak adına müdahaleler etmekten çekinmeyip kendi üslubunu yerleştiren Üster’den mi yoksa bir kendine has bir üslup kaygısı gütmeden olabildiğince nötr ya da başka deyişle metne sadık kalmayı hedefleyen Kovulmaz’dan mı? Metinler arasında sizin gözüne çarpan ve dikkatinizi özellikle çeken noktalar hangileri? Ve son olarak kurguya ait kavramlarda Kovulmaz’ın yeni çeviri tercihleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Alıntılar elimde bulunan Penguin 2008, Can Yayınları 2019 baskılarından ve İthaki ön okuma metnindendir.