Chloe Zhao gerçekten çok büyük bir yönetmen. Nomadland izlediğim en etkileyici filmlerden birisiydi. Kitabını da İthaki bastı geçenlerde. Eternals pandemiye denk gelmiş, kıyıda köşede kalmış ve fanlarca delicesine gömülmüş bir iş. Ben de onun rehavetine kapılıp hep ertelemiş, köşeye fırlatmıştım filmi. Kafamı toplamaya ihtiyaç duyduğum bir dönemdeyim o yüzden ‘‘Açayım, bir izleyeyim hem çerezlik olur.’’ diye düşünüp izledim filmi. Resmen dumur etti beni. Her açıdan yeterli olmamakla birlikte acayip temalar işlemiş. Çok basit, temel ve başka yerde görseniz klişe olduğunu direkt hissedeceğiniz şeyler ile giriş yapıp çok yerinde ve kaliteli şekilde işlemiş yönetmen her şeyi. 3-4 kere ‘‘Tamam işte, bu klişe. Bundan sonra şunu anlatacak.’’ diyorsunuz ve her seferinde ya rota sapıyor beklemediğiniz şeyler söylüyor karakterler ya da beklediğiniz rota öyle iyi işleniyor ki ‘‘Ulan bir dakika, hiç beklemiyordum böyle anlatmasını.’’ diyorsunuz. Hikaye, işlenen temalar, diyaloglar, karakterizasyonlar, görüntü, ses her şey çok iyi. Gerçekten dark timelarda yaşıyoruz, bu film nasıl bu kadar underrated overcriticized olabilir aklım almadı. Ben çok beğendim. Chloe Zhao’nun sonraki işlerini sabırsızlıkla bekleyeceğim.
Şu karakteri her yerde görüyordum. Genç bir kızın sanal dünyada çok ünlü bir şarkıcı olması ve orada yaşadığı bir dizi olay ile kendisi dahil bir kaç kişinin gerçek dünyadaki hayatını ilgilendiren küçük bir maceranın içine atılmasını anlatıyor. Filmi beğendim. Metaverse olayları da keyifliydi. Dragon yatalak biri çıkacak sandım. Sonunu pek beğenmesem de filmdeki konser sahnelerini unutacağımı sanmıyorum. İzlerken bir tık düşüncelere dalıp gittiğim de oldu. Gelecek neler getirecek merakla bekliyoruz.
Bir an için filmi sanal ortamda avatarların birbirine aşık olup gerçek dünyada yaş farkı ve daha pek çok beklenmedik engelle karşılaşması üzerine yoğunlaşacak sandım ama oraya gitmedi bile. Olsa iyi olurdu ama filmin bir noktasında korodaki ablalarımızdan birinin anlattığı kısa anısı filmin bu konuyu da benim beklediğim şekilde yorumlamayacağını anlamamı sağladı. O yüzden iyi ki de film o yöne gitmemiş dedim. Yani olsa olurdu da çok farklı iki filmden bahsediyorum. Biri nere, diğeri nere?
İkinci dünya savaşı öncesi Münih konferansı filmin konusunu oluşturuyor. Oyunculuklar ve çekim başarılı bence.
Dönem ekmek üretmeye devam ediyor.
Robert Harris in Munich adlı eserinden uyarlanmış.
Bu durumun linç kültürü ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Süperkahraman filmleri eleştirmenler (çoğu) tarafından çöp olarak nitelendiriliyor malum. Spiderman vb. halihazırda büyük fan kitlesi olan filmler bu eleştirilerden fazla etkilenmiyor. Eternals yeni tanıtılan bir grup; bu iki durumun bir arada etkilediği, kalburüstü olmasına rağmen hak ettiğini bulamayan bir yapım olduğunu düşünüyorum.
Dünya değişiyor, her şey herkes değişimden nasibini alıyor, açık fikirli olup eleştiri süzgeci oluşturmak da gerekiyor artık. Zaten paramızın kıymeti yok, sinemaya vereceğimiz 30 lira için 30 kez düşünmemiz gerekiyor. Bu yüzden eleştirilere önem veriyoruz, keşke her insanın kişiliğine programlı bir mihenk taşı olsa gidip sorsak.
(Hani bu aşılarda çip vardı, karar verme becerisine ihtiyaç duymayacaktık😅)
Ben açıkçası her türlü filmi izliyorum. Ne sinemadır, ne sinema değildir bir fikrim yok. Ne uğraşacağım yahu, keyif aldığım şeyleri yapıyorum sadece. Marvel’ın tüm işlerini izledim Endgame’e kadar. Sonrasında devam etmedim ama Eternals gerçekten bağımsız bir yapım olarak da çok hoşuma gitti açıkçası. İnsanlar bayağı kötü eleştirmiş bence.
Konuyu zevkler ve renkler tartışılmaz diyerek bağlamak istiyorum Ayrıca guilty pleasure olarak dinlediğimiz müzikler, izlediğimiz videoları ortaya döksek kimsenin elitliği kalmaz diye de ekliyorum
En son 1966 yapımı Persona’yı izledim sanırım…
Öncelikle beynim yandı…
Filmin başlangıcı çok garip subliminallerle başlıyor sonra bir morgda buluyoruz kendimizi beyazlar içinde hareket etmeyen insanları gösterdikten sonra yatakta uzanan bir kadın, çocuğa dönüşüyor. Çocuk bir kitap çıkarıp okumaya başlıyor. Bu şekilde filmin asıl kısmına geçiş yapılıyor. Gereksiz derecede rahatsız edici sesler mevcut film boyunca…
Elektra’yı sahneleyen Elizabeth adlı bir aktris, oyun sahnelenirken birden bire hiç konuş(a)mamaya başlıyor. Psikiyatri hastanesine yatışı yapılıyor ve Alma adında bir hemşirenin bakımına veriliyor. Fizyolojik hiçbir sıkıntısı olmadığından hastaneden ayrılıp deniz kenarında bir evde Alma’yla birlikte kalmaya başlıyor. Film boyunca bir iki yer dışında full Alma konuşuyor. Dinlenilmek istediğinden geçmişte yaşamış olduğu onu etkileyen anıları anlatıyor.
Film boyunca Alma’ya maruz kalmak hoş değildi. Monolog bir tiyatro dinliyormuş gibiydim. Film ilerledikçe Alma tüm duygularını ortaya döküyordu, kıskançlık, korku, utanç, sevinç, heyecanın yanında bir de aşağılık kompleksi. Elizabeth’i çok saygıdeğer, popüler, artist olarak görüyor. Bir yerde Eli ona güvenerek bir mektup teslim etmesini istiyor. Hiç konuşmayan Eli, Alma hakkındaki düşüncelerine mektupta yer veriyor. Yine bir sahnede Eli’nin kocası diye filmde adı geçen ama Alma’nın da kocası olabilecek bir adam çıkageliyor. Kör mü değil mi tam emin değilim ama Alma’yla oldukça samimiydi. Daha sonra bir yerde Eli ve Alma’nın yüzlerinin birleştirildiğini görüyoruz. O zaman Alma=Elizabeth diyebilirim sanırım. Sondaki bir yerde de Alma tüm eşyalarını toplayıp bir otobüse biniyor, bu geçişlerden birinde bir sahne çekiminde oyuncu olan Alma’yı görüyoruz. Bir çok yerde su, yağmur ve damla sesleri vardı bunun bir anlamı var mıdır bilmiyorum olsa iyi olur en baştaki damla sesleri morgdaki kan damlaları gibi rahatsız ediciydi, ürktüm yani. Bir de gözlükler… Gözlüklerin de bir anlamı vardır mutlaka en başta çocuk kitabı okumadan önce gözlük takıyor. Eli/Alma’nın kocasını gözlüklü görüyoruz. Alma mektupları okumadan önce gözlük kullanıyor. Ve bir kaç yerde güneş gözlükleriyle görülüyor. Burada persona ifadesiyle bağlantılı gözlük taktıklarında artık ikinci bir benliğe geçiş yaptıkları düşünülebilir. Gözlüğün bir filtre görevi gördüğü de söylenebilir yorumlayacak kişinin yorumuna kalmış. Film fena değildi. Çok fazla alt mesaj içeriyordu o kadarını idrak edecek bilgim ve yeteneğim yok. Elektra- Çocuğun okuduğu kitap- Bir budistin kendini yakması- ışıkla ve gölgeyle yapılan bir takım oyunlar… Bir şeyler anlatılmaya çalışılmış ama benden bu kadar
Not: gözlüklerin anlamı gözlük takıldıktan sonra artık olaylara bambaşka bir pencereden bakıyor olmakmış. Gözlüğü takmadan önceki kişi ile gözlük takıldıktan sonraki kişi yine filmin ismine atfen farklı personaları ifade etmekteymiş.
Yıllardır izlemek isteyip hep ertelediğim bir seriydi ve artık başlama zamanı diye düşündüm. İzleme sırası hakkında biraz kararsız kalsam da çıkış tarihine göre izlemeye karar verdim. Ancak yine de, Machete izleme sırasına göre mi izlesem diye düşünmüyor da değilim. Onda Episode I’in izlenmesine gerek olmadığını ve Ep. VI’nın II ve III’den sonra izlenmesi tavsiye ediliyor. Sürprizbozanlığı ortadan kaldırıyormuş… Bu konuda tavsiyeye açığım.
Tercih meselesi aslında. Ben çıkış tarihlerine göre kronolojik olarak izlemeyi tercih etmiştim. Siz sürprizbozan olmasın diyorsanız serinin kendi içindeki ilerleyiş şekline göre izleyebilirsiniz (A New Hope ile başlayıp Anakin Skywalker üçlemesi ile devam edip orijinal üçleme’ye geçme vs şeklinde.)
Dediğim gibi tamamen size kalmış, sadece üçleme sıralarını belirlemek gerekiyor.
Eski bir askerin öyküsü. John Wick’e aşırı benzese de ben ondan daha güzel buldum. Bir dövüş sahnesi vardı ki 2-3 kez izledim, çok güzeldi. Aşağıya bırakıyorum o sahneyi.
Çerezlik bir film bence ama güzel bir çerez.
Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir karmaşayı önlemeye çalışan bir ajanın öyküsü. Zaman kavramı üzerine farklı bir bilimkurgu filmi. Nolan’ın bir önceki filmi Dunkirk, beni aşırı derece sıkmıştı ama bu filmini çok beğendim. Birkaç hatası var ama konu ve işlenişi güzeldi.
Ekşiciler pek beğenmemiş ama güzel film izlememezlik yapmayın Nolan filmi sonuçta.
Hocam Tenet’in bana göre gereksiz bi’ zorlaması vardı. Mesela İnception ilk izlediğinde kafa bulandırıyor ama ikinci üçüncü izleyişte neyin ne olduğunu az çok oturtuyorsun kafanda. Tenet benim de hoşuma gitmemişti. Özellikle kırmızı takım mavi takım kısmında tamamen bomboş perdeye bakmıştım sinemada. Dunkirk ve Tenet benim için hayal kırıklığı. Oppenheimer güzel olur inşallah.
Zamanın en zengin ve en cimri adamı Jean Paul Getty’nin kaçırılan torununu anlatıyor. Gerçek bir olaydan esinlenilmiş ama sanıyorum -en azından araştırdığım kadarıyla- sonlara doğru tarihi gerçeklikten biraz kopmuşlar. Film için bazı yerlerin baştan kurgulanması pek tabii mümkün ama sanki olayları biraz farklı yöne evrilmiş gibi geldi. Yine de izlenebilecek ilginç bir film. Yönetmen Ridley Scott olduğu için abimizin hayranları zaten izlemiştir diye tahmin ediyorum.
Al işte, kendi ayağına sıkmışsın hocam. Diyoruz sana, önce kitabı oku sonra filmini izle.
Dün filmi izledim, sağlamdı. Enteresan bir vakaydı. Herkes bu derece şerefsizken, kimin doğruyu söylediğine emin olmanın imkânı yok. Güzel bir unreliable narrator örneğiydi. Marguerite’in ölüm cezasını dahi göze alıp Le Gris’i itham etmesi tabii muhtelemen onun versiyonunu gerçeğe birazcık daha yaklaştırıyor. Günümüzün tarihçilerinin çoğunluğu Le Gris’in büyük bir olasılıkla suçlu olduğunda hemfikirler.
Bir de ilginçtir, Jean de Carrouges düelloyi kazandıktan sonra gidip Haçlı Seferleri’ne katılmış. Ridley reyiz bu kadarına değinmiş. Meğersem bizim Jean gitmiş Türklere artislik yaparken Niğbolu Muharebesi’nde cartayı çekmiş.
Ya işte Jean reyiz, Osmanlılarla savaşmak öyle artiz artiz mızrak vuruşturmaya benzemez.
Hahah, bu kitap için biraz öyle olmuştu maalesef. Carrouges da para bittikçe sefere katılıp duruyor amaa haçlıdan geri döndürmezler işte sağlam kayaya tosladı bu sefer
Bu arada filmin ödül sezonunda komple görmezden gelindiğini, üstüne bir de Ben Affleck e en kötü yardımcı erkek Razzie adaylığı verdikleri detaylarını vereyim Aslında nispeten beğendiğim bir film ama sanırım Ridley Scott ın devri bitti artık. Bu sene iki büyük bütçeli ve ödül hedefleyen filme girişti. The Last Duel ile sıfır çekti, House of Gucci ile ( amanın ne fecaat filmdir ) en iyi saç/makyaj adaylığı aldı anca bir tane.
Tabii bu Ridley Scott ı durdurur mu? Hemen Blade Runner a devam dizisine girişmiş
Allah allah, Ben Affleck’e nasıl Razzie reva görüldü ya. Ben ciddi olarak çok beğendim oyunculuğunu, Adam Driver’la olan etkileşimi film boyunca en zevk aldığım ayrıntılardandı.
Yok abi, herhalde SJW veya Woke gücendirmiştir. Bu aralar bu ruh hastalarının neye alınacağı belli olmuyor. Ondandır boykot.
Çok da şey etmemek lazım. Ridley reyizin de umrunda olmaz, son kale gibi adam.
Sinemada ve edebiyatta, vampirlerin entelektüel yönüne hep atıfta bulunur ama ana konusu entelektüellikleri olan pek bir eser ortada yok. Bu film biraz ilgili herkesin görmek isteyeceği o sanatsal yöne sahip ve bununla alakalı fikirleri olan vampirleri işliyor. Aktarımı birazcık yüzeysel buldum, diyaloglar arasına serpiştirilmiş tatlı ayrıntılar olsa da daha yoğun düşüncelere sahip gerçekten yaşlı hissettiren iki karakter görmeyi çok isterdim. Bir yerde sohbetlerinin yüzeysel kaldığını kendileri de söylüyor, bu açıdan duvarları aşan ve benim gibi düşünenlere bir mesaj var bence.
İzlerken her sahnesinden keyif aldım. Film beni içine alıp, aynı duyguları yaşatabilmeyi de becerdi. Vampirlerin detaylı görmediğimiz yönleri ve birkaç hoş ayrıntıya sahip, güzel bir filmdi.