Dün gece Jim Jarmusch’un Night on Earth filmini izledim. Aynı gece dünyanın beş farklı şehrinde (Los Angeles, New York, Paris, Roma, Helsinki) beş farklı taksi şoförünün taksilerine aldıkları yolcularla diyalogları filmin ana konusu. Jarmusch’un en sevdiğim filmi şu anlık bu. Farklı karakter gruplarını ve farklı olayları aynı çerçevede güzel birleştirdiğini düşünüyorum yönetmenin.
Benim fark ettiğim bazı detaylar şunlar:
Paris’teki yolcu etrafı görmemesine rağmen filmdeki bütün karakterlerden daha iyi görüyordu aslında. Roma’daki taksi şoförünün Paris yolcusunun tam zıttı olması ve gördüğü halde gözlük takması, arabasında aldığı pederin sıkıntılı durumunu fark etmemesi ve karşısındaki dinlememesi dünyayı algılayış biçimimizin duyulardan bağımsız olabileceğini hissettirdi. Aynı zamanda anlattığı hikayelerdeki dünyevilik ve cinsel deneyimlerinin yüzeyselliği Paris yolcusunun tam zıttıydı, Paris yolcusu cinsel deneyimlerini daha derin ve uhrevi olarak tanımlamıştı.
Başlangıçtaki hikaye bana kalırsa biraz daha zayıf olmasına rağmen sahte ve samiminin çatışması ve sonraki hikayelere temel olması açısından önemliydi. New York şoförü Helmut’un normal insanların sahip olması gereken özelliklere sahip olmaması (yönleri karıştırması, araba kullanamaması, ailesinin olmaması) onu tamamen duyusuz biri gibi düşündürttü bana.
Aynı zamanda Paris şoförü, başta taksisindeki yolcuları kendisinin dış görünüşü hakkında yersiz yorumlar yaptıkları için indirdiği halde sonradan görmeyen kadın hakkında aynı yersiz yorumları yaparak insanın çelişkili yanını ortaya çıkardı.
Helsinki hikayesi de filmin en sağlam hikayesi olabilir. Çünkü önceki hikayelerdeki çatışmalar bu hikayede ölüm kavramıyla karşılaştı. Aki’nin filmin sonunda yere oturması ve sabah olurken her şeyin normal akışına dönmesi benim filmi izledikten sonra hayatıma aynı şekilde devam edeceğimin de göstergesi oldu.
Film için ne yazacağımı bilemedim. Bir sürü şey yazdım ardından sildim. O yüzden sadece hislerimi paylaşacağım. Mükemmel bir filmdi. 2022’ye sinema açısından iyi başladım. Oyuncular muazzamdı. Bu kadar iyi oyunculuklar arasından kendini parlatan Christoph Waltz’ı ayrıca tebrik ederim.
Giriş sahnesi harikaydı. İlk dakikadan itibaren gerilim vardı. Acaba ne olacak derken Hans Landa yapacağını yaptı. Filmin sonu çoğu kişi için hayal kırıklığı olmuş. Benim için olmadı. Benim hoşuma gitti. Son olarak neden bilmiyorum ama Brad Pitt’in karakterinde çok hafif Tyler Durden kokusu aldım. Ama çok hafif. Belki de çok sevdiğim için bana öyle gelmiştir. Filmle ilgili tek eleştirim Hitler’in daha iyi olmasını istemek olurdu.(Görünüş ve oyunculuk olarak.)
Gece Bein There filmini izledim. Birkaç yorumda izleyenler çok güldüklerini söylese de ben o kadar komik bulmadım filmi. Fakat ele aldığı konusuyla ve işlenişiyle çok iyi bir filmdi. Başrol oyuncusu filmi çok iyi yapan etkenlerin en başında yer alıyor. Fakat filmin son sahnesini çok beğenmeme rağmen pek anlayamadım. Filmi izleyip de son sahnesini kısaca anlatabilecek biri varsa çok sevinirim.
Matrix 4’ü bende bugün izledim. Nasıl oluyor da 2021 yapımı bir filmin “Bullet Time” efektleri 1999 yılındaki Matrix filminden çok çok çooooook kötü oluyor ya.
İmdb top 250 listesindeki neredeyse tüm filmleri izlemiştik eşimle, son yıllarda çıkan yüksek puanlı yabancı filmleri izlemiştik. Son zamanlarda özellikle Netflix’e güzel Türk filmleri gelince her hafta 1-2 tane izliyoruz.
En son izlediğim 4 Türk filmini özellikle tavsiye edeceğim. Beğenme sırama göre aşağıda listeliyorum.
Sarmaşık
Psikolojik gerilim seviyorsanız, kesinlikle kaçırmamanız gereken çok kaliteli çok güzel bir film. Hikayesini, okuyunca basit gelse de sizi adeta içine çeken bir yapım olmuş. Özellikle Nadir Sarıbacak inanılmaz oynamış.
Puanım : 8,5/10
Çatlak
Neredeyse tek mekanda geçen, aile içi illişkilerdeki maddiyatı çok iyi anlatan bir film. Özellikle en son sahnesindeki akışkanlık çok hoşuma gitti. Senaryo üzerinden bir film değil de doğal ortamdan alınmış bir kayıt gibi.
Puanım: 8/10
Sofra Sırları
Hikayesi başka hikaye ve filmlerden esinlenme olsa da böyle bir Türk filmi izlemek hoşuma gitti. Polisiye, psikolojik gerilim tarzlarını sevenlere yine tavsiye ederim. Bu filmde de senaryo direk Demet Evgar için yazılmış gibi. Üzerine tam oturmuş. Polisiye hikayesinde oldukça fazla açık nokta kalmış. O kısım biraz detaylı çalışılmış olsaymış, çok daha üst seviye bir hikaye ortaya çıkarmış.
Puanım : 7.5/10
Beni Çok Sev
Hikaye çok klişe ve tahmin edilebilir olsa da Sarp Akkaya ve Ercan Kesal’ın oyunculuğu ortaya izlenebilir güzel bir film çıkarmış.
Puanım : 7/10
İzlerken uyuyakalırım filmi olarak açtım ancak , bir an bile göz kırpmadan bitirdim.Uykum da kaçtı. Film başından, sonuna kadar hikayenin sonunu ve gidişatını merak ettiriyor. Başarılı buldum. İzlemenizi öneririm. Puanım 8/10
Sırf romansını okuduğum için izledim. Çok fazla uyarlama izlediğimi hatırlamıyorum, izlediysem de bu kadar kötüsünü izlemedim sanırım. Sinemacılıktan, sinema teriminden pek anlamam, fakat berbat ötesi bir uyarlama olmuş. Yıllar önce yazılan kurgudaki o müthiş tasviri adamlar milyonluk kamerayla yansıtamamış.
Filmin anlatması gereken şeylerin hepsi havada kalmış. Son sahneyi kotarmışlar, onu da bir zahmet yapsınlar deyivereyim. Romansda gizem unsurları vardı ama yazar bunların ipuçlarını bizlere ufaktan yansıtmaya çalışıyordu. Yapımcılar o sahneleri sırf esrarengiz bir hava katsın diye koymuş. Yazık etmişler gerçekten.
Yazar, eserindeki felsefeyi ağdalı bir dille bizlere aktarıyordu. Yahu diyelim kitabı okudunuz. Anlatılanı anlamamak gayet doğal. Herkesin anlayacağı, anlamayacağı şeyler olabilir. Araştırmasını da mı yapmadınız? Dünya çapında illaki bu romans hakkında detaylı incelemeler vardır. Bu film neden yapılmış gerçekten anlamadım. Doğaüstü bir kurgu var, hadi milleti filme çekelim mantığı kullanılmış yüksek ihtimalle.
Romansını okuduğum için ekstra sinirlendim. Kesinlikle izlemenizi tavsiye etmiyorum. Filmi merak ediyorsanız romansını okumanızı öneririm.
Japon korku filmleri bana iyi gelecek temennisiyle dün gece Ringu (Halka) serisine başladım. Birkaç saat önce de serinin ikinci filmini bitirdim. Letterbox’taki puanlamam şöyle:
Sırada Ringu 0, yani intikamcı ruh Sadako Yamamura’nın köken hikâyesini işleyen üçüncü film var. Sadako’nun hikâyesi elbette trajik ancak beni daha derinden etkiledi. Sadako ile bir bağ kurdum sanırım.
Tavsiye eder miyim? E elbette.
Ekleme:Ringu 0 (2000, Norio Tsuruta) da izlendi. Daha farklı bir köken hikâyesi bekliyordum/umuyordum ancak beklentimin altında kalsa da bu film de etkiledi. Ah Sadako ah, upuzun kara saçlarına deli gönlümü bağlasaydım ya.
Ringu 0 için süpriz-kaçıran:
Filmde provası yapılan ve ilk temsilinde olayların patlak verdiği oyun, Eyes Without a Face (1960, Georges Franju) filmi bu arada. Güzel bir gönderme, hoşnut kaldım.
Kitap uyarlamasıymış sanırım. Fena değildi ama ayırdığım vakte değdiğini düşünmüyorum. İzleyecek çok fazla film var.
Görenleri delirten ve intihar ettiren bir yaratık ortaya çıkıyor ve korunmak için gözlerini açmamak zorundalar. Bu şekilde iki çocukla bi’ kadının hayatta kalma mücadelesi…
Filmin etkisindeyim diye mi böyle düşünüyorum bilmiyorum ama sanırım şu ana kadar izlediğim en iyi Tarantino filmiydi. Bir yandan Pulp Fıctıon göz kırpıyor. Yok ya kararımı verdim Django cidden daha iyiydi. Filmin süresi 2 saat 45 dakika ama zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Temposu harikaydı.
Cristoph Waltz yine kusursuzdu. Stephen’ın zenci olup zencilerden nefret etmesi güzel bi’ ironiydi. Favori sahnem yemek sahnesi. Masadaki gerilim, kafatası ve Leonardo’nun oyunculuğu mest etti beni. Alınan intikamlar o kadar iyiydi ki içimin yağları eridi
10/9.5
Kill Bill Vol1 dışında beğenmediğim bi’ filmi olmadı. Bakalım The Hateful Eıght ve Once Upon a Time in Hollywood kaldı izlemediğim. İki filmi de beğeneceğimi düşünüyorum.