Varoluşumu duygusallığa feda etmek benim tarzım değildir.
Bir insana, hiç kimseyle olmadığımız gibi bağlı olmak için, yan yana olmamız gerekmez.
Sosyalizm sözcüğü kadar hiçbir sözcük beni iğrendirmez oldu. Her yerde bizim baş belasi sosyalistlerin baş belası sosyalizmi, sosyalizmi halka karşı sömüren ve onu zamanla kendileri gibi adileştiren sosyalistlerin. Bugün hangi yöne baksak bu öldürücü adi sosyalizmi görüyoruz, hissediyoruz, her şeyin içine işledi.
Bir şeyden ötekine kaçar ve kendimizi mahvederiz.
Basit insanlar karmaşık insanları anlamazlar ve onları kendi iç dünyalarına iterler, hem de herkesten daha insafsızca diye düşündüm.
Bizi cezbeden şeylerledoğal olarak pratik bir ilişki kurmak isteriz demişti bir keresinde, yani en çok da hastalar ve deliler ve yaşlılar ve ölülerle, çünkü teorik bilgi bize yetmez, ama uzun süre teorik ilişkiye bağımlıyızdır, tıpkı müzikte olduğu gibi uzun süre teorik ilişkiye bağımlıyız, dedi diye düşündüm.
Her türlü ilişkide en iyi olmak, ya da hiç olmamak benim isteğimdi.
İnsanların kendisi hakkında ne düşündüğünü bilmek Wertheimer için her zaman önemli olmuştu, Glenn buna en ufak bir biçimde değer vermedi, ben de vermedim, o çevre denilen şeyin hakkımda ne düşündüğü, tıpkı Glenn gibi benim de umrumda değildi. Wertheimer söyleyecek sözü olmadığında da, sırf susmak onun için tehlikeli olduğundan, konuşup dururdu, Glenn uzun uzun susardı, tıpkı benim gibi, ben de Glenn gibi haftalarca değilse bile günlerce susabiliyordum. Yalnızca ciddiye alınmama korkusu bile bizim bitik adamın çenesini düşürürdü, diye düşündüm.
Nereye bakarsak bakalım, insanlar kendilerinde olan ve başkalarında olmayan paradan utandıklarını durmadan söylediklerinde sahtekarlık yapıyorlar, oysa aslında kimisinde para olması, kimisinde de olmaması ve bazen birisinin parasının olmaması ve ötekinin olması ve de tersi eşyanın doğası gereğidir, bu durum hiç değişmeyecek, parası olanların da bunda bir suçu yok, olmayanların da vesaire vesaire diye düşündüm, bu durum ne birileri ne ötekiler tarafından anlaşılmayacak, çünkü sonuç ılarak gerçekten de yalnızca sahtekarlığı biliyorlar ve başka da bir şey bildikleri yok.
Yaşamın tüm rahatsızlıklarını, tüm dış kırıklığı durumlarını, dünyadaki tüm ezici kötülükleri teoride ustaca hallediyor, ama uygulamada asla beceremiyordu. Böylece o kendi teorilerinin tamamen aksine gittikçe daha da batağa gömüldü. Teoride varoluşla başa çıkan biriydi, uygulamadaysa varoluşuyla başa çıkamamakla kalmadı, aynı zamanda varoluşu tarafından mahvedildi, diye düşündüm.
Biz hiç kimseyi, o kişi istemezse kendimize bağlayamayız, dedim, onu rahat bırakmalıyız.
Onu çeken, insanların mutsuzlukları içindeki halleriydi, insanların kendileri değildi, mutsuzluklarıydı ve insanın olduğu her yerde buna rastlıyordu, diye düşündüm, insankolikti o, çünkü mutsuzluk özlemi çekiyordu. insan mutsuzluktur, dedi hep, diye düşündüm, yalnızca budala olan bunun aksini savunur. doğmak mutsuzluktur, dedi, yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürürüz.
Daha yakından bakıldığında, derdi, bu ihmal edilmişler denilenler, o yoksul denilenler ve o geri kalmış denilenler özlerinde aynı biçimde karaktersiz ve iğrençtirler ve aynen, kendi ait olduğumuz ve sırf bu yüzden iğrenç bulduğumuz ötekiler gibi reddedilesidirler. alt tabakalar, tıpkı üst tabakalar gibi herkes için tehlikelidir, dedi, aynı iğrençlikleri yaparlar, tıpkı ötekiler gibi reddedilesidirler, başka türlüdürler, ama aynı biçimde iğrençtirler, dedi, diye düşündüm. entelektüel denilen kişi sözde entelektüelliğinden nefret eder ve kurtuluşunu, eskiden “küçük düşürülenler” ve “gücendirilenler” diye anılan yoksullar ve ihmal edilmişlerin yanında bulacağını sanır, dedi, ama orada kendi kurtuluşu yerine aynı iğrençliği bulur, dedi.
Kuramda anlıyoruz insanları, ama uygulamada onlara katlanamıyoruz, diye düşündüm, onlarla çoğunlukla isteksiz birlikte oluyor ve onlara kendi bakış açımızla davranıyoruz. oysa insanlara kendi açımızdan değil her açıdan bakmalı ve ona göre davranmalıyız, diye düşündüm, onlara öyle davranmalıyız ki, onlara önyargılı davranmadığımızı söyleyebilelim, ama bunu beceremiyoruz, çünkü gerçekten de herkese karşı önyargılıyız.
Ama güzellik içgüdüsü konusunda yanıldığını düşünüyorum. O içgüdüyü insanlık Berlin Duvarı yıkıldığında kaybetti. Sovyetler Birliği konusunda yine tartışma çıkarmayayım ama o devletle birlikte tarih de öldü. Yirminci yüzyılın upuzun bir soru olduğunu düşünüyorum, sonunda yanlış cevabı verdik. Dünya sona erdiğinde dünyaya gelmiş talihsiz bebekler değil miyiz? Sonrasında gezegen için de umut kalmadı, bizim için de.
“mary jane. dinle. lütfen” dedi eloise hıçkırarak. “ilk yılımızı hatırlıyor musun? boise’den kahverengi-sarı bir elbise getirtmiştim de, miriam ball, artık new york’ta hiç kimsenin bu tür elbiseler giymediğini söylemişti de, ben de bütün gece ağlamıştım hani?” eloise, mary jane’in kolunu tutup sarstı. “cici bir kızdım ben” dedi yalvarırcasına, “öyle değil mi?”
“there are no more barriers to cross. all ı have in common with the uncontrollable and the insane, the vicious and the evil, all the mayhem ı have caused and my utter indifference toward it ı have now surpassed. my pain is constant and sharp and ı do not hope for a better world for anyone, in fact ı want my pain to be inflicted on others. ı want no one to escape, but even after admitting this there is no catharsis, my punishment continues to elude me and ı gain no deeper knowledge of myself; no new knowledge can be extracted from my telling. this confession has meant nothing. ”
Ekşide paylaşmıştım. Büyük harfle yazmaya üşendim, üzgünüm.
Romanım bu tek dize yüzünden başarısızlığa uğrayacak bile olsa, korkakça onu silmek gibi bir niyetim yok. Hazır burada poz keserken bir şey daha söyleyeyim: O ilk satırı silmek, benim bugüne kadarki tüm yaşamımı silmek olur.
Survivors do not mourn together. They each mourn alone, even when in the same place. Grief is the most solitary of all feelings. Grief isolates, and every ritual, every gesture, every embrace, is a hopeless effort to break through that isolation. None of it works. The forms crumble and dissolve. To face death is to stand alone.
Nereye gideceğini bilmiyordu, düşünmemişti bile bunu; bildiği tek şey vardı: Bütün bunlara hemen bugün, şu anda bir son vermesi gerekti, yoksa eve dönmeyecekti; çünkü artık böyle yaşamak istemiyordu. Ama nasıl son verecekti? Hiçbir düşüncesi yoktu bu konuda. Aslında düşünmek de istemiyordu. Düşünce denen şeyi kovmuştu kafasından; acı veriyordu düşünceleri ona. Bildiği, hissettiği bir tek şey vardı: Şöyle ya da böyle, her şey değişmeliydi; umutsuzlukla, tuhaf bir ianç ve kararlılıkla,
Hikâyeme fenni, ilmi, İçtimai nazariyeler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, gulyabani, çarşamba karısı gibi avam muhalliyesinin mahsulü garip varlıklar ilim ve fen sınırlarına dahil edilemez. Bunların yakalarından tutupta bir ameliyathaneden, bir laboratuvardan içeri sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir alimin, fen bilimcinin huzuruna çıkarmak mümkün olsa soyları sopları, asılları fasılları, ıcıkları cıcıkları hakkında kesin malumat edinilir, insanlar arasında leh ve aleylerinde dolaşan söylentilere artık bir son verilirdi. İlim, konusunu yeraltına inerek, göklere çıkarak, mikroskoplarla, teleskoplarla her yerde her zerrede arıyor. Bu tuhaf yaratıkların, bu yabanilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikroskobik aşı deneyleri yaptığı tavşanlar fareler gibi bir kafese kordu.
Hüseyin Rahmi Gürpınar.; Gulyabani, Hanımnineye cevap mektubundan…
Felsefenin kendisi de muhtemelen gerçek anlamıyla bir bilim değil, hangi dalını ele alırsak alalım. Selahattin Hilav’ın tam da bu konu üzerine beğendiğim bir açıklaması var, ilginizi çekerse o başlığa bir bakın.
@nefarrias_bredd : noronikkirbac’ın alıntıladığı metin dolayısıyla tartışmamızı bir daha okudum, ne güzelmiş. Olay bir yerde yapay zekaya da gelmiş.
“…Istırap nedir sanki? Sonsuz da olsa korkutmaz beni. Şimdi korkmuyorum ya, eskiden korkardım. Biliyor musun, duruşmada belki konuşmayacağım ben. İçimde öyle bir güç hissediyorum ki şimdi… Şu anda ve her zaman “varım” diyebilmek için dünyanın bütün acılarına göğüs gerebileceğimi sanıyorum. Çeşit çeşit azap içinde, “varım” diyeceğim; işkenceden kıvranırken gene, “varım!” İşkence masasında da, “varım”; güneşi görüyorum, görmesem de varlığını biliyorum. Güneşin varlığını bilmek bile yaşamaktır…”
Ahlak öğrenilen bir şeydir, ebeveynden çocuklara aktarılır mesela. Öyleyse ilk adım kanunları koymak ve bu kurallara göre yaşamanın gerekliliğini herkese göstermektir. Suç işlemeyi asla tamamen engelleyemezsiniz ama cezalandırmazsanız tomurcuklanır, ta ki hoşgörü ve anlayış kisvesine bürünmüş bir kargaşa patlak verene dek.
Terry Goodkind - Kan Soyu Kısım 1 Sayfa 298