Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Hocam eline sağlık, çok güzel olmuş ama o kadar büyük paragrafları okurken ben biraz zorlandım. Biraz bölüp aralara da boşluk koyarsan takip etmesi daha kolay olur. Naçizane önerim. :slight_smile:

1 Beğeni

Teşekkür ederim, yararlı olduysa ne mutlu. :slightly_smiling_face:

Bunu bilmiyordum… Şimdi siz deyince baktım. Bir dahaki siparişimde kesin yer veririm ona da. Teşekkürler tavsiye için. :slight_smile:

Evet, okuyacaksınız ben de İş Bankası Yayınları’nı öneririm. Dediğim gibi ön sözü çok kapsamlı ve yararlıydı. İçinde neredeyse hiç yazım hatasına da rastlamadım. Tertemiz hazırlanmış.

1 Beğeni

Teşekkürler. :joy: Aklıma gelmemiş ayırmak. Sonra fark ettim siz deyince. Şimdi düzelttim bir iki paragrafı. Daha iyi olmuştur umarım. :slightly_smiling_face:

Üç öykü derlemesi içinde Yetenekliler Dünyası için en iyisi diyebilirim galiba. İkinci ciltteki çaylaklık dönemi öykülerinden sonra bu ciltte neyi neden yaptığının daha çok farkında olan bir P.K.D var karşımızda.

Önsözlerde hep beş ciltlik bir öykü derlemesinden bahsediliyor. Ama Türkçe olarak üç cilt var. Derlemenin akıbeti nedir, nasıl olacak çok bilmiyorum açıkçası. O yüzden bu bir veda okuması gibi geçiyor benim için.

Çoğu bilimkurgu kitabının ana merkezinde yer alacak bilimkurgu öğeleri P.K.D öykülerinde öylesine şeyler gibi gelip geçiyor gözlerimizden. P.K.D aslında her zaman insanı merkez alan bir yazar, bana kalırsa. Onun hırsını, riyakar doğasını, gelişimini, gelişirken neleri tükettiğini, evreni nasıl kavradığını veya kavrayamadığını ve daha insanla alakalı benim farkındalığımı aşan birçok şeyi işliyor.

Bunları işlerken takındığı mizahi tavrı (veya yerine göre kara mizah) seviyorum, çünkü zekâsını ele veriyor. O kadar çok hikayesini okudum ki artık bakalım bu nasıl beklenmedik bir şekilde bitecek diye başlıyorum hikayelere. Öyle olunca da ortalama 30 sayfa olan hikayeler, merakla bir çırpıda bitiyor.

Hikayelerin hepsi olmasa da bir çoğu bittiğinde insanı, dünyanın ya da insanlığın başına böyle bir şey gelse ne olurdu veya kulağa ne kadar absurd gelse de aslında cidden böyle olabilir diye düşündürüyor.

Çok da uzatmayalım. Ben severek okudum umarım okuyacak herkes de severek okur.

23 Beğeni

6 adet gönderi şu konuya taşındı: Rıhtım Kamarası

image
Halit Ziya Uşaklıgil - Mai ve Siyah

Okuduğum bazı yorumlarda bu kitabın Servet-i Fünun dergisi etrafında dönen edebi tartışmaları öğrenmek için en iyi kaynak olduğu yazıyordu, gerçekten de öyleymiş. Kitabın bazı yerlerinde örtük olarak, bazı yerlerinde de açık olarak dönemin en önemli edebi olayları anlatılıyor.

Sanırım Raci karakteri Muallim Naci’yi, Ahmet Cemil karakteri ise Tevfik Fikret’i simgeliyor. Ali Şekip karakteri ise Ahmet Mithat Efendi’ye çok benziyordu. Tevfik Fikret’in kız kardeşiyle, Ahmet Cemil’in kız kardeşinin yaptıkları evlilikler arasında büyük bir benzerlik vardı. Benim çıkarabildiğim bağlantılar bu kadardı.

Türk Edebiyatı Klasikleri arasında okuduğum teknik olarak en iyi roman oldu. Sadeleştirilmiş versiyonunu okuduğum için kitabın dili hakkında yorum yapamayacağım, ama geri kalan yönlerden Batılı romanlarla aynı seviyede bir roman olduğunu söyleyebilirim. Kitaptaki Ahmet Cemil karakteri, Prens Mişkin’den sonra kendisine en çok kızdığım karakter oldu.

22 Beğeni

10653558276146

Bu sefer erkenden döndüm bu başlığa :joy: İlk kitap Agatha Christie’nin “Işıklar Sönünce” kitabı. Kitap kısa kısa yedi hikayeden oluşuyor. Agatha’dan ilk defa böyle hikayeler okumak değişik geldi. Aşk, sevgi, gizem ve daha çeşitli konularda yazdığı kısa hikayeler. Ben okurken çok beğendim, sıkmayan, akıcı bir kitap. İçerisinde Hercule Poirot’da var. Bir Agatha hayranı daha ne isteyebilir ki :smile:

İkinci kitap ise Halit Kakınç’ın “İnsaymun” kitabı. Bu kitabı herhalde evrim ağacı youtube kanalında görmüştüm. Tam emin değilim başka bir kanal da olabilir :joy: Kitapta maymun deneyleri, evrim, türler arasındaki farklılıklar-benzerlikler gibi konular ele alınmış. Zorlayıcı bir kitap değil kesinlikle. Hiç bu konularda bilgisi olmayan ama merak edenler rahatlıkla anlayabilirler. Bana biraz kolay bilgiler, basit açıklamalar gibi geldi ama dediğim gibi benim bu tarz konulara merakım olduğundan zaten çoğu bilgiye vakıftım. Ama yine de beğenerek okudum.

18 Beğeni

19220_1472822722
Labirent serisinin 2. kitabı - Alev Deneyleri
Macera kaldığı yerden devam ediyor ama buna macera denebilir mi ki? Sahiden her şey o kadar karışık ki, kime güvenmemiz gerektiğinden emin olamıyoruz. Hiçbir şey göründüğü gibi değil…
Direkt ilk kitabın devamı olarak ilerliyor ve daha ilk sayfalardan şaşırtıyor. Bu sefer gerilim daha fazlaydı, Teresa’nın ihaneti yeteri kadar kafakarıştırıcıyken bir de aslında ihanet etmediğini öğrenmek .
Dünya’nın yokoluşu, Güneş patlamaları, salgın, virüs, pandemi, karantina, deneyler, modeller, tedavi bulmaya çalışmak… Olaylar sahiden şaşırtıcı bir şekilde ilerliyor, kitabı bırakmak imkansız bir kere. Yaklaşık 3-4 saattir bu kısmı da okuyayım sonra devam edeyim diyordum, bir baktım bitmiş bile. 3. kitap için sabırsızlanıyorum.
10/10 puan kırmak için bir neden bulamadım.

12 Beğeni


Kitabı az önce bitirdim. Öncelikle şunu söylemem lazım ki genel okuyucu kitlesinin aksine H.G. Wells’in anlatımını hep sıkıcı bulmuşumdur. Linç yemem umarım. :joy: Gerçi bu zamana kadar sadece ‘‘Zaman Makinesi’’ ve ‘‘Dünyalar Savaşı’’ kitaplarını okudum. Bu her üç kitabında da hikâyenin içine girmemi engelleyen bir anlatım tarzı vardı. Sanıyorum ki benim sıkıntım bu tür hikâyelerin birincil şahıs ağzından anlatılması. Aynı durumu Mary Shelley’nin ‘‘Frankenstein’’ romanında da yaşamıştım. Uzun uzun iç dökmeler, olayı inandırıcı kılmak için mantıklı sebepler sunmaya çalışarak karakterlerin sürekli kendilerini kendilerine açıklamaları falan… Nedense bu tarz bende tutmuyor. Yazarın, olayı gerçekçi kılmaya çalışırken karakterin kendi düşüncelerine mantıklı çıkarımlarda bulunarak okuyucuyu ‘‘gerçekçi bir inandırıcılığın’’ içine sokmaya çalışması bende ters teperek hikâyeden uzaklaştırıyor. Derdimi anlatabildim mi bilmiyorum. :joy:

Yine de yazıldığı dönemin şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Her ne kadar Shelley’nin ‘‘Frankenstein’’ kitabını da sıkılarak, zoraki bir şekilde okusam da (aynısı ‘‘Genç Werther’in Acıları’’ için de geçerli. :joy:) Wells’in bu kitabında da ilk başlarında zorlayarak ilerlesem de dönemlerinin en sıra dışı, bilimkurgu türünün avangart eserleri kendileri. Gerçi, bu romanın tam olarak bir bilimkurgu romanı olup olmadığına dair şüphelerim var yine de. Korku ya da gotik edebiyatın içinde anılması daha yerindedir diye düşünüyorum; son sözde belirtildiği gibi.

Kitabın ilk yüz sayfasını dün okudum. Bu ilk yarısında epey sıkıldım. Fakat bugün diğer yarısını okumaya başladığımda olayların gelişmesi ve hikâyenin dinamik bir yapı kazanmasıyla beraber akıp gitti. Konusuna dair bir şey yazmayacağım arka kapağında zaten yazıyor her şey. :joy: Doktor Moreau’nun uzunca bir konuşma yaptığı bir kısım vardı. Sanırım kitabın en çok sevdiğim kısmı orası. Wells, Moreau’nun fikrî yapısına daha çok yer verse çok daha iyi olurmuş diye düşünmedim değil. İlkellik ya da vahşilik ve modernite arasındaki o köprüyü gayet güzel bir şekilde aktarmış Wells. Yine de dediğim gibi şu birincil ağızdan anlatma olayıyla sürekli betimlemeler ve açıklamalarla romanı doldurmak yerine Moreau ve Prendick’in arasında geçen fikrî diyaloglar olsaymış daha çok zevk alırmışım gibi geldi. Yine de beğendiğim bir roman oldu. Son olarak, geçen gün ‘‘Ben, Robot’’ için İthaki BKK serisinin içinde okuduğum en iyi çeviriydi demiştim; şimdi fark ettim de H. G. Wells’in ‘‘Dünyalar Savaşı’’ ve bu romanının çevirileri de çok iyiymiş. Gayet güzeldi.

Aşağıya okuma etkinliği için spoilerlı bir şeyler daha yazacağım.

Bugün evde otururken öylesine bir şeyler düşünüyordum ve aklıma şöyle bir söz düştü: Uygarlık, vahşi dürtülerimizin üzerine geçirdiğimiz şaşaalı bir kıyafetten ibaret. Sanırım modernite de bu kıyafetin en parıltılı ve göz alıcı ama bir o kadar da iki yüzlü bir parçası. Doktor Moreau aslında kendi adasının tanrısı olan bir adam. Yaratma ihtiyacından doğan bir dürtüyle yapıyor her şeyi. Ulvi bir amaç takınarak tanrılaşmak istiyor her ne kadar metinde bu çok belirtilmese de. Tıpkı Prometheus gibi. Ya da Doktor Frankenstein (ya da Modern Prometheus :p) gibi. Moreau bu adanın metaforik bir uygarlık simgesi. Dikkat ettiyseniz Moreau öldükten sonra bütün insansı hayvanlar, insanlığını kaybetmeye başlıyor ve yavaş yavaş vahşiliklerine geri dönüyorlar; ilkelliklerine dönüyorlar. Konuşmayı unutuyorlar ve düşünmek eylemi usul usul yitip gidiyor. Bugün biz insanların hayatından uygarlık diye bir şey çıkıp gitse -ve dolayısıyla bizi diğer hayvanlardan farklı kılan özelliğimiz ‘düşünmek’ eylemi yok olsa bir anda- tıpkı Moreau’nun yaratıkları gibi doğaya karışır, vahşi dürtülerimizin bizi yönetmesine izin verir hâle geliriz.
Gelelim birey ve toplum ilişkisi açısından incelemeye. Prendick’in adaya düştüğü andan itibaren biteviye bir hâlde Hayvan Halk’ının insansı özelliklerine ve dolayısıyla onların insan gibi olmalarına vurgu yapması boşa değil. Burada Wells’in insanın hayvansı doğasına insan-hayvan kavramlarıyla bir karşıtlık oluşturarak içsel vahşiliğimizi yüzümüze vurma çabası anlaşılıyor. Prendick’in son günlerinde onların vahşiliğine alıştıktan sonra ‘‘kendi topraklarına’’ dönmesi ve ‘‘kendi insanlarına’’ yabancılaşması çok manidardır. Zira modern insanın uygarlık kılıfı altındaki vahşiliğini görmektedir artık. Gözündeki ‘‘modernite perdesi’’ artık kalkmıştır. Tamamen kendisiyle ve kendi doğasıyla yüzleşmektedir. Topluma yabancılaşması aslında bir nevi kendisine de yabancılaşmasıdır. Bu yüzden iki yüzlü bir toplumun içinde yaşayamaz ve kendi içsel dünyasına çekilir ki kendini tanıyabilsin ve onu insan yapan şeyi irdeleyebilsin. Ayrıca en sonunda, insanı hayvanlardan ayıran yegâne şeyin daha da iyi farkına vardığını belirterek ulvi bir amacın peşinden giden bir hayatın yüceliğine atıfta bulunup anlamlı cümlelerle bitiriyor sözlerini.
‘‘Nasıl ve neden olduğunu bilmesem de gökyüzündeki o pırıl pırıl yığınlarda sonsuz bir huzur ve güvenlik buluyorum. İçimizdeki, bizi hayvandan daha fazla bir şey yapan her neyse, tesellisini ve umudunu, insanların günlük dertleri, günahları ya da sorunları arasında değil de maddenin engin ve sonsuz yasalarında bulmalıdır sanırım. Öyle umuyorum, yoksa yaşayamazdım. Ve böylece öyküm, umut ve yalnızlık içinde sona eriyor.’’

13 Beğeni

Anna Karenina’yı bayadır okumayı düşünüyordum ve yeni yılla birlikte okumaya başladım. Biraz uzun bir kitap ama kendini okutuyor. Dan Brown tarzı(büyük ihtimalle Dan Brown Tolstoy’dan esinlendi) kişilerin hikayelerini parça parça anlatıp bütün bir hikaye çıkarıyor karşımıza. Ve bu türü Dan Brown’ın kitaplarından okuduğum kadarıyla hiç sevemedim. Ama karakterlerin farklı dünyaları ve farklı hikayeleri o monoton ve belli bir hikaye örgüsüne bağlı olan diğer anlatım türlerinden uzak olması hoşuma gitti(Tolstoy olduğu için sanırım, Dan Brown uzak dursun) arada bu tür roman anlatımları iyi oluyor. Sürekli basit giriş-gelişme-sonuç ve 3-4 ana karakterin etrafında olduğu kitaplar sıkıcılaşıyor sürekli anyı anlatım tarzı okuduğum için sanırım. Daha kitabı bitirmediğim için şimdilik bu kadar.

3 Beğeni

Parçalanmış İmparatorluk Serisi, Grimdark bir kurgu olması nedeniyle ilgimi çekmişti. Grimdark, genellikle ahlaksızlığın ve şiddetin yoğun yaşandığı evrenlerde geçen, karakterlerinin anti-kahraman olduğu bir alt tür. Bu türde eserin az sayıda olması ve dilimize çevrilenin bundan daha az olması nedeniyle merakla okudum.

Üçleme Honorous Jorg Ancrath’ın, öldürülen annesi ve kardeşinin intikamını almak üzere yaşadığı hisardan ayrılışını ve prenslikten imparatorluğa yükselişinde yaşadıklarını konu alıyor. Bu yolculukta ona eski mahkumlar eşlik ediyor. Elbette etrafta kara büyü de kol geziyor.

Üç kitapta da geçmiş ve gelecek karışık biçimde anlatılıyor. Bir yandan Jorg’un üç beş yıl önce yaşadıklarını okurken bir yandan şu anki maceralarını okuyoruz. Bu durum okurken beni biraz yorsa da her kitap bittiğinde hikâye kafamda tamamlandı.

Dikenlikler Prensi’nde olaydan ziyade evreni ve Jorg’u tanıyoruz. Jorg’un kötücül ve hırslı yanı iyi anlatılmış. Onu antipatik bulacağımı düşünmüştüm; ama kitap bittiğinde onun iç sesini okumayı sevdiğimi fark ettim. Ancak sonraki kitaplarda Jorg’un bu kötücül yanının azalması, olgunlaşması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Onun daima acımasız ve şerefsiz olmasını dilerdim. Sonuçta her zaman böyle kitaplar bulamıyoruz. :face_with_hand_over_mouth:

En sevdiğim şey neredeyse hiçbir tahminimin tutmaması oldu. Bu mutlaka olacaktır dediğim şeylerin hiçbiri olmadı. İkinci kitapta biraz sıkılmıştım ama son kitaptaki birkaç sürpriz ve hızlı gelişen olaylar ile olumlu hatırlayacağım bir seri oldu.

Fantastik kurgu konusunda birikimim olmamasına rağmen yaşıma ve aklıma güvenerek okuduğum bir seriydi. Gerçekten bazen okuduklarımı hayal etmekte zorlandım. Halen finalini anlayıp anlamadığımdan emin değilim. Yine de oldukça etkilendim. Yazarın anlattığı evreni aşama aşama genişletmesi, kattığı yenilikler ve bu dünyadan anlattığı dünyaya aktardığı her şey çok güzeldi. Yazarın başka eserlerini okur muyum? Evet, mutlaka okumak isterim. Böyle eserler cidden insanın imgelemini zenginleştiriyor. Ancak bir süre yapısı daha basit olan fantastik kitaplar okumam gerektiğine ve bu türe alışmam gerektiğine de eminim. :slightly_smiling_face:

34 Beğeni

Robert A. Heinlein Okuma Etkinliği ile İthaki Bilimkurgu klasiklerinden çıkan Heinlein kitaplarını geçtiğimiz aylarda okumuştuk. BK okuyucuları arasında en çok okunan ve forumda diğer kitaplarına göre seveni bol olan Yaban Diyarlarda Yabancı, en son okuduğumuz kitap olmuştu. @Okuryorum kitapla ilgili incelemesini bu başlıkta ve Yaban Diyarlarda Yabancı başlığında paylaşmıştı. Kitapla ilgili fikirlerine büyük ölçüde katılıyorum. Okuduklarım arasında en az sevdiğim Heinlein kitabı oldu. Yeni yıla daha çok seveceğim bir kitap ile başlamak istedim ve İkiz Yıldız’ı okudum.

Lorenzo Smythe adlı oyuncudan önemli bir şahsiyetin yerine geçerek dublörlük yapması istenir. Teklifi kabul eden kahramanımızın başından geçenler Dünya, Ay ve Mars üçgeninde akıcı bir dil ile anlatılıyor. Kısa bir politik-bilimkurgu romanı İkiz Yıldız.
Kitap biraz daha uzatılarak hem politik atmosfere hem de karakter çeşitliliğine daha fazla yer verilebilirdi. Ancak genel olarak romanı beğendim.

Heinlein, fikirlerini kitaplarında ki ‘bilge’ kişilerce bize aktarmayı seviyor. Bu karakterlerin tamamının, Ay Zalim Bir Sevgilidir ‘bilgesi’ Profesör Bernardo de la Paz hariç babacan-otoriter olarak tanımlanması yerinde olacak. Bu kitapta da John Joseph Bonforte aracılık ediyor yazara.

Heinlein piyasa anarşisine sonuna kadar inanan, vergi düşmanı, bir anti-komünist. Bu kitapta fikirlerini açıkça beyan ediyor zaten.

Ama bu özgürlükçü olduğu anlamına da gelmiyor.

“Demokrasi en iyi niyetli yaklaşımla bile zavallı bir sistemdir; onunla ilgili söylenebilecek tek iyi şey, insan ırkının denemiş olduğu diğer sistemlerden yaklaşık sekiz kat daha iyi olmasıdır. Demokrasinin en büyük kusuru, liderlerinin oy aldıkları seçmenlerin erdemlerini de kusurlarını da taşımalarıdır; moral bozucu derecede düşük bir düzey ama başka ne bekleyebilirsin?” (Yaban Diyarlarda Yabancı)

“Burası da tüm iyi ailelerde olduğu gibi anarşi ve tiranlığın bir karışımıdır, demokrasiye yer yoktur.” (Yaban Diyarlarda Yabancı)

Heinlein liderin her şeyi bildiği ve buyruklarının yerine getirildiği, otoriter/tiran sistemlerin ‘bilge’ önderlerce yönetildiği ve sorumluluklarının bilincinde vatandaşlara sahip olduğu sürece özgürlüğü de tesis edebileceğini düşünüyor. Eğer bilge liderlerce yönetilmiyorsanız isyan etmekte de sonuna kadar da haklısınız.

“Ben özgürüm, etrafım hangi kurallarla sarılı olursa olsun. Eğer onları katlanılabilir bulursam, katlanırım; eğer fazla iğrenç bulursam, çiğnerim. Özgürüm, çünkü yaptığım her şey için ahlaken sadece benim sorumlu olduğunu biliyorum.” (Ay Zalim Bir Sevgilidir)

“Ahlak açısından ‘devlet’ diye bir şey yoktur. Sadece insanlar vardır. Bireyler. Her biri kendi hareketinden mesuldür.” (Ay Zalim Bir Sevgilidir)

Ve Heinlein kanımca en çok apolitik öylesine yaşayan insanlardan hoşlanmıyor.

“Taraf tutun! Daima taraf tutun. Bazen yanılabilirsiniz ama taraf tutmayı reddeden her zaman yanılır! Tanrı bizi bir seçim yapmaktan korkan namertlerden korusun.” (İkiz Yıldız)

20 Beğeni

BLACK STONE HEART (THE OBSIDIAN PATH #1)

KONUSU

Khraen bilmediği bir yerde, kara toprağın içinde tek başına uyanır. Hatırladığı tek şey, parçalanmış ve parçaları dünyanın dört bir yanına saçılmış olan taş kalbidir.

Bulduğu her parçayla bir zamanlar olduğu adama tekrar dönüşecek, adım adım bu yolu takip edip korkunç geçmişini hatırlayacak.

Bir kadın vardı, bir kılıç vardı ve de kederin bir sonu vardı…

DÜŞÜNCELERİM

Michael R. Fletcher en sevdiğim fantastik serilerden birinin(Manifest Delusions) yazarı. O yüzden yeni bir grimdark serisine başladığını duyunca hemen atladım.

Kitapta birinci kişi anlatımıyla Khraen’i takip ediyoruz. Issızlığın ortasında uyandıktan sonra kalbinin ve hafızasının peşine düşüyor. Bazı parçalar için dünyayı yöneten büyücülerin girilemez kulelerini soyması gerek; bazı parçalar için de farklı şeyler hatırlayan ve farklı insanlara dönüşmüş ikizlerinin kalplerini deşmesi.

Kan ve sefalet dolu bu dolambaçlı yolculuğunda Khraen kendine binbir soru soruyor ve bulduğu her cevapla da yeni birine dönüşüyor. “Nasıl öldüm? Neden dirildim? Eskiden kimdim? Kötü biri miydim? Tekrar ona dönüşmeli miyim? Eski ben nerede yanlış yaptı? Hafızalarımı yaşadığımdan farklı bir sırada geri kazanırsam farklı biri olur muyum? Düşmanlarım hala hayatta mı?”…

Hikaye odaklı, gayet sürükleyici ve sürprizlerle dolu bir kitaptı. Tamamlanmış olsa peş peşe okuyup bitirirdim, ama bekleyeceğiz artık. M.R. Fletcher indie bir yazar olduğundan Türkçeye çevrilme ihtimali sıfır.

19 Beğeni

Eğer yanlış anlamaz iseniz ben bu kitabın biraz abartıldığını düşünüyorum. Kötü kitap değil ancak reddit’e aşırı yükseltiyorlar seriyi. Malazan gibi serilerin üstüne koyuyorlar bence o kadar iyi değil. Aynı zamanda o kadar karanlık bir kitapta degil. Ama ben ilk kitabı severek okudum.

Şimdi merak ettim acaba forum ahalisinin bu seri hakkındaki düşüncesi ne? Büyük ihtimalle çoğunluk benim gibi sevmistir.

Mark Lawrence’ı inanılmaz severim. Gerek bloğunda sektörle ilgili yazıları olsun gerek Goodreads’te kitap incelemeleri olsun takip ederim. Ama kitaplarını bir türlü sevemedim.

Zevkler farklıdır tabi ama Malazan’la Parçalanmış İmparatorluk’un fantastik edebiyat ürünleri olması dışında hiçbir ortak yanları yok, aynı alt türe de ait değiller zaten. Ben Parçalanmış İmparatorluk’u yüksek tempolu olması, klişelerle dalga geçmesi, kadronun gri hatta simsiyah karakterlerden oluşması nedeniyle en çok First Law’a benzettim. Her ne kadar karşılaştırmayı sevmesem de iki seryi kıyaslayınca Parçalanmış İmparatorluk’un amaçladığı her şeyi ve fazlasını First Law’ın daha iyi yaptığını düşünüyorum.

5 Beğeni

Malazandan daha fazla önerilmesi normal, çünkü hem Malazan gibi 10 bin sayfalık bir seriyi okuyan sayısı çok daha az hem de fantastiğe yeni başlayan birine genelde Malazan önerilmiyor.

Benim okuduğum ilk serilerden biri olduğu için yeri ayrı. Jorg’u da severim dünyasını da.

1 Beğeni

Mark Lawrence’ı bende çok severim. Çok aktif bir yazar her yerde yorumlarını görüyorum. Goodreads sitesinde kitaplarla ilgili bir sürü yorumu var.

Bence Parçalanmış İmparatorluk karanlık ve vaddetigi anti hero konusunda sınıfta kalıyor. Jorg bir anti hero sıkıntı yok ancak kan donduracak biriside değil. Ama insanlar Jorg’u bir anlatiyorlarki sanki dünyanın en kan dondurucu karakteri gibi. O yüzden biraz abartildigini düşünüyorum.

Bu arada Malazan ile Parçalanmış imparatorluk nasıl aynı kulvarda değiller 2 kitapta grimdark türüne ait değil mi?

@M3rett0 ilklerin yeri hep ayrı oluyor. Insan daha bir duygusal yaklaşıyor.

2 Beğeni

Grimdark’ın ne olduğu konusunda tartışmalar çok dönüyor. Ama bu türe ait kitapları tek bir çatı altında toplayan yegane unsur ‘‘Umudun yokluğu’’ olarak kabul ediliyor. Malazan her ne kadar karanlık yerlere gitse de umut hep hakim.

1 Beğeni

Bu arada Malazan ile Parçalanmış imparatorluk nasıl aynı kulvarda değiller 2 kitapta grimdark türüne ait değil mi?

Biri 1250 sayfa biri 10 bin küsur sayfa. Biri tek karakter pov, diğerinde sayısını bilmediğim kadar pov.

1 Beğeni

Ben de seviyorum Lawrence’ı, gerek kitapları gerekse community’ye desteği ile önemli biri. Ayrıca yapay zeka ile uğraşıyor diye biliyorum. Sadece SPFBO bile ciddi emek.

Parçalanmış İmparatorluk ise sevdiğim serilerden. Jorg’un yaşı biraz sorun olabiliyor okuyanda (bende olmuştu), onun haricinde hem grimdark hem de post apocalyptic bir fantastik okumak çok farklı bir deneyimdi. :slight_smile:

Malazan karşılaştırmasına girmiyorum (bu arada isteyen istediği kitabı istediği kitapla karşılaştırabilir, bunun önünde hiçbir engel yok bana göre), en son girdiğimde başıma gelmeyen kalmadı. :sweat_smile: