Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Hocam yanlış anlamazsanız Dost Körpe’nin kaç tane çevirisini okudunuz sorabilir miyim?



100’den fazla kitap çevirmiş. Çevirdiği yazarlar da hep önemli isimler.

Frank Herbert, Edgar Allen Poe, Clive Barker, Mervyn Peake, Ali Smith, H.P. Lovecraft, Jo Nesbo, Jose Saramago, Stephen King, Tess Gerritsen, JK Rowling, Margaret Atwood, Philip K. Dick, Shirley Jackson

İş yaptığı bazı yayınevleri; İthaki, Doğan, Oğlak, Domingo, Everest, Kabalcı, İş Bankası, Pegasus, Metis, İnkilap, Sel, Sia, Siren, YKY, E Yayınları

Kitapyurdu’nda 140 kitabı çevirmiş görünüyor. Bazı kitapların farklı yayınevlerinden çıktığını da düşünürsek 100’den fazla kitap çevirmiş muhtemelen yine de.

Çok farklı bir profil gerçekten. Çiğdem Erkal 8 yaş daha büyük olmasına rağmen sadece 50 eser çevirmiş görünüyor.

Dost Körpe’nin çevirdiği yazarların hep yüksek profil olması ve çok farklı yayınevleriyle çalışmış olması oldukça ilgi çekici. Merak ettim doğrusu kendisini ve bu başarının sırrını.

2-3 firmayla iş yapmış olsa hadi neyse diyeceğim de bu kadar çok şirketle iş yapabilmek büyük başarı doğrusu.

1 Beğeni

Wells’den Görünmez Adam’ı okumuştum çevirmeni tanımadığım zamanlarda. Fahrenheit faciası kadar olmasa da yine bir kitaba göre oldukça anlam sıkıntısı yaşadım. Cehennemlik Yürek eserini açtım, daha ilk sayfada yazım hatasını görünce gülümseyip duvara fırlattım. En azından ilk sayfanın içerisinde anlam karmaşası olmadığını söyleyebilirim, ilk sayfa itibariyle başarılıydı.

Bunu gerçekten ben de merak ediyorum. Hayır, tepkiyi sadece ben mi gösteriyorum derseniz, Dost Körpe yazdığınız her yerde adama illa birileri bir çevirisi yüzünden sövmüş. Ekşi’ye girseniz küfür kıyamet. Neden bu büyük firmalar, büyük yazarları bu adama emanet ediyor? Ya da herhangi bir çeviri emanet etme sebebi nedir? Açıklamaya kalksam uzun sürecek. Adı çıkmış, tanımadık çevirmene gitmesin, arkası sağlam, o, şu, bu; gerçekten bu kadar çok tepki gören birinin çevirisine neden müsaade edilir bilmiyorum.

Çiğdem Erkal 2-3 kuruş için kendisine iş yükü bindirmeyip saçma sapan çeviri yapmamak adına Dost Körpe’den geri kalmış olabilir.

1 Beğeni

Hangi kitaplarını okuduğunuzu sorma sebebim acaba sadece İthaki’nin bastıklarında mı problem var onu öğrenmek biraz da.

Çünkü Yekta Kopan’ın söylediği gibi bir şey de var. Artık konu Dost Körpe’nin kendisini de aşmış dediğiniz gibi ekşisözlük, forum ve twitterda benzer yorumlar olmasına rağmen bu kadar yayınevinin kendisiyle çalışmaya devam etmesi çok garip. 1 tanesinde editör kontrolü, son okuma vs yok diyelim tüm yayınevleri mi aynı. Bu metinleri kimse kontrol etmiyor mu? Noktalama işareti diyorsunuz bir de yani. Bir de genelde bu tür hatalar kitabın yarısından sonra çıkmaya başlar en azından kitabın başarını kontrol edip elden geçirir genelde editörler.

2 Beğeni

Dost Körpe’ye ben de aynı konulardan ötürü kırgınım. İsmini görünce o kitabı okumak istemiyorum. Kötü çevirilerine hep İthaki’de denk geldim. Bu yüzden Dune serisine başlayamıyorum.

Katılıyorum. Örnekleriyle beraber bu forumda da sıkça tartıştık aslında hocam: Dost Körpe’nin gayet iyi çevirileri de var. Sorun şu ki, çok fazla çeviri yapıyor. Yılda 4-5 kitap çevirse keşke de çıtayı hep yüksek tutabilse.

Fahrenheit ve Poe facialarını bir kenara bırakırsak, Otomatik Portakal, Innsmouth Üzerindeki Gölge, Dune ve Cehennemlik Yürek iyi çevirilerdi. Özellikle ilk ikisi bence nefisti.

Çabucak gözden çıkarılacak biri değil (birçok uyduruk İthaki çevirmeninin aksine).

6 Beğeni

Kaos’ un Kutsal Kitabı - Albert Caraco bitti.

kaos-un-kutsal-kitabi

''Soğukluğu, dolaysızlığı ve berrak karamsarlığıyla eşsiz, bir "nesnellik fanatiği"nin bedduası…

Üremeye, üretmeye ve tüketmeye bir reddiye; şehirlere, beton katmanlarına, budala politikacılara, böcekleşmiş yığınlara, gökten firar etmiş tanrılara bir lanet…

Çağın ender münzevi düşünürlerinden birinin kaleminden yoğun, sert, kehanet dolu, provokatif ve karanlık bir metin. ‘’

diyor arka kapakta ve dediği kadar da var. Dinlere, ruhbanlara, düzene, üremeye, tıka basa dolu şehirlere, politikacılara, tarihe ve benzerlerine Batsın Bu Dünya diyor karamsar abimiz. Umut yok. Yok olacağız. Bu yığınlar, kitleler yok olmalı. İnsanlar seyrekleşmeli. O zaman umut edebiliriz.

'‘Sayı kötülüğün araçlarından biridir, kötülük insanların çoğalmasını ister, çünkü insanlar sayıca ne kadar artarlarsa o kadar değersizleşirler; asla beşer olabilmek için gerekli seyreklik sağlanamayacaktır.’

Ayrıca okurken aklıma Matrix’ te Ajan Smith’ in monoloğu geldi ister istemez.

10 Beğeni

Okumadığım için meraktan soruyorum: Makaleyi yazan Emre Ayhan adlı arkadaş ve yine Ekşi’deki bazı kişiler orijiniyle alakasız, saçma bulmuşken, siz neden başarılı buldunuz? Veya onlar niçin çeviriyi kötü bulmuş olabilir?

Ayrıca Dost Körpe’nin başarılı, iyi bir çevirmen olduğunu iddia etmek, bana öteki İYİ çevirmenlere haksızlıkmış gibi geliyor.

Roza Hakmen ve Çiğdem Erkal’ın 50’yi geçkin çevirisi var. Çevirilerinden kaçına kötü diyebiliriz? Dersek sayı 5’i geçer mi? Ben hiç sanmıyorum.

Ortada Dost Körpe diye bir çevirmen var, 100’ü geçkin eser çevirmiş, 5-6 çevirisine iyi deniyor sosyal medyada. Kalanının yarısından çoğuna rezalet deniyorsa şaşırmam, ki 5-6 çevirisine iyi denirken, o sayının iki katı kötü deniyor diğer çevirilerine. Bu arkadaş işinde başarılı mı oluyor? Bilemedim.

2 Beğeni

Hem İngilizcesinden, hem Aziz Üstel çevirisinden, hem de Dost Körpe çevirisinden okudum kitabı. Neden başarılı bulduğum konusuna ilişkin:

https://forum.kayiprihtim.com/t/kitaplardaki-ceviri-sorunlari/1868/672

4 Beğeni

Gerçekten de, eğer Fahrenheit 451’deki gibi bir distopyada yaşıyor olsaydık ve ben de 1984’deki Büyük Birader gibi bir diktatör olsaydım; kitapları yok etmez, onları Dost Körpe gibi çevirmenlere verirdim. Çünkü en basit tabiriyle hiç çevrilmediği zaman Ray Bradbury’yi hiç okuyamıyorsunuz; ama böyle çok kötü çevrildiği zaman yanlış bir çeviriden okuyor, ne okuduğunuzu anlayamıyor ve en kötüsü de bundan dolayı kimi suçlayacağınızı –yazarı mı, çevirmeni mi yoksa bu kitabın müthiş bir kitap olduğunu size söyleyen arkadaşınızı mı?- bilemeyip çoğunlukla sıradan bir okuyucunun yaptığı gibi yazardan nefret ediyor ve belki bir daha o yazarın yüzüne bile bakmıyorsunuz.

Bir an blogu ben yazdım sandım :smiley:

2 Beğeni

Mehmet Berk Yaltırık’tan Yedikuleli Mansur’u okuyorum.
Düşük beklentiyle başladım ve kitaptan memnun kaldım. Kitapta yazarın kendini geliştirilmesi gereken yerler çok bariz belli oluyor, bu kısımlar: Karakterlerin yapaylığı, evren yaratımının olmayışı ve fantastik ögelerin ithal olması. Özetle kurgu bir romana göre zayıf kalıyor. Bunlara rağmen yazarın dili akıcı ve hikeye de kendini okutturuyor.

Yazara kariyerinde başarılar dilerim, şayet kendini geliştirirse Türkiye’nin global arenaya büyük bir fantastik yazar çıkaracağını düşünüyorum.

Beklentisini düşük tutması şartıyla herkese kitabı tavsiye ederim.

4 Beğeni

Lafcadio Hearn - Okuma Üzerine (Edebiyat Dersleri) bitti.

okuma-üzerine-lafcadio-hearn

'‘Lafcadio Hearn, çeşitli ülkelerde yaşayıp muhabirlik yaptıktan sonra Japonya’ya yerleşti. Hayatının önemli bir bölümünü Japon kültürüne adadı. Doğaüstü öykülerini bir araya getirdiği Kvaidan adlı başyapıtıyla tarihe geçip “Japonya’nın Poe’su” olarak kabul edildi. Hearn, aynı zamanda önemli bir eğitmendi ve lise ile üniversitelerde ders veriyordu. Bu derslerin metinlerinden derlediğimiz Okuma Üzerine ’de hem insanın okuma alışkanlıkları(nasıl okumalıyız, gerçek okuma nedir, hangi eserleri okumalıyız vb.) hem de doğaüstü kurgu, yüksek sanat, romantik ve klasik edebiyat gibi konular ele alınıyor.’

6 Beğeni

0001885996001-1

Serinin en uzun cildiydi. Çoğunluğun favorisi olan bir cilt. Bense hayal kırıklığına uğradım.

Sandman, beklentilerimi her zaman tavana vurmuş bir seri oldu. Edebi lezzeti, mitolojinin harmanlanması ve kendince bunları bir şekilde hikayeye yedirmek meziyetli bir iş. Bazı ciltler, özellikle farklı öykülerin olduğu ciltler ağzıma silah sokup kafamı patlatmak istediğim oldu. Çok çok beğendiğim öyküler de oldu. Genel itibariyle çizgi roman alanında kült olmuş, olması gereken bir eser. Neil Gaiman’ın da tek başarılı işi zannımca.

Serinin 9. cildi Merhametliler, bizi uzun bir olay örgüsünde sürükledi. Neil Gaiman’ın Amerikan Tanrıları serisinde uğradığı kırpılma nedeni boş değilmiş.

Bu ciltte, önceki ciltlerde gördüğümüz karakterleri gördük. Onların hikayeye dahil oluşunu, hikayeyi şekillendirmelerine ve renklendirmelerine de tanık olduk.

Bu cilt akmadı. Ve fazlasıyla gereksiz kısımlar vardı. Beni boğdu. Gaiman’ın melankolik ve gizem yaratma çabası tavana vurunca, okur olarak yordu beni. Gerçekten çok gereksiz kısımlar vardı.

Loki ile Puck olayının fazlasıyla saçma ve gereksiz bir nedenden başlaması gibi sonuçlanması da basitti.

Bu cildin en büyük sorunu laf ve hikaye kalabalığı. Rose’un hikayesine gerek var mıydı bilemiyorum. Aynı şekilde mağdur annemizin de kalabalık yaptığı bölümler mevcut. Hezeyan için de aynısı söylenebilir. Yani Lord Şekilveren’e ayrılması gereken, onun hak ettiği süre yok. Ve zannediyorum ki bu cilt, Morpheus adına en önemli, en değerli cilt. Müthiş olabilecekken direkten dönülmüş (bence). Dönen topu da taca atmışlar.

Şimdi laf kalabalığına gelelim. Düş Kral derin bir tip. Gaiman bunu öteki karakterlerin ağzından iddia edip duruyor. Bu söylemlerin altını dolduramıyor gibi hissediyorum. Müthiş bir öykü üstadı, çok yaratıcı bir yazar; ama Sandman’i bir Rockstar misali resmedip, ağzına kilit vurup onu susturmak, bence onu karanlık bir tipten öte yapmaz. Resmederek onun hislerini göstermek hiç y e t e r l i değil. Çünkü 9 cilttir aynısını yapıyorsun zaten. Morpheus’un değiştiği iddia ediliyor ancak bazen ne değişti ki, diyorum.

Bir de Sandman’in ana hikaye olarak yer aldığı ciltler, bir süre sonra şaşırtıcılığını yitirmiş duruma geliyor. Bu ciltte de Morpheus’un hikayesi yine felsefik bir kurguyla bağlanıyor. Zaten ilk ciltten itibaren bunu hissediyorsunuz. Orası ayrı. Bu seriyi diğer kahraman temalı çizgi romanlardan ayıran bir şeylerin olduğunu ilk okumada görüyorsunuz. Lakin durum şu ki Sandman, kendi içerisinde bir döngüye, bir klişeye düşüyor. Bunu Morpheus’un hikayesi için söylüyorum. Neil Gaiman bunun önüne geçmek için bazı ciltlere öyküler eklemiş ve Morpheus’u kelimenin tam anlamıyla Rockstar’a dönüştürmek için onu bizlerden gizlemiş olabilir. Bence yeterli olmamış. Karakterimiz değişse bile hikayesinin akışı, Rick and Morty’nin yaratıcılarının bölüm akışı için belirli bir döngüyü izlemesine benzer bir hal almış.

Tabii bu kadar olumsuz söylemlerden sonra beğenmediğim düşünülebilir. Beğendim. Ama bir Sandman serisi için yeterli değil. Kesinlikle değil. Dediğim gibi: bu seri beklentilerimi her zaman en üst seviyeye çıkarmış durumda ve haliyle o seviyeye biraz uzak kalınca hayal kırıklığına uğramış oluyorum.

Seriyi bitirmeme 2 cilt kaldı. Vaiz serisine geçmeyi planlıyorum. Sandman’i bitirmek, bu seriden kopmak biraz zor olacak olsa da bir gün dönüp tekrardan okumayı hedefliyorum. Belki ikinci okumada bu cildi beğenebilirim. Ya da daha kötüsü seriyi kötü bulabilirim. Bilemem. Neil Gaiman’ı insan olarak ve SANDMAN yazarı olarak çok sevsem de muhtemelen romanlarını asla beğenmeyeceğim.

12 Beğeni

Kurtarma Mesafesi - Samanta Schweblin (Çeviri: Emrah İmre)

Tavan arasında unutulup paslanmaya yüz tutmuş bir teneke kutuyu açıyor Schweblin Kurtarma Mesafesi’nde. İçinden ipler saçılıyor etrafa, yeşilli kırmızılı, düğüm düğüm, kurtçuklar gibi. Diziliyorlar ipler, bir bir masaya. Verniksiz, nemden kabarmış, bir ayağı sallantıda. Açık yerlerine yeni düğümler atıp var olanları çözüyor Schweblin. Uçlarından birleştiriyor bazılarını, bazılarının uçlarına da minicik ziller takıyor. Alıyor kalemi eline, yaratıyor Amanda’yı, Nina’yı, Carla’yı. Sıra David’e gelince dökülüveriyor mürekkebi, denizin orta yerinde nükleer bir sızıntı gibi, siliyor herkesi, her şeyi. O vakit alıyor iplerini eline Schweblin, düğüm düğüm, renk renk, uç uca, kesik kesik ama her biri minicik zilli. Bağlıyor karınlarından karakterlerini kaybolmasınlar diye, eğip başlarından sokuyor zihninin kuytu köşelerine, karanlık dehlizlerine. Sorarak yazıyor Schweblin, cevaplarla ilgilenmeden itekliyor karakterlerini. Ve okurunu. İçi iplerle dolu o paslanmış Pandora’nın kutusu, Minotaur’un labirentine dönüşüyor gitgide. Amanda ilerliyor, David izliyor, Nina gülüyor, Carla ağlıyor. İpler arapsaçına dönüyor, ziller çalıyor. Ve okur, her sayfada karnında bir boşluk hissediyor. Eğilip baktığında karnındaki boşluktan oluk oluk akan kanını görüyor. Ve yere düşmüş paslı bir kanca. O an fark ediyor okur, karınlarından bağlanan yalnızca karakterler değil. Her çevirdiği sayfada o da düğümleniyor. Schweblin’in “yeşil evde oturan” şifacı kadınların mirasını sırtlayıp yaptığı büyüyü o anda anlıyor okur. Bir rüzgar esiyor, tarlalar dalgalanıyor. Bir konserve açılıyor, bir parmak kesiliyor. Bir sızıntı peydahlanıyor, bir zehir kana karışıyor. Ziller çalıyor, durmaksızın, tekrar tekrar. Ve açılan ağızlardan sessiz çığlıklar yükseliyor. Schweblin soruyor. Schweblin cevaplıyor. Okur bir uçurumun kıyısında buluyor yolun sonunda kendini, bir el itekliyor onu ölümüne. Kimin eli? David’in, Nina’nın, Schweblin’in. Düğümler düğümlere, eller ellere dönüşüyor. Ziller susmuyor. Sonrası? Sessizlik. Islak ve radyoaktif. Ama önemli olan bu değil.

6 Beğeni

Daha önce Kısa I. Dünya Savaşı Tarihi ve Kısa II. Dünya Savaşı Tarihi kitaplarını okuduğum İlkin Başar Özal’dan Kısa Soğuk Savaş Tarihi’ni okuyorum.

Yarış: Bomba, Füze, Uzay başlıklı bölümde geçen bir bilgiyi paylaşmak istedim:

"Bir ay içinde Rusya, Sputnik II ile tekrar uzaya çıkmaya hazırdı. Bu sefer bir yolcu taşınıyordu; Laika adında bir köpek. 3 Kasım 1957 günü Laika, uzaya çıkan ve dünya yörüngesinde yolculuk eden ilk canlı olarak tarihe geçti. "

ve Laika yayıncılığın logosu…
laika-son3333

14 Beğeni

Sevgili - Marguerite Duras (Çeviren: Tahsin Yücel)

O güne dek hiç sözünü etmediği, yalnız kendisinin görebildiği, sessizlik içinde, insanı kendinden geçiren bir fotoğraf gösterir bize Sevgili’de Duras. “On beş buçuk” yaşında, mevsimsiz bir ülkenin sömürgeci güneşinde kavrulan, yaşamı yaşamak zorunda olmanın temel utancı içinde bir arada duran, tüm aileler kadar tiksinti verici bir ailenin patriyarka eksikliğini elden düşme bir erkek şapkasını başına geçirerek doldurmaya kararlı gencecik bir siluet ile doldurur kareyi. Vaktinden evvel morarmış gözlerle çürümüş bir yüz arasında, adına ölümsüzlük verilen bir zaman diliminde çekilmiş sayısız fotoğraf kareleri takip eder bu solgun gerçeklik replikasını. Öyküsü, odağı, yolu, izi olmayan bir anlatı yaratır Duras, her şeyi birbirine karıştırıp boşluğa ve hiçliğe giden bir yazıya çevirir bu fotoğraf karelerini. Büyüsünü aslında hiç çekilmemişliğine borçlu bu solgun gölgeler arasına, olmayan babanın yerinde savrulan bir anne figürü yerleştirir. Patriyarkaya ait ne varsa tüm çürümüşlüğünde bir araya getiren bir garip "ilk erkek çocuğu"nun sarhoşluğunda kayıp, kızını “kıskanan” gerçekliğin içinde nefes alan tuhaf annesini anlatır Duras. Toplumun öldürdüğü, umutsuzluktan başka bir şey olmayan, aidiyet hissederken nefret ettiği bu kadının aynadaki yansımasına bir yumruk indiren genç kız, erkekliği yalnızca fallusunda belli eden, sivrilikleri törpülenmiş; bir başka, bu defa yaşayan, babanın zincirlerinde debelenen kendisini hiçbir zaman tanıyamacak bir sevgili ve onun bildiklerini hiçbir zaman bilemeyecek, utanmaz, “mevsimlik bir güzellik” Héléne Lagonelle arasında şehrin gürültüleri içinde alabildiğine sessiz bir yolculuğa çıkar. Doğuda, uzakta, hayallerde, sömürgecilik rüyalarının ortasında ne bir Fransız kadınıdır annesi gibi, ne de bir yerlidir istismara yazgılı hizmetçi Dô gibi. Ölünecek ve öldürecek bir hikâyenin öznesini, geçmiş günlerdeki o siyah şeritli gül rengi şapkasıyla dimdik duran, çelimsizliğinde kuvvetli "bir garip kız"ı anlatır Duras Sevgili’de. Pasifiğe karşı bentler inşa eden kadınlarla günbatımında kendini Hint Okyanusu’nun kollarında ölüme bırakan erkeklerin orta yerinde var olmaya dair bir ağıt yakar Duras. Umutsuz, kahraman çocuklara bir güzelleme.

4 Beğeni

0001897576001-1

Uzun soluklu bir seriye yakışan bir final: Durgun, sade ve apaçık.

Pek de söylenecek bir şey yok. Başlık ortada. Yas tuttuk.

Ortalama bir ciltti. Olmasa da olurmuş aslında. 9. ciltle final yapılsa çok daha iyi olurmuş. Neil Gaiman’ın stiline de yakışacak bir son olurdu. Bu cildi yayınlamış olması beni şaşırttı. Bu kadar chill bir cilt beklemiyordum.

Sonsuz Geceler’e geçeceğim ama hatırladığım kadarıyla ilk 10 ciltten bağımsızdı. Belli bir aradan sonra yayınlanmış.

Bu ciltle ilgili söylenecek bir şey yok.

Seri adına konuşmak gerekirse: Güzel bir deneyimdi benim için. Tarih sevene tarih anlatır. Felsefe sevene felsefesini aktarır. Seride, sevdiğiniz şeylerden bir parça daima bulursunuz. Ve kendi parçalarını da size sevdirir.

Genel bir puan verecek olursam; 9/10 yahut 8,5/10 diyebilirim.

Son ciltle beraber seriye ara vereceğim. Veda demiyorum; çünkü Sandman yeniden okunmayı hak ediyor. Bir gün Sandman için geri döneceğim.

16 Beğeni

0001834230001-1

Eric H. Cline Üç Taş Bir Duvar’ı okuyorum.

Üzerinde yazdığı gibi arkeolojinin öyküsünü anlatan bir kitap. Günümüze kadar yapılmış olan önemli kazıları ele alıyor. 2017 yılında yayınlandığı için kısmen güncel bir kitap olması önemli.

Başta belirtmeliyim ki kitabın kesinlikle akademik makale gibi sıkıcı bir anlatımı yok. Yer yer okuyucu ile sohbet ediyormuş gibi ilerleyen, yazarın esprili ve eğlenceli bir dil kullandığı, kesinlikle okuyucuyu bunaltmayan bir anlatımı var.

Arkeoloji olgusu sadece kazı alanı ve bulgular olarak ele alınmamış, oldukça çok yönlü yazılmış. Kazı yapılan alanda yaşamış toplumların tarihini, bulguların zamanında nasıl üretildiğini, zaman içinde gelişen arkeoloji metodolojisini, tekniklerini ve teknolojisini, kazı alanlarının ve bulguların zaman içinde günümüze kadar başına gelen olayları (yıkılma, yağmalanma, çalınma, kaçırılma, kaybolma vs.), bulguların akademik, toplumsal ve siyasi etkilerini de okuyucuya aktarıyor. Dolayısı ile ortaya hiçbir şeyin havada kalmadığı doyurucu ve bütünlüklü bir eser çıkıyor.

Kitabın içinde birçok görsel mevcut. Bu görsellerin çoğu gerçek fotoğrafların elle yapılan birebir çizimlerinden oluşuyor.

Kurgu dışı kitaplar içinde fazlasıyla beğenerek okuduğum bir kitap oluyor.

19 Beğeni

image

Peygamber Cinayetleri - Mehmet Murat Somer

Kitap, Storytel’de öneri olarak karşıma çıktı ilk olarak. Yorumlar da olumlu olunca konusuna bile bakmadan başladım dinlemeye, sadece polisiye olduğunu biliyordum. Ben saf kan polisiye dinlemeyi pek sevmiyorum, onun yerine polisiye soslu sosyolojik kitaplar daha çok hoşuma gidiyor. Bu kitap da böyle başladı ama sonra iş biraz garip yerlere doğru gitti.

Konusundan başlayayım. Kitap travesti dünyasını anlatıyor, anlatıcısı bir travesti. Birkaç travesti öldürülünce, kahramanımız olayı çözmek için araştırmaya başlıyor ve öldürülen kişilerin ortak bir noktası olduğunu keşfediyor. Sonra da olaylar gelişiyor.

Öncelikle söylemeliyim ki polisiye olarak çok zayıf bir kitap. Yukarıda bahsettiğim ortak noktayı yazar zaten hemen söylüyor, katil de kabak gibi belli. O yüzden polisiye niyetiyle okumak isteyen olursa hayal kırıklığı yaşayacaktır muhtemelen.

Onun haricinde +18 bir kitap. Kitapta sado-mazo sahneler, eş cinsel ilişkiye dair detaylar ve birçok müstehcen sahne yer alıyor. Sağlam bir midem olmasına rağmen birkaç yerde rahatsız oldum açıkçası.

Bunlar haricinde yazarın trans bireylerin hayatına ışık tutma amaçlı bu kitabı yazdığını düşünüyorum. Bu açıdan kıymetli buluyorum ama ülkemiz için biraz fazla cesur ve açık olabilir diye de eklemeliyim (bu forumda bile ne tartışmalar döndü). Yine de trans bireyler hangi zorlukları yaşıyorlar, nelerden zevk alıyorlar, neler onları kızdırıyor gibi bilmediğim konuları okumak bence faydalı idi.

Kitabı tavsiye konusunda kararsızım. Kendim sevdim mi sıkıldım mı ona bile karar vermek güç. Öyle herkesin rahat rahat okuyabileceği bir kitap olmadığı kesin. O yüzden konusuna göre karar vermenizi tavsiye ederim.

18 Beğeni


Dino Buzzati - Tatar Çölü

Tatar Çölü, modern İtalyan edebiyatından okuduğum ilk eser oldu. Ne zamandır İtalyan edebiyatına giriş yapmak istiyordum ama uygun bir kitap bulamıyordum, forumdan arkadaşların olumlu yorumlarının etkisiyle bu kitapla başladım. Kitap yorumlardakinden de iyiymiş, hayran kaldım.

Kitabı okurken Samuel Beckett’ın “Godot’yu Beklerken” adlı oyununu okurken hissetiiğim duyguları hissettim. Bu yüzden yazarın Beckett’tan etkilenerek bu kitabı yazdığını düşünmeme rağmen, kitabın kendine özgü ayırt edici yönleri olduğu için özgün buldum. Kitabı bitirdikten sonra fark ettim ki Tatar Çölü daha önce yazılmış. Beckett, Buzzati’den esinlenerek mi yazdı kitabını bilmem ama Tatar Çölü’nü özellikle Beckett hayranlarına tavsiye ederim.


Aziz Nesin - Gol Kralı

Gol Kralı, Aziz Nesin’den okuduğum dördüncü kitap oldu. Daha önce iki tane öykü kitabıyla, “Zübük” adlı romanını okumuştum. Gol Kralı’nı okuduktan sonra anladım ki Aziz Nesin’in öykücülüğü, romancılığından kat kat daha iyiymiş. Yazar kendisini kendi yapan hicivlerini, öykülerinde daha başarılı bir şekilde ortaya çıkarırken, romanlarında kurgu ön plana geçtiği hicivleri yeterince etkili olmuyor. Bu durum Gol Kralı gibi erken dönem romanında daha çok göze çarpıyor, ayrıyeten tefrika olarak yazıldığı için kitapta teknik olarak kusurlarda mevcut. Yine de tüm kusurlarına rağmen futbola dair güzel eleştirilerde bulunduğu için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Not: Zübük de roman olarak geçmesine rağmen, kitap sıralı bir olay örgüsü yerine sahte röportajlar şeklinde ilerlediği için, yazarın hicivleri daha ön plana çıkıyor. Bu yüzden kitap, yazarın zayıf romancılığından etkilenmemiştir. Aziz Nesin’e başlangıç için Zübük’ü öneririm.

21 Beğeni

Albert Nobbs - George Moore (Çeviren: Seçkin Selvi)

İrlanda rüzgarlarından doğup Avrupa’nın kollarında büyüyen, dönemin önde gelen Fransız ressam ve yazarları ile kurduğu dostluklar ile çok yönlü bir sanatçıya dönüşen George Moore; 1888 tarihli Confessions of a Young Man başlıklı otobiyografisinde kendini “cinsiyeti konusunda tereddütlü neşe dolu bir oğlan” olarak tanımlar. Viktoryen toplumsal normların ortasına bıraktığı bu devrinin çok ötesinde cesur kıvılcım, kitabının “ilginç ama mide bulandırıcı” olarak yorumlanması sebep olur. Moore’un cinsel yönelim ve cinsiyetin doğasına dair söylemleri olarak bu “tohum”, 1927 tarihli Celibate Lives kitabında yer alan uzun öyküsü Albert Nobbs’ta düşünsel bir "fidan"a dönüşür. Moore, Morrison’s Oteli’nin çalışkan, sevilen ve “aslında kadın” olup “erkek gibi” giyinen garsonu Albert Nobbs’un hikâyesini anlatır bize. Albert Nobbs’un öyküsü, normatif ve performatif üzerine bir düşünme, yapay ve yaratılmış cinsiyet doğası hakkında bir sesleniştir özünde. Bu “cross-dressing” temelli cinsel “karmaşa” hikâyesini neredeyse bir asır sonra bile bu kadar canlı tutan ise onun meseleye ideolojik, psikanalitik ya da geniş anlamda didaktik bir yaklaşımdan alabildiğine uzak sofistike bir empati zemininde filizlenmesidir. Moore, cinsiyetin akışkanlığını fetişize etmeyen yaklaşımını, sağlam hikâye anlatıcılığının desteğiyle güçlendirip “dokunulabilen” bir insana, Albert Nobbs’a, hayat vermektedir. İnce bir mizah ile çizilen ana hatların ortasını onarılamaz bir melankoli ile boyayan Moore okuruna gerçek bir karakter, katı olandan fersah ferah uzakta var olan talihsiz bir ruh sunmaktadır. “Ne erkek, ne kadın, yalnızca bir hiç” olan bu yalnızlık temsiliyeti, sözcüklerden ve tanımlardan köşe bucak kaçar. Moore, yalnızca Albert Nobbs’uyla kalmaz, “bir kadınla evlenip onunla mutlu yaşayan, cinlere perilere karışmış” Hubert Page ve künt heteroseksüel mantığın temsili “d
üz adam” Joe’yla kısa hacimli ama çok katmanlı bir anlatı yaratmaktadır. Son tahlilde Albert Nobbs, yıllara meydan okuyan evrensel bir hikâyenin ta kendisi olarak karşımızdadır: Acımasız bir dünyanın küçük vahşilikleriyle yaralanan ruhların gerçek deneyimine ses olan, neşeli gözlerden süzülen queer bir gözyaşı.

7 Beğeni