Affınıza mağruren, her ne kadar kendimi Mesut Enişte gibi hissetsem de sizlere bir bir şey anlatacağım.
Adam koltukta elinde cep telefonuyla oturan çocuğa yaklaştı. Parmaklarının arasında tuttuğu iri bir parça iç cevizi çocuğa uzattı. Çocuk başını telefondan kaldırarak adama ‘ne istiyorsun’ der gibi baktı. “Ceviz” dedi adam “Omega 3 var yiyince akıllı olursun” Çocuk umursamaz bir tavırla cevizi aldı ve çiğnedi sabırla. Yuttuğu zaman adama bakarak “Hani akıllanmadım ki” dedi. Adam kısa bir şaşkınlık yaşarken ne cevap vereceğini bilemedi. “Bak” dedi saniyeler sonra “akıllanmasaydın bu cevabı veremezdin”
Yani demem o ki Ne olacak bu çocuğun hali
Batman ismiyle piyasaya sürülen, fakat daha çok ‘Bruce Wayne’ başlığını hak eden bir çizgi roman. Bruce’u, 18 yaşındaki Bruce’u okuyoruz. Sanırım asıl evrenle bir bağlantısı yok. Yani bağımsız Batman hikayesi.
Beğenmediğimi söylemeliyim. Hikaye çok basit: Zenginlere, zenginliğe karşı savaş açan anarşist, Gecegezenler adlı grup, Gotham kodamanlarına bela oluyor.
Giriş, gelişme; hızlı, basit ve bence güçsüz. Sonuç güzel, fena değil. Klişe ama olsun. Sırf vurucu olsun diye farklı bir yola gidilseydi, abuk-subuk bir final ortaya çıkardı.
Kurgudaki en güçlü yönler, Madeleine’in gayesine dair verilen ipuçları. Ve tabii ki Madeleine karakteri. Yazarın kadın olmasından kaynaklanıyor olabilir ama gerçekten çizgi romandaki tek başarılı şey: Madeleine.
Bu kitapta Batman’e dair hiçbir şey yok. Okuyacak arkadaşlar öyle değerlendirdiği takdirde hüsrana uğrayabilir. Çünkü çizgi romanlardaki Batman daha çok esrarengiz, gizemli ve havalıdır. Genel olarak ona pek tanık olmayız. Rockstar gibi belirir, havai fişek misali ışıldayıp gösterisini sunar, ardından kendisi kaybolur ve adı kalır.
Bu, Bruce Wayne’in, ergen Bruce’un hikayesi. Ona fazlasıyla yakından tanık oluyoruz. İçimizden biri gibi görünüyor. Bu da haliyle Batman’e zarar verir.
Kitap bence çoğu yönden zayıf. O kadar çok başarılı Batman çizgi romanı var ki bu kitap gerçekten çok zayıf. Bu hikaye Bruce Wayne’e ait olmasaydı, ben basım aşamasından dahi geçebileceğini düşünmüyorum.
Zengin fakiri eziyor, bir anarşist çete kuralım falan filan temaları, zombi teması gibi sıktı.
Kısacası beğenmedim.
Çizgi roman yazarları yenilikçi olmalı. Kahraman temalı hikayelere farklı bakış açıları, farklı hikayeler, farklı tatlar getirilmeli. Yani bunu bir tek ben düşünüyor olmamalıyım. Birbirinin aynısı temaları farklı kahramanların hikayelerinde görmekten sıkıldım.
Roman II. Abdülhamid devrinde geçiyor. Bu devirde yaşayan artık yaşlanmış olan Behçet Bey abimizin yaşlılık günlerinden birinde başlayan roman abimizin iç dünyası, duygu durumları, hayatına girmiş kişiler üzerinden geçmişe dönük olarak devam ediyor.
Roman Osmanlı ilmiye sınıfını, o günkü sosyolojik durumları vb. anlatıyor olsa da ben okurken benim gözüme daha çok kişilerin betimlemeleri, psikolojik durumları, karakterleri çarptı. Çok güzel bir Türkçeyle akıcı bir şekilde anlatılan bir roman. Tahliller, betimlemeler, o devrin çizilen görüntüsü vb. çok iyi.
Söylemeden edemeyeceğim: Dergah Yayınları’ ndan çıkan kitap elime ulaştığında(resimdeki kitap) kitabın ön kapağına baktığımda ilk önce biraz kızar gibi oldum çünkü kapakta Dergah Yayınları’ nın logosunu sonradan yapıştırılmış ve orada öylece kalmış bir etiket vb. zannettim(orta aşağıdaki beyaz). Kabartmalı bir logo. İlk önce tırnağımla sökmeye çalıştım ve sonradan fark etiim onun logo olduğunu. Yapıştırılıp kalmış bir etiket artığı gibi duruyordu. Dergah Yayınları o kısım hakkında biraz daha düşünün lütfen.
Bu kitap ile birlikte Epsilonun bastığı diğer tüm DC çizgi romanları genç-yetişkin kitleye yönelik DC’nin çıkarmış olduğu grafik romanlar.
Ana evrenden bağımsız kurgulanmış olma ihtimalleri yüksek. Normalde çizgi roman yazarı olmayıp hali hazırda young-adult kitlesi oluşmuş olan Marie Lu, Leigh Bardugo gibi yazarlara yazdırılmış işler. Çok ciddi işler değil yani.
Bu kitabın ismini ilk defa Celâl Hoca’nın da iştirak ettiği bir Teke Tek programında işittim. Hoca, kötü tercümeler ve literatürün darlığı sebebiyle esasen pek fazla Türkçe kaynak tavsiye etmiyor. Doğanın Keşfi’yse bu meseleye dair istisnai bir kitap. Türkçedeki popüler ilim ve fen kitaplarının aksine gayet düzgün bir tercümesi var.
Kitap Neyi Anlatıyor?
Doğanın Keşfi, modern Fizikî Coğrafyanın kurucusu kabul edilen Prusyalı tabiat âlimi Alexander von Humboldt’un hayatı üzerine. Lakin bu hayat, kuru bir biyografiden ziyade canlı bir hikaye üslubuyla anlatılmış. Humboldt’un doğduğu Alman kırsalında başlayan hikaye, zengin bir asilzadenin her türlü maddi ve siyasi imkanını; sadece ve sadece tabiat aşkı uğruna kullandığı şairane bir destana dönüşüyor.
Kimler Okumalı?
Doğanın Keşfi, kesinlikle teknik bir kitap değil; bilakis keyifli bir tarihi roman mahiyetinde. Bu yüzden her türlü okuyucuya gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim.
Sende Bıraktığı İntiba Nedir?
Humboldt delikanlılık çağında And Dağlarına tırmanan, Simon Bolivar’la ahbaplık kuran, saçları ağarmışken Rusya üzerinden Asya’yı dolaşan; o devrin teamüllerine mugayir olarak üniversitelerde halka açık dersler veren, kendine has, kimseye benzemeyen, tarihin çok ulu bir şahsiyeti.
Ben bu kitabı okuduktan sonra artık herhangi bir orman manzarasına bakarken o ormanın hangi ağaçlardan teşekkül ettiğini merak etmeye başladım. Bir dağ manzarasını seyre dalarken dağın hangi yüksekliğinde hangi tür hayvan ve nebatın yaşadığını düşünür oldum. Humboldt, ders olarak hazzetmediğim coğrafyayı; bana bir fikir ve algılayış olarak sevdirmeyi başardı.
Alexander von Humboldt’un asırlar sonra hâlâ, herhangi bir yerdeki herhangi bir genç olan bendenize tesir edebiliyor oluşu; onun azametini temsil eden en mühim bir işarettir.
@Pyrewrath rehberliğinde @Abraxas ile birlikte gençlik kahramanımız olan Drizzt’in son kitaplarından olan Archmage’i okuduk. İkimiz de 15 küsür yıl kadar önce okumuştuk son kitabını. Merak ediyordum şahsen eski tadı alabilecek miyim diye çünkü eskiden kitaplar çıktıkça okurdum ve zaman içerisinde artık Salvatore’un sihrini kaybettiğini düşünmeye başlamıştım. Çok uzun bir süre ara verdiğim için mi yoksa bu süreçte Salvatore kendini geliştirdiği için mi bilmiyorum ama Archmage’i okurken çok keyif aldım.
Kitap tek karakter üstünden değil, 3 farklı hikayenin örülüp birleşmesi şeklinde anlatılıyor. Bir tarafta Drizzt ve Bruenor, bir tarafta Menzoberranzan ve Drowlar, bir tarafta da Abyys ve Lolth yer alıyor. Drowların kötücül oyunları, Abyss’in kana susamış demonları ve girdap gibi dönen palaları ile Drizzt’i okumak çok eğlenceli idi. Gerçi Bruenor kısmı başta biraz bana sıkıcı geldi ama sonra aksiyon başlayınca kendini net şekilde affettirdi.
Kitap güzel bir cliffhanger ile bitti. Seriye devam edeceğiz Abraxas ile birlikte. Üçüncü kitapta Pyrewrath da dahil olacak bize. Katılmak isteyenler olursa memnun oluruz.
Ben serilerin hepsini okumadan tek tek kitapları yorumlamayı sevmem. Yanlış anlamayın bence bir serinin her kitabı, yazar uzun tek bir kitap yazmış ama yayıncı bölmüş gibi durum yoksa, bağımsız olarak değerlendirilebilmeli. Mesela dediğim durum Yüzüklerin Efendisi’nde var bu yüzden o tek kitap olarak değerlendirilmeli. Böyle düşünüyorum çünkü serinin devam kitapları önceki kitaplara bakış açımı değiştirebilir. Ayrıca detayları unutmamak için serileri art arda hızlıca okumayı severim. Konudaki bir önceki mesajımdan sonra oldukça uzun bir zaman geçti ve ben aradaki zamanda Robin Hobb’un Farseer Üçlemesini okuyup bitirdim. Şimdi üç kitabı da ayrı ayrı yorumlayacağım. En son da genel bir yorum yapacağım.
Suikastçının Çırağı:
Kitap FitzChivalry Farseer isimli bir kraliyet piçinin yıllar sonra anılarını yazmaya karar vermesiyle başlıyor ve Fitz’i 6 yaşından itibaren okuyoruz. Kitap 1. Kişi bakış açısından bir otobiyografi gibi yazılmış. Bu açıdan bana Rüzgar’ın Adı’nı hatırlattı. Ama arada bir fark var. Rüzgar’ın Adı’nın ilk 100 sayfasından hafif spoiler vererek bir kıyaslama yapmak istiyorum. Bence önemli değil ama kitabı okumayı düşünüyor ve tamamen körlemesine girmek istiyorsanız açmayın.
Rüzgar’ın Adı bizi direkt Kvothe’nin hikayesinin başına bırakmıyordu. Kitabın açılışında 70 sayfa kadar bir bölüm üçüncü kişi bakış açısından yazılmıştı. Bu kısımda Kvothe’nin efsanevi bir kişilik olduğunu ama artık eski halinden eser kalmadığını ve sıradan bir hancı olarak yaşadığını öğreniyorduk. Sonra Kvothe hikayesine çocukluğundan başlayınca okur o çocuğun çok önemli biri olacağı bilgisini almış oluyordu. Fitz bize önden hiç bilgi vermeden direkt hikayesine başlıyor. Ama henüz okurun bu çocuğu önemsemesi için bir sebep yok. Bu yüzden kitabın başlangıcı biraz sancılı oluyor. Bu durum kitapta ilerleyip karakteri tanıdıkça azalıyor.
Gördüğüm kadarıyla Robin Hobb’un en güçlü yönü karakter yazımı. Daha ilk kitaptan Fitz, Burrich, Patience, Chade gibi karakterler gerçekten çok sağlam yazılmış. Verity, Kettricken, Soytarı, Molly gibi görece daha az sahnesi olan karakterler için de devam kitaplarında derinleştirmek üzere çok iyi temeller atılmış. Birinci kişiden yazılan kitapların genel sıkıntısı yan karakterlerin yeterince inandırıcı yazılamaması bence. Bu kitap buna hiç düşmemiş ve neredeyse her yan karakter Fitz kadar inandırıcı. Her karakterin kendi sıkıntıları ve travmaları var. Biz en çok Fitz’e acıyoruz ama bana Patience’ın veya Burrich’in bakış açısından okusak onlara da benzer miktarda acırız gibi geliyor.
Benim için bir sıkıntı olmayan ama bazı kişiler için sıkıntı olacak bir konu var. Kitabın karakter odaklı ve ağır akan bir hikaye olması. Aksiyon miktarı oldukça düşük. Yani sakın bir suikastçının görevler alıp suikastlar yaptığı bir aksiyon hikayesi bekleyerek başlamayın. Göreceğiniz şey bir çocuğun büyüme hikayesi. Bu çocuk ileride bir suikastçı oluyor ama kitap yine de o aksiyon odaklı Assassin’s Creed hikayesine dönüşmüyor.
Fitz biraz Unreliable Narrator(Güvenilmez Anlatıcı) sayılabilir. Hikayeyi tüm gerçekliğiyle anlatmayı hedefliyor ama o yaşta anladığı şekliyle anlatıyor. Yani bazı şeyleri anlatıcı yetişkin Fitz biliyor ama çocuk Fitz bilmiyor. Biz de bunları Fitz öğrenince öğreniyoruz. Üstüne yetişkin Fitz bile başına gelen her şeyi tamamen anlayabilmiş değil. Bu yüzden bazı şeyleri anladığı şekliyle anlatıyor. Neyi doğru neyi yanlış anladığını çözmek ise okura kalmış. Bu da serinin tekrar okunabilirliğini arttırıyor. Muhtemelen ikinci defa okusam çok daha zevkli olur.
Bence çok iyi bir giriş kitabıydı. Kötü karakterler biraz fazla kötü gibi duruyor ama ben bunu yanlış bulmuyorum. Sonuçta biz hikayeyi Fitz’in bakış açısından okuyoruz ve Galen, Regal gibi karakterleri Fitz’in gözlerinden görüyoruz. Fitz de onlardan nefret edip saf kötü olarak görüyor. Eğer kitap üçüncü kişiden yazılsa bu karakterler daha gri olurdu bence. Mesela Hobb’un üçüncü kişiden yazdığı Liveship Traders serisinin kötü karakterini herkes beğeniyor gördüğüm kadarıyla.
Kraliyet Suikastçısı:
Bana göre üçlemenin en iyi kitabı. Fitz hala aynı derecede ilgi çekici bir ana karakter. İlk kitapta çok beğendiğim Burrich, Patience, Chade gibi yan karakterler hala aynı derecede iyi yazılmış. Verity, Kettricken, Molly gibi ilk kitapta sahnesi daha az olan karakterler de hikayede daha çok yer bulup çok başarılı karakterlere dönüşmüş. Üstüne yeni tanıtılan Gecegözleri de şimdiden aynı seviyede bir karakter. Fitz ve Gecegözleri’nin ilişkisini gerçekten çok beğendim. Gecegözleri gördüğüm en iyi yazılmış hayvan karakter olabilir. Tabi bunda konuşabilmesinin etkisi büyük.
Direkt karakterleri ve dünyayı tanıyarak başladığımız için ilk kitabın başındaki yavaşlık burada yok. Yine çok aksiyon ve suikast yok ama saraydaki entrikalar ilgimi çektiği için çok akıcı bir şekilde okudum. Tabi bazı karakterlerin mantıksız davranışları oldu ama çoğunun bir açıklaması vardı. Özellikle Fitz’in hatalarının çoğunu inanılabilir buldum. Chade’in Regal’a müdahale etmeme sebebi serbest kararlar alan biri değil kralın dediklerini uygulayan biri olmasıydı. Kral da oğlunu hain olarak görmek istemediği için emir vermiyordu. Shrewd acı çektiği için uyuşturulmak istiyordu. Chade de bunu Wallace üzerinden yapmayı düşünüp müdahale etmedi. Zaten üçüncü kitabın başlarında Fitz’e “Sen inisiyatif alıyorsun ama bir suikastçının sadece kendisine denileni yapması gerekir. Hatan buydu ve bu yüzden seni planlarıma dahil etmeyeceğim.” benzeri bir şey diyordu. Verity de veliaht ama kral değil. Kralın sözüne aykırı haraket etmekten çekiniyor. Muhtemelen kendisi kral olsa bu kadar pasif kalmazdı.
Benim en mantıksız bulduğum şey herkesin Shrewd’ün zehirlendiğini görmesi ve kimsenin bir şey yapmamasıydı. En azından Verity’nin bu konuyla biraz daha ilgilenmesi gerekiyordu. Muhtemelen okuyan herkes Shrewd’ün durumunu gördüğü anda kesin bu kitapta ölecek ve zehirleyen kişi Regal demiştir. En azından ben dedim. Fazla tahmin edilebilirdi ve çok uzatılmıştı. Okurun gördüğü bir şeyi karakterlerin uzun süre görememesi sinir bozucu oluyor.
Kitaptaki Fitz ve Molly aşkı beni çok çekmedi. Zaten gerçekten aşık olduklarını düşünmüyorum. Molly babası tarafından bırakılan kötü çocukluk anılarından kaçmaya çalışıyor ve bu yüzden ilk fırsatta birine aşık oluyor. Fitz çok fazla travma geçiriyor ve bunlardan kaçmaya çalışıyor. Ayrıca, mesleğinin de etkisiyle, kaledeki entrikalardan ve soylulardan bıkmış durumda bu yüzden ilk fırsatta kalenin dışından birine aşık oluyor. İkisi de birbirlerine çok kötü davranıyorlar. Molly babasına sinirli ve hepsini etrafta babasına benzettiği kişilerden, mesela sarhoşlardan, çıkarıyor. Bunun dışında da bazı sahnelerde çok mantıksız davranıyordu. Fitz ise mesleğinden hoşlanmıyor ve Molly’yi hayatının suikastlara ve saray politikalarına bulaşmamış tek parçası olarak görüyor. Bu yüzden ona her konuda yalan söyleyip hayatından ayrı tutmaya çalışıyor. Mesela Molly Fitz’in İzanlı olduğunu bilmiyor. Bir sahnede Gecegözleri Fitz’in bedenine girip Molly ile sevişiyor. Ve Fitz bunu söylemeyip kendisiymiş gibi davranıyor. Çünkü bilse muhtemelen ayrılırlar. Verity ve Kettricken’ın aşkı daha iyiydi. İkisinin de ilk kitapta yeterli sahne bulamadığını düşünüyordum ve bu kitapta beklentilerim karşılandı. Genel olarak romantik sahneleri beğendim. Fitz ve Molly ilişkisini beğenmeme sebebim de kötü yazılması değil çok iyi yazılmasıydı.
Bu kitapta yazım dili de seviye atlamış. Önceki kitapta da dil kötü değildi ama okurken dikkatimi çekecek kadar iyi de değildi. Belki çeviri kaynaklıdır bilemiyorum. Bu kitap fantastik edebiyat içindeki en iyi üsluplardan birine sahip. Ve diğer hepsinden farklı bir üslup. Diğer kitaplardan farklı olarak şiirsel olmaya çabalamıyor. Oldukça sade bir dil kullanılmış ama okurken gerçekten zevk alıyorsunuz. 677 sayfalık ve olay miktarının oldukça az olduğu kitap okurken hiç sıkmıyor ve bunu üslubuna borçlu. Farseer’ın Hobb’un üslubu daha zayıf olsa okuması işkenceye dönebilecek bir seri olduğunu düşünüyorum.
Savaş sahnelerinin yazılışını hiç beğenmedim. Daha doğrusu yazılmayışını. Fitz savaşa giriyor kendini kaybediyor ve savaşın sonrasını okumaya başlıyoruz. Fitz o anlarda olanları hatırlamıyor. Savaşta kendini kaybetmek ve sonra unutmak daha iyi yazılabilen bir şey. Okuduğum en iyi örneği Kadim Kanunlar serisindeki Kanlı Dokuz bölümleriydi. Kitabın anlatım anlamında tek zayıf yönü buydu diyebilirim.
Kitabın finali okuduğum en iyi finallerden biriydi. Muhtemelen bazı kişiler Fitz’in ölümden dönmesinden hoşlanmamıştır ama ben sorun etmedim. Burada kritik nokta ödenen bedel. FitzChivalry Farseer gerçekten zindanlarda Regal’ın işkenceleriyle ölüyor. Fitz önceki hayatında sevdiği veya kendisini seven karakterlerle neredeyse hiç iletişim kurmuyor. Çoğu Fitz’in hayatta kaldığını bilmiyor bile. Bilenlerle olan ilişkisi de eskisi gibi olamıyor. Bunun dışında üçüncü kitabın başlarını da tekrar insan olmayı öğrenmekle geçiriyor. Öldükten bir bölüm sonra geri dönmesi, yani bunu şaşırtmak amacıyla yapmaması, ve Fitz’in geri dönmesi yüzünden hikayenin akış şeklinde büyük değişimler olması benim sonu beğenmemi sağlıyor.
Dediğim gibi bence seri bu kitapla zirve yapıyor. Hiç aksiyon dolu bir macera haline gelen bir seri değil ama en akıcı olduğu kitap bu. Ayrıca bence duygu yoğunluğu en çok bu kitapta hissediliyor. İlk kitabı aşmayı başaran çok iyi bir devam kitabı.
Suikastçının Arayışı:
Buraya kadar seriyi yeterince övdüm bence. Şimdi biraz da kötü yönlerinden bahsetmek istiyorum. Ve serinin en büyük eksileri bu kitapta başlıyor. Önceki iki kitaptan sevdiğimiz yan karakterler haklı şekilde yok. Bu yüzden iki yeni karakter tanıtılıyor. Sebebi aklıma yatsa bile bir serinin son kitabında hikayede kritik rol oynayacak yeni karakter tanıtmayı pek mantıklı görmüyorum. Kettle finalde çok kritik bir rol oynuyor ve vardığı noktayı beğendim ama bu ilk iki kitaptaki karakterlerin eksikliğini gidermeye yetmedi. Starling ise pek umursadığım bir karakter olmayı başaramadı.
Kitabın en büyük sıkıntılarından biri sayfa sayısı. Kitap 867 sayfa. Bu hikaye kesinlikle daha kısa sürede anlatılabilirdi. Hobb’un dili hala ikinci kitaptaki kalitede devam ediyor. Ama bu bile yetmemiş ki bazı bölümlerde resmen sıkıldım. Daha saçması ise finalin aceleye getirilmiş gibi hissettirmesi. Kitap bu kadar uzunsa finalin oldu bittiye gelmemesi lazım. Okurken resmen, Bilge Adamın Korkusu’nda da yaşadığım, hikayeyi bu kadar sayfada nasıl toplayacak duygusunu yaşadım. Fazla hızlı da olsa toparladı. Bazı yerlerde resmen kitabın Wiki sayfasından özet okuyormuş gibi hissettim öyle söyleyeyim. Yürüyüp avlanmayı anlatan yüzlerce sayfadan bir kısmını silip yerine finali uzatsa daha mantıklı olurmuş.
Fitz bazı sahnelerde resmen dayaklıktı. İlk iki kitapta bunu her insan hata yapar şeklinde geçiştirebiliyor veya genç yaşına verebiliyordum ama burada artık o bahaneler işlemiyor. Özellikle Soytarı’ya Molly’nin yerini söylediğinde aşırı sinirlendim. O sayfayı okuduktan sonra ne olacağı aşırı belliydi. Resmen olsun diye bekledim. Bu kadar tahmin edilebilirlik iyi bir şey değil.
Biraz da beğendiğim şeylerden bahsedeyim. Karakterler yine çok iyi yazılmıştı. İkinci kitabın sonunun Fitz’in tanıdıklarıyla olan ilişkisine etkisi güzel işlenmiş. İlk iki kitapta yeterli odağı alamadığını düşündüğüm Soytarı bu kitapta parlama fırsatı bulmuş. Önceki kitaplarda Soytarı
arada görünüp foreshadowing olan bir şeyler söyleyip ortadan kayboluyordu. Artık düzenli gördüğümüz bir karakter. İlk iki kitapta da Fitz’le arasındaki arkadaşlıktan bahsediliyordu ama burada ilk defa gerçekten arkadaş olduklarını hissettim. Kettricken, Verity ve Gecegözleri çok sağlam karakterler olmaya devam ediyor. Üslup hala ikinci kitap kadar güçlü.
İki kitap boyunca yaratılan gizemlere cevap alıyorsunuz. Cevapların hepsinden tatmin oldum diyemem ama en azından ucunu açık bırakmamış. Galiba bir kısmı devam serilerinde de işleniyormuş ama şimdilik çok memnun kalmadığım yerler var.Mesela Elderling’ler tam olarak ne? Fitz taş ejderhaları uyandırırken bazıları için “Onlar insanlar tarafından değil Elderling’ler tarafından yapılmışlardı” gibi bir cümle kuruyor. Bu cümle taş ejderhalar ve Elderling’lerin iki ayrı şey olduğunu düşündürüyor. Ama biraz ileride “Verity Elderling’ler ile birlikte geri dönmüştü” gibi bir cümle geçiyor. Bu cümle de o taş ejderhaların Elderling’ler olduğunu düşündürüyor. Ejderhalar başka ejderhalar mı yapıyor? Burada ciddi bir çelişki var. Daha doğrusu bir bilgi eksikliği var. Belki devam serilerinde netleşiyordur ama şimdilik fazla havada kalmış.
Fitz’in Regal’a yaptıklarını ve Regal’ın ölümünü özellikle beğendim. Fitz’in ulaştığı sondan memnun değilim. Okurken anlatıcı olan Fitz yaşlıymış gibi hissediyorsunuz ama değil. Hala yirmili yaşlarında. Okurken yaşlı sanma sebebimiz ise seri boyunca yaşadığı travmalar, hala devam eden cinkabuğu bağımlılığı, sırtındaki ok yarası gibi seri boyunca aldığı fiziksel yaralar ve üçüncü kitapta neredeyse İşlenmesi. Bunlar fiziken hala genç olan Fitz’i zihnen yaşlandırmış. Ben yine de her şeyi bırakıp bir kulübede yaşamaya başlamasını çok mantıklı bulmuyorum. En azından Shrewd’ün istediği oldu. Shrewd Fitz’i Celerity ile evlendirmek istemesiyle ilgili “Senin soyunun rahat ettiğini görmek istiyorum” benzeri bir argüman kullanıyordu. Artık oğlu Altı Dukalık tahtının veliahtı oldu. Devam serilerinden bazılarında anlatıcı Fitz yani bu Fitz’in hikayesinin sonu değilmiş ama şimdilik beğenmedim. Verity’nin sonundan şikayet etmeyeceğim bence olması gerektiği gibi bitti. Aynısı Kettle için de geçerli. Soytarı, Kettricken ve Starling’in hikayeleri bir final yapmadı bile o yüzden yorum yapamayacağım.
Görmeyi çok isteyeceğim bazı olaylar tek cümleyle geçiştirilmiş. Bunun en iyi örneği Fitz ve Gecegözleri’nin Kara Rolf’la geçirdiği bir yıllık zaman. Elimizde çoğunlukla İrfan’a odaklanan 867 sayfalık bir üçüncü kitap var. İlk iki kitapta da Galen’ın eğitimi ve Verity ile Fitz’in bazı diyalogları gibi İrfan üzerine teorik bilgi aldığımız sahneler vardı. İzan’la ilgili böyle bir şey görmedik çünkü Fitz böyle bir şey yaşamadı. Sonuçta dediğim gibi bir şey yaşıyor ama sadece bir cümle sürüyor. Madem sadece birini detaylı görecektik neden iki büyü sistemi var ki? Umarım diğer Fitz serilerinden birinde o dönem de anlatılıyordur.
Kitabı genel olarak beğendim ama bazı ciddi sıkıntıları olduğunu da inkar edemem. Kesinlikle ilk iki kitaptan daha zayıftı. Eğer ilk iki kitabı okuyup sevdiyseniz seriyi yarım bırakmayın. En azından iki kitaptır oluşturulan bazı gizemlere cevap alacaksız. Kitap uzun ama dili çok güzel olduğu için bir şekilde kendini okutuyor. Şimdi bazı başka şeylerden ve seriyle ilgili genel fikirlerimden bahsedeceğim.
Kitabı ciltli olarak okudum ve cilt kalitesinden de sayfa kalitesinden de memnunum. Beğendiğim bir baskı oldu. Alfa baskısının kapakları kötü değil ama bana kalırsa zamanında İthaki’nin bastığı kapaklar çok daha iyi. Zaten bu yüzden onların resimlerini kullandım. Ama kitapların içi daha iyi olabilirdi. Özellikle üçüncü kitapta çok fazla yazım ve çeviri yanlışı vardı. Çeviriyle ilgili düşüncelerimi aşağıdaki başlıkta uzun uzun belirttim. Belki üçüncü kitabın kötü çevirisi de fikirlerimde etkili olmuştur.
Verity, Patience, Regal, Chivalry gibi özel isimlerin Türkçeleştirilmemesini beğendim. Ama bence yer adları Türkçeleştirilebilirdi. Arkadaki Sözlükçe kısmında bulunan Türkçe karşılıkların çoğu güzeldi. Neden bu kadar güzel karşılıklar bulup kullanmamışlar anlayamadım.
Seriyi genel olarak beğendim. İyi işlenmiş ama ağır akan bir karakter hikayesi. Kendinden sonra yazılmış eserleri çok etkilediği de hissediliyor. Kralkatili Güncesi benzerliklerinden yukarıda bahsetmiştim zaten. Kadim Kanunlar ile benzettiğim bir yönünden de kısaca bahsetmiştim. Soytarı karakteri Fırtınaışığı Arşivi’ndeki Akıl’a çok benziyor. Birinin diğerinden etkilendiğini düşünmesem de Asoiaf ile arasında çok ciddi benzerlikler var. Özellikle Fitz ciddi miktarda Jon Snow’a benziyor. İki seriden de spoiler vereceğim. İkisi de herkesin iyi olduğuna inandığı önemli soyluların piç çocukları. İkisinin de babası sarayın politik oyunları yüzünden ilk kitaptan öldürülüyor. İkisi de bir kurtla büyülü bir bağ kurmuş. İkisi de zombi benzeri bir tehdite karşı savaşıyor. İkisi de ölüp sonra ölümden dönüyor. Jon Snow ve Fitz karşılaştırması dışında da çok benzerlik görüyorum. Altı Dukalık ve Yedi Krallık. İki evrende de yönetici hanedanın sembolü bir geyik. Ana hikayenin en önemli unsurlarından biri ejderhaların dönüşü. İki seride de ejderha canlandırmak için insan kurban etmek gerekiyor. Çok yakın zamanda çıkan iki serinin bu kadar benzemesi gerçekten ilginç. Taht Oyunları Suikastçının Çırağı’ndan bir yıl sonra çıkarmış ama Martin’in yazma hızını düşününce çalmış olması imkansız. Mesela kitap Sanderson’ın olsaydı kesin çalıntı derdim.
Hobb’un kurduğu dünyayı beğendim. 90larda ve öncesinde çok fazla Tolkien klonu seri var. İşte bu seri onlardan biri değil. Ama bu çok orijinal olduğu anlamına gelmiyor. Olaylar orta çağ benzeri bir Low Fantasy evreninde geçiyor. Şimdilik ortalıkta ejderhalar, Soytarı’nın ırkı ve insanlar dışında ırk yok. İlk iki kitapta bol miktarda politik entrika var. Dolayısıyla Buckkeep dışındaki yerleri neredeyse hiç görmüyoruz. Üçüncü kitapta politik entrika azalmış ve yerine sonunda dünyayı görmeye başlıyoruz. Gördüğümüz kadarıyla dünya sıradan bir orta çağ dünyası ama seri çok uzun. İleride bu durum değişebilir. Ben sıradan orta çağ ortamını sevdiğim için memnun kaldım.
Seri klasik fantezi sayılabilir. Grimdark olduğunu düşünenler gördüm ama ben olmadığını düşünüyorum. Bir serinin Grimdark olması için sadece arada vahşet ve ölüm olması yetmez. Grimdark iyi ve kötünün savaşı yerine kötü ve daha kötünün savaşıdır. Ama burada taraflar net şekilde belli. Fitz çok iyi bir insan olmasa da kötü demek imkansız. Hiçbir insan bu kitapları okurken Regal’ı haklı bulamaz. Bunu olumsuz yön olarak söylemiyorum bence bu durum kitapların değerini düşürmemiş. Zaten bu durumda kitapların direkt Fitz’in kafasından yazılmasının da etkisi var. Normal olarak kendisini kötü biri olarak görmüyor. Kimse görmez.
Eğer Kralkatili Güncesi’ni sevdiyseniz okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Piyasada birinci kişiden yazılmış fantastik seri çok yok ve bu seri en iyilerden biri. Asoiaf sevenlere öneririm. Yukarıda da dedim Jon Snow’un bakış açısından yazılmış bir seri gibi. Eğer en önem verdiğiniz şey karakterlerse kesinlikle öneririm. Bu kadar geniş ve sağlam bir karakter kastını zor bulursunuz. Sizi duygusal olarak sarsacak bir kitap arıyorsanız okumalısınız. Okurken en üzüldüğüm seri olabilir. Bir suikastçının hikayesini okumak istiyorsanız önermem. Suikastçılık hiç ana odak haline gelmiyor. Aksiyon arıyorsanız kesinlikle önermem. Üç kitap da çok durağan geçiyor. Aksiyon arada oluyor ama olduğunda da sizi tatmin edemiyor. Bol fantastik öge, farklı ırklar veya orijinal büyü sistemleri barındıran bir seri arıyorsanız kesinlikle önermem. Farklı ırklar yok, fantastik öge miktarı düşük ve iki büyü sistemi de alışıldık sayılabilir.
Hocam seri hakkında genel olarak aynı düşünüyoruz. Fakat bana da kattığınız şeyler olmuş, elinize sağlık.
Bu seri fantastik alanda benim için gerçekten çok ayrı bir yere sahip. Asoiaf benim için mihenk taşıdır. Farseer, en az Asoiaf kadar vurmuştur beni. Belki daha fazla.
Devam serilerini iple çekenler arasındayım.
Ayrıca serinin büyük haksızlığa uğradığını düşünüyorum. Okunmayı fazlasıyla hak ediyor. Okuyan arkadaşlar da mutlaka yorumda bulunmalı.
Alfa bu serinin devamını getirmek için umutlu bakmalı. Fiyatı ne olursa olsun, dolar ne kadar etkileyecek olursa olsun; Alfa çevirisini bu denli kaliteli yapmaya, devam serilerini bu denli iyi basmaya devam etsin, parasını verip almamak terbiyesizlik olur.
Madem sadece birini detaylı görecektik neden iki büyü sistemi var ki? Umarım diğer Fitz serilerinden birinde o dönem de anlatılıyordur.
Fitz’i içeren bir sonraki üçlemede bol bol var.
Mesela Elderling’ler tam olarak ne?
Liveship Traders’a kalıyor bunun cevabı. Taş ejderlere gelecek olursak, üçüncü kitapta Kettle ejderlerin İrfanlı krallar tarafından yapıldığını söylüyor. Hatta hepsi ejder değil içlerinde farklı hayvanlar da var.
Gördüğümüz kadarıyla dünya sıradan bir orta çağ dünyası ama seri çok uzun. İleride bu durum değişebilir.
Liveship Traders başka bir bölgede geçiyor ve orasının Altı Dükalık’a göre çok farklı bir havası var. Zaten Altı Dükalık olabilecek en yalın orta çağ ortamlarından biri.
Storytel’de Erdem Akakçe seslendirmesi ile dinledim. Akakçe bu işin hakkını fazlasıyla veriyor. Onun seslendirdiği kitaplara başlarken içimde en ufak bir kuşku olmuyor.
Konusu şöyle: Lord Glenarvan ve eşi, yatları Duncan ile denizde gezinirken bir şişe içerisinde bir not bulur. Not, gemisi batan Kaptan Grant tarafından yazılmış bir imdat çağrısıdır ancak bazı kelimeler silindiği için notun nereden yazıldığı belli değildir. Yardım talebi hükumet tarafından reddedilince kayıp kişileri kendileri aramaya karar verirler. Yolculuğa Grant’in çocukları ve coğrafya uzmanı olan dalgın Paganel de katılır ve maceralara yelken açarlar.
Artık Verne’ün kitaplarında net şekilde bazı pattern’ler görüyorum. Örneğin ne olursa olsun ödün vermeyen iyi niyetli lord, süper nişancı aksi bir arkadaş, heyecanlı ve meraklı bir genç, kendini ölüme atmaktan korkmayan bir rehber gibi kalıp karakterler yer alıyor romanlarında. Başta biraz yadırgadım ama sonra önemli olanın yolculuğun kendisi olduğuna kanaat getirip aynı heyecanla devam ettim dinlemeye.
Çoğu Verne kitabında farklı duyguları hissetmek mümkün. Bu kitap görece uzun olduğu için ilgimi çekmeyen bazı yerlerde sıkıldığım oldu mesela, keza heyecanlı ve eğlenceli bölümler de vardı. Severek okuyorum Verne’ü ama bu kitabın biraz daha kısa olmasını tercih ederdim şahsen.
Bir sonraki Verne kitabım muhtemelen Denizler Altında Yirmi Bin Fersah olacaktır, sonra da Esrarlı Ada gelir arkasından. Verne dinlemeye ve tavsiye etmeye devam.
Güzel ama kısa bir çizgi roman - gezi notları. Yazar, siyasi görüş ve diğer etmenlerle beyninde hayali bir Küba oluşturmuş. Kitapta ise yaklaşık 1 ay süren gezisinde, gerçek Küba’yı, gördüklerini ve hissettiklerini tüm gerçekliğiyle anlatıyor.
Eserin en çok sevdiğim yanı yazarın dürüstlüğü oldu. Siyasi görüşü sola kayan çizer, hiçbir şekilde gördüğü saçmalıkları aklamaya çalışmamış. Özellikle alım gücünün düşüklüğünü, hayat şartlarının zorluğunu, sistemi eleştirenlere pek müsamaha edilmediğini veya ülkeden çıkmak isteyenlere izin verilmediğini tüm gerçekliğiyle aktarmış.
Özellikle eserin sonlarında resimlerdeki Fidel Castro ile hayali tartışmaları çok güzeldi.
Eserde çok güzel çizimler mevcut ancak bazı çizimlerin siyah beyaz olması , bazılarının ise sadece eskiz olması biraz can sıkıcı. Çizimlerde adını koyamadığım tatlı bir naiflik mevcut.
Eserin tam orta kısmında kalın sayfalar mevcut, sakın bu sayfaları pas geçmeyin, eğin bükün inceleyin, sonucuna şaşıracaksınız.
Kitabın Türkçe basımı için Alfa Yayınevine teşekkürler. Ben kitabın baskı ve kağıt kalitesini beğendim. Ancak sayfalarda açıklamaların olduğu kısımları inanılmaz derece küçük puntolalarla basmışlar. Basılı bir eserde gördüğüm en küçük puntolardı bunlar, adeta eziyet oldu okuması.
Storytel’de dinlediğim en kötü seslendirme idi sanırım, resmen rezaletti. Üstelik seslendiren de Çetin Tekindor. Sanki dokunsalar ağlayacak gibi bir tonla ne yapmaya çalışmış anlaması güç. Sorun bende mi diye yorumlara baktım, neredeyse herkes aynı görüşte. Artık aceleye mi geldi, standart seslendirmesi böyle mi bilmiyorum ama dinlemenizi kesinlikle tavsiye etmiyorum.
Seslendirmenin ne kadar etkisi var bilmiyorum ama bana vasat bile olamayan, sıradan bir kitaptan fazlası gibi gelmedi. Mülteci sorununa çok sıradan bir şekilde değinmiş yazar. Livaneli bende her seferinde “oturup üstünde 1 yıl çalışsam bunu ben de yazarım” hissi uyandırıyor. Merak ediyorum Livaneli bu kitabı başka bir isimle yayımlasaydı şimdikinin yarısı kadar satabilir miydi?
Livaneli’nin edebi yönünü zaten hiçbir zaman iyi bulmadım. Kurgu da ehh’ten ilerisi değil. O zaman kendime soruyorum neden vaktimi daha iyi kitaplar varken Livaneli ile harcıyorum ki? Sonra bende bir aydınlanma oldu bu soru. Kısacası Livaneli’nin okuduğum son kitabı bu olacak büyük ihtimalle (belki Kardeşimin Hikayesi’ne bir göz atabilirim. Bir de ne çok Livaneli yazmışım, sadeleştiremedim de, idare ediverin ).
Livaneli’nin romanlarını beğenmediysen denemelerine bir göz atabilirsin. Ben Edebiyat Mutluluktur’u çok beğendim, tavsiye ederim. Edebiyat üzerine (hadi ya!) güzel gözlemleri var.
İtirafta bulunmak gerekirse bu kadar kaliteli olacağını beklemiyordum. Eski çizimler, kullanılan dil, hikaye ve olay örgüsü… Gerçekten çok beğendim. Bir kahramanın doğuş hikayesi olarak verilmek istenilen her şey başarıyla yerine getirilmiş.
Batman’i sevmem açıkçası. Daha doğrusu ayılıp bayıldığım bir kahraman hatırlamıyorum. Fakat Batman’in neden bu kadar fenomen olduğunu anladım. Çok Normal. Batman sevilirken, filmler yüzünden hakkı yenmiş bir karakter daha var: James Gordon. Batman ve Joker gibi iki fevkalade karakterin arasında kalmış.
James Gordon ile Batman, şehrin pisliklerinden çok teşkilattaki hainlerden mustarip.
İki karakterin de psikolojisinde derine inilmesi ve bunun işlenişi çok başarılı.
James Gordon’ın yaşadığı o buhranı iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Filmlerde daima kusursuza yakın bir Batman gördüğümüzden dolayı, Batman’in dövüş sahneleri beni hiçbir zaman heyecanlandırmamıştır, desem, çok iddialı mı olur emin değilim.
Ancak bu çizgi romanda acemi Batman’e tanık olmak, Batman’in de bir insan olduğunu görmek, teknolojisinin gelişim aşamasına şahit olmak; bunlar gerçekten çok hoş detaylar.
Çizgi romanın tanımı, Batman: İlk Yıl’dan yapılabilir. Edebi yönü gayet kuvvetli ve bir film seyrediyormuşçasına harika karelere sahip.
Beklentim düşüktü. O yüzden de beğenmiş olabilirim. Fakat çok başarılı bir yapıt olduğunu düşünüyorum.
Tek beğenmediğim noktası, fazlasıyla hızlı akması. Hikaye, bize geçmesi gereken önemli kısımları meyvenin olgunlaşmasını beklemeden ikram ediyor. Ancak bu durum normal. Çizgi romanlardaki genel akış çoğunlukla böyledir. Genellikle roman okuduğum için bu olay gözüme çarpmış olmalı.
Gülen Adam’a geçmeyi planlıyorum. Sonrasında roman okumak istiyorum. Uzun süredir çizgi roman okuyorum. Sırf bu yüzden roman okumak meşakkatli bir işmiş gibi geliyor gözüme. Çizgi roman, okuma konusunda ciddi bir tembellik yarattı.
Kitabı bitirdim. İlk kitap olan '‘Kanlakarışık’'a göre bu kitabı çok daha başarılı buldum. İçerisindeki öykülerin büyük çoğunluğunu sevdim. Üçüncü kitap çıkarsa onu da alırım. Okumanızı tavsiye ederim.
OKÇU’NUN YOLU - PAULO COELHO
Kitabı bitirdim. İnce 168 sayfalık bir kitap ama içerisindeki görselleri ve şiir gibi boşluklu yazıldığı için toplasak okumalık sayfa sayısı 20-30 sayfa bir şeydir. Okuma hızınıza göre 1-2 saatte bitirmiş olursunuz. Kitap benim hoşuma gitti. Konusu; Tetsuya ismindeki usta bir okçunun, köyündeki bir delikanlıya okçuluk felsefesini anlattığı güzel bir hikaye. Hayatla ilgili öğütler veren, biraz kişisel gelişim tadında bir kitap ama sıkıcı değil oldukça ilgi çekici bir anlatım olmuş.