Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

İyi bir değerlendirme olmuş, elinize sağlık

2 Beğeni

Çok teşekkür ederim. :blush:

2 Beğeni

Phil Tucker - Bastion (The Immortal Souls #1)

Gözlerinizi bir mozolede açtığınızı hayal edin. Hücre gibi küçük bir odadasınız ve tüm hafızanız kayıp. Tavandaki ufak bir delikten kaçarak sizin durumunuzdaki bir kaç kişiyle karşılaşıp gidebileceğiniz tek yer olan uzaktaki ışık kapısına ilerliyorsunuz. Kapıdan geçer geçmez bir okla arkadaşlarınızdan biri vurulup ölüyor. Daha ne olduğunu anlayamadan canınız için dövüşmeye başlıyorsunuz. Ve acılar içinde ölüyorsunuz.

Kitabın kahramanı Scorio yukarıda yazdıklarımı yaşıyor ve asıl macerası başlıyor. Başlıyor başlamasına ama bitmiyor. Progression fantasy türündeki kitap biraz uzun (yaklaşık 900sf), son üçte birlik kısmı detaylara odaklanmadan sırf sonunu görebilmek için okudum. Bİldiğimiz okul atmosferinde güçlenmeye çalışan savaşçılar, onlara sponsor olabilen güç sahibi evler, bir adet çok başarılı ama mesafeli rakip, bir adet çok güçlü ama sadist nemesis vb klişelere sahip. İlk üçte birlik kısımı temposu biraz düşük olsa da dünyasını da merak ederek keyifle okudum. Dövüşler eğlenceli sayılır, anlatım da orta akıcılıkta olunca okumaya devam ettim. Ardından kitap -biraz da doğası gereği- tekrara düşmeye başladı ve o döngüden çıkamadı. Sevgili @isos81 'in tavsiyesi ile başladım, yeni bir Cradle olur umuduyla fakat yaklaşamadı bile. Bunu pas geçebilirsin istersen dostum.

Progression türünün meraklılarını tatmin edecektir, normal fantastik okuyucusu için ise çok daha iyi eserler mevcut - mesela Cradle :heart_eyes: -

6.5/10

15 Beğeni

Üzdü. Umudum vardı aslında. Önümüzdeki maçlara bakacağız. :slight_smile:

2 Beğeni

Benim de vardı ama Cradle’dan ziyade Dungeon Crawler Carl havası bile verdi bir ara rakamlarla. Sufficiently Advanced Magic için yorumun ne? Onu da ileriye sıraya alabilirim.

2 Beğeni

Onu çok beğenmiştim, mutlaka bir göz at. Ama Cradle bir başka. :heart:

3 Beğeni

Ruh Müziği - Diskdünya 16

Ruh Müziği, Ölüm alt serisinin 3. kitabı olarak yine keyifli ve eğlenceli bir macera oldu. Ölüm’ün iş başında olmadığı, bu sefer yokluğunda işin torunu Susan’a düşeceği bir yol izlemiş Pratchett. Önceki Ölüm kitaplarında benzer bir işleyiş vardı ve hoşuma gitmişti ancak bu kitapla beraber aynı yoldan kurgulanan Ölüm maceraları sanırım standartlaşmaya başladı.

Kitabın ana hiciv konusu 60 lar Rock Müziği de bana biraz uzak, genel olarak pek müzik bilgim yoktur. Ruh Müziği ile beraber yeni tanıştığımız Susan’a, müziğin içlerine aktığı rock grubumuzun üyelerine de pek alışamadım. Bu nedenle beğenim bir tık az oldu, 4/5 puan.

Yine de hikayenin Ankh-Morpork’da geçmesi ile beraber Zararına Dibbler olsun, Rektör Ridcully ve üniversitenin diğer sihirbazları olsun epey zengin bir yan karakter katkısı gelince sıkılmadan ve keyifle okumuş oldum kitabı. Müzik bilgisi daha fazla olan, bu dönemlerin Rock müziğini sevenlerin göndermeleri daha fazla yakalayabileceği ve çok daha fazla keyif alabileceği bir kitap.

18 Beğeni

Muhteşem bir yazı, emeklerine sağlık.

Roger Zelazny’den Creatures Of Light And Darkness’ı okudum.

Daha önce diğer eserlerini okumuş olanların aşina olduğu klasik Zelazny tarzında, Mısır Mitolojisi, bilimkurgu ve fantastik türün harmanlandığı bir hikayeydi.

Middle World’de Yaşam ve Ölüm’ün dengesini Anubis ve Osiris sağlamaktadır. Teknolojik açıdan son derece gelişen insanların kendi genlerini üzerinde oynayarak ömürlerini uzattığı, aşırı derecede ürediği ve başka gezegenlere açıldığı Mid World’de bu Yaşam ve Ölüm dengesi bozulmaktadır. Hikaye, Anubis’in diriltip kendine “Elçi” olarak seçtiği ve insanların arasında gizlenmiş mutlak dengeyi tehdit eden “Ölümsüzleri” yok etmesi için Mid World’e gönderdiği, geçmişini hatırlamayan ana karakterimiz Wakim’in yaşadıklarını konu alıyor.

Kolay okunabilen bir roman değildi. Hikayede her ne kadar Mısır Panteonu yer alsa da temelleri elimizdeki gerçek mitolojik verilere pek dayanmıyor, tanrılar daha fantastik şekilde kurgulanmış. Arada ne olup bittiğini anlamakta güçlük çekilebiliyor ama yine de hikaye akıp gidiyor. Yer yer tercih edilen şiirsel anlatım da çok hoşuma gitti. Aşırı nüfusun yol açacağı problemlerin metaforunun yapıldığı ve yaşam-ölüm felsefesinin bol bol irdelendiği çok güzel bir hikayeydi.

24 Beğeni

İlahi Kentler Serisi

Kara Kule ve Dune gibi türlerinin en iyilerinden olan ve çok sevilen serileri masamızda davet ettikten sonra bugün de onlara nazaran daha mütevazi bir seri olan İlahi Kentler Serisini masamıza davet ediyoruz. Masamız, Agatha Christie kitaplarındaki cinayet işlenmeden önce son akşam yemeklerini yiyen zengin ailelerin sahip olduğu, yan yana ve karşılıklı dizilmiş işlemeli antika sandalyeleri bulunan dikdörtgen bir masa olup ayrıca bir uçtan bir uça bakıldığında uzunluğu ile de komik gözüken bir yapıdadır. Benzer tür kitapların kendi aralarında konuşmaya daha meyilli olmasından dolayı da Dune ve Kara Kule serileri masamızda karışlıklı olarak oturmaktadır. Bu nedenle fantastik türünde bir seri olan İlahi Kentler serisini Kara Kule serisinin yanındaki sandalyeye yerleştiriyor ve diğer misafirlerimize İlahi Kentler serisi hakkında bilgiler vererek onları tanıştırıyoruz.

İlahi Kentler serisi; Merdivenler Kenti, Kılıçlar Kenti ve Mucizeler Kenti olmak üzere üç adet kitaptan oluşan ve Robert Jackson Bennett tarafından yazılan fantastik kurgu bir seri ve konusunu; fantastik evrende geçen dedektiflik motifleriyle bezeli casusluk hikayesi olarak kabaca özetleyebiliriz. Fakat seri ilerledikçe casusluk ögelerinin azalıp fantastik ögelerin ise arttığını belirtmeliyim. Seriye şans vermek isteyenler sadece ilk kitabı okuyarak hem farklı bir evrene atılan o tatlı ilk adımı atabilir hem de o atılan adıma devam edip etmeyeceklerine kafalarında bir soru işareti kalmadan karar verebilirler. Çünkü seri içerisindeki her kitap tıpkı Dune serisinin ilk dört kitabında olduğu gibi kendi içerisinde hikayesini başlatıp bitiriyor. (Sonunu görme hastalığı(SGH) yüzünden zevk almadığı halde devam etme zorunluluğu hissedip eziyet çeken ruhlara selam olsun, yalnız değilsiniz.) Merdivenler Kenti kitabını okuyup seriye devam etme kararı verenleri ise tabi ki bambaşka karakterler veya bambaşka bir evren karşılamıyor. Yukarıda belirtiğim gibi hikayeye daha fazla büyü daha fazla fantastik unsurlar ekleniyor ve evren detaylandırılıyor. Hazır detaylandırma demişken biz de bir katman daha aşağı inelim ve seri ile ilgili detaylı konuşmaya başlayalım.

Bence İlahi Kentler serisine başlamayı düşünen birisi için ilk önce bilinmesi gereken şey; büyü kullanımının alışık olduğumuz diğer fantastik eserler gibi olmadığıdır. Eğer Fırtınaışığı, Zaman Çarkı ve Malazan serilerdeki gibi büyünün ön planda olduğu bir seri istiyorsanız İlahi Kentler serisi pek de sizlik olmayabilir. Büyü kullanımı, bu serilerdeki kadar çok olmasa da ASOIAF (Buz ve Ateşin Şarkısı) serisinde olduğu kadar da az değil. Büyü, bir problemin çözümünde eşyalar üzerinden, tıpkı yazıları büyütmeye yarayan bir büyüteç gibi, yalnızca bir araç olarak kullanılıyor. Dolayısıyla iki büyücü arasında ortalığı kasıp kavuran epik savaşlar yaşanmıyor. Fakat bu, büyü kullanılarak epik savaşlar yapılmıyor demek de değil. İlk kitap özelinde bu “epiklik” sadece kitabın sonlarına doğru gerçekleşiyor olsa da bu bir kapının aralanmasına yol açıyor ve serinin diğer kitapları bu yoldan ilerliyor. Bu noktada seriyi daha net anlatabilmek için artık serinin evrenine bakmamız gerekiyor sanırım. O zaman bir katman daha inelim ve serinin evrenine bir göz atalım.

Yazarımız serinin oturacağı iki temel (casusluk ve büyü sistemi) üzerine karar verdikten sonra da kalemini konuşturarak bu temeller üzerine gerçekçi bir evren yaratıyor. İlahi Kentler evreni, farklı farklı tanrılara ve bu tanrıların etrafında şekillenmiş şehirlerdeki inananların olduğu bir kıta ile yıllarca bu kıta tarafından köleleştirilmiş hiçbir tanrının bulunmadığı bir kıta ile bizi kucaklıyor. (Seri de isimini de tam olarak buradan alıyor zaten, tanrıların etrafında oluşturulmuş şehirler.) Fakat bu kucaklama aslında bir nostalji. Serinin ilk kitabı Merdivenler Kenti ile okuyucuya, kurulan evrende kağıtların yeniden dağıtılmış olduğunu ve kölelerin köleci olduğu gösteriliyor. Seri ilerledikçe de yavaş yavaş bu durumun “nasılı” anlatılıyor. Mazlumun zalim olduğu bu arka planda her iki tarafın bakış açısı ve olaylara verdiği tepki okuyucuya çok iyi aktarılıyor. Mutlak güce sahip insanların ellerinden güç alınınca düştükleri o durum, eskiden sahip oldukları o gurur, öz saygı, onur ve tabi ki özlem çok başaralı bir şekilde hissettiriliyor. Aynı şekilde güce kavuşan tarafın yılların intikamını alması, atalarının çektiği acıyı masumlardan çıkartması, yozlaşması ve tabi ki bir gün tekrardan gücü kaybederek köle olacakları korkusu da etkileyici bir şekilde okuyucuya aktarılıyor. İşte tam da bunların ortasında kaybolan(?) tanrıların kıtasında işlenen kritik bir cinayeti araştırmak için gelen karakterimiz, bu cinayetin uzandığı çok daha büyük tanrısal komploları ortaya çıkartmaya çalışıyor. Tüm seri de aslında bu kurguda devam ediyor. Her açıklığa kavuşturulan komplo evren hakkında başka bir gerçeği sunuyor ve en nihayetinde yaratılan evren ile ilgili tüm sorular cevap bularak seri tamamlanıyor.

İlahi Kentler serisi evrenine ve tanrılarına şöyle bir bakış attığımız için büyünün işleyişi ile ilgili biraz daha net olabiliriz diye düşünüyorum artık. (En azından ilk kitap için diyelim.) Büyü için eşya demiştik. Şimdi farklı farklı tanrılar olduğundan da bahsettiğimize göre bunları artık birleştirebiliriz. Büyü tanrıların dokunduğu veya tasarladığı eşyalar üzerinden belirli sözlerin söylenmesi veya ortamların yaratılması ile uygulanıyor. Bu nedenle de sadece tanrılar üzerine çalışma yapmış ve bu eşyaları ele geçirmiş insanlar büyüyü kullanabiliyor. Evrendeki güç dengesinin değişmesi nedeniyle de büyüye ulaşmak ve uygulamak haliyle zor, hatta bazı insanlar için imkansız oluyor. Böylelikle casusluk için mükemmel araçlar haline gelen büyü aynı zamanda kullanıldığında bir gizem kaynağı da olmuş oluyor.

Sonuç olarak İlahi Kentler serisi; büyüye olan yaklaşımıyla, fantastik bir evren içerisinde gizemli ve heyecanlı casusluk hikayesi anlatmasıyla, kolay bağ kurabildiğimiz gri karakterleriyle, karakterlerin bakış açılarının gerçekçi ve net aktarılmasıyla ama en çokta seride ilerledikçe yaşanan olaylara göre şekil değiştiren dünyasının canlılığıyla kendisine hayran bırakıyor.

Herkese iyi okumalar dilerim.

19 Beğeni

0001918639001-1

Orhan Duru - Yoksullar Geliyor
Okumam çeşitli sebeplerle çok uzun sürse de Yoksullar Geliyor bir nefeste okunması gereken ve okunabilecek bir kitap. Bir kere, sadece seksen küsür sayfa. Dahası, oldukça da iyi yazılmış ve sürükleyici.

Kitap iki öyküden ve ikinci öykü de başka üç öyküden oluşuyor. İkinci öykünün hikâyesi diğer iki öykü için çok genel bir çerçeve oluşturuyor.

Kitaba ismini veren ilk öykü Yoksullar Geliyor’u okumaya başlar başlamaz büyük bri heyecana kapıldım, çekici bir dünyada geçen, kara filmvari heyecanlı maceralardan oluşan bir öyküydü. Son söylenecek şeyi başta söyleyeyim, bu heyecan öykünün sonuna kadar devam etmesine rağmen, öykünün neredeyse yarım kalmışcasına aniden kesilmesi ve bitmesi bu heyecanımı biraz söndürdü. Yine de kitabın devamında bu vartayı atlattığımı söyleyebilirim.

Kabaca ilk öykünün konusu: Zengin Kuzey’de Şirket’in egemenliği vardır. Yoksul Güney’de ise perperişan, açlıktan sürünen Yoksullar. Şirket zaman zaman ve yer yer kurduğu gölge devletlerle aç Güney’i kontrol altında tutuyor. Kitap Şirket’in ordusunda bir komutan olan Tolon ve yardımcısı Almo’nun çölü aşarak Güney’in kalbine gitmeye başlamasıyla açılıyor. Tolon’un aldığı emir, bu gölge devletlerden birinin hükümdarı olan İskender Herkül’ü öldürmesi. Ne var ki bu karmaşada bir taraf daha vardır, şirketin başının belası olan Yalvaç ve “tarikatı”.

Öykü dört bölümden oluşuyor ve bu bölümler giderek kısalıyor. Bu da okurun ona olan ilgisinin fade-out olmasına yol açıyor bence, en azından benim deneyimim böyle oldu.

İkinci öykü Kamuoyu Yaratma, daha önce de söylediğim gibi, ilki çerçeveyi oluşturan üç öyküden oluşuyor.

Bir uzaylı istilası için uzaylıların dünyada kamuoyu oluşturmasını konu edinen ilk öykü Kamuoyu Yaratma’yı bir komplo teorisinden ayırmak çok mümkün değil. Bunun sebebi olarak da kitabın yazıldığı tarih için güncel olan bir ismi, Erichh Von Daniken’i konu etmesini ve bu kamuoyu oluşturma faaliyetinin göbeğine koymasını gösterebilirim. Orhan Duru yaşıyor olsaydı onunla tanışmak ve bu konuyu sormak isterdim.

İkinci öykü Haritacı bir Osmanlı resiyle bir yabancının denizin ortasında karşılaşmasını anlatıyor ve kitap burada kendini bir kez daha topluyor. Eğlenceli ve renkli, bir pazar sabahı filmi hikâyesi, Sinbad gibi ya da Denizler Altında 20.000 fersah gibi.

İkinci öyüyü oluşturan üçüncü öykü Öğrenciler karanlık bir gelecekte geçiyor. Uzaylılar planlarında başarılı olmuş ve distopya kurulmuştur. Öğrenimin yasaklandığı bu dünyada öğrenciler hâlâ eğitim almaya devam etmekte ve katil Yönetim’le savaşmaktadır. Öykü bu öğrenciler arasından bir öğrencinin bir eyleme katılmasıyla açılıyor.

Kitap beni hem şaşırttı hem de sevindirdi. Peşinden koştuğuma memnunum. En yakın zamanda Duru’nun diğer bilimkurgu kitabı olan Fırtına’dan okumaya devam etmek istiyorum.

12 Beğeni

Haşhaş Savaşı Serisi İkinci Kitap: Ejderha Cumhuriyeti

Savaş…

Savaş asla değişmez…

Ejderha Cumhuriyeti’ni düşününce aklımızda ilk canlanan işte bu kelime ve “Fallout” ile özdeşleşen bu cümle oluyor.

Savaş…

Yazar, Ejderha Cumhuriyeti kitabında savaşın her çeşidini göstermeyi kendine görev edinmiş gibi kitap içerisinde; köy baskınları, iki ordunun karşı karşıya geldiği kara savaşları, donanmaların çarpıştığı deniz savaşları ve şehir kuşatmaları gibi bir çok savaşı işliyor. Zaten karakterlerimiz de ya bu savaşlarda savaşıyorlar ya bu savaşlar sonucu oluşan manzaralara dayanamayıp haşhaşa düşüyorlar ya da bu savaşlar için gerekli olan suikastları düzenliyorlar. Dolayısıyla Ejderha Cumhuriyeti başından sonuna kadar savaş üzerine odaklanmış bir kitap olarak karşımıza çıkıyor ve “savaş” kelimesini aklımıza kazıyor.

Savaş asla değişmez…

Haşhaş Savaşı kitabındaki ırksal temellere dayalı bir savaş olan 3.Haşhaş savaşının (ilk ikisi serinin arka plan hikayesi) bitmesiyle Ejderha Cumhuriyeti kitabında ideolojik temellere dayalı bir iç savaş patlak veriyor. Cumhuriyet destekçileri ile İmparatorluk destekçileri arasında kitap boyunca devam eden bu iç savaşla yazar, tüm savaşların değişmeyen tek amacının güç elde etmek olduğu entrika ve ihanet dolu bir hikayeyi beğenimize sunuyor. Savaş devam ettikçe de kitap, aslında insanların her zaman ayrıştıracak bir grup bulabileceklerini, bu ayrışım üzerinden de hak iddia edebileceklerini ve bu ayrışım için ırk, ideoloji, din vb. konuların sadece birer bahane olduğunu bize yavaş yavaş gösteriyor. Savaşlar içerisindeki taraflar,entrikalar, amaçlar ve ihanetler değişirken de değişmeyen tek şey; tabi ki savaşın kendisi oluyor. Dolayısıyla da “savaş asla değişmez” cümlesi aklımıza kazanıyor.

Yaptığımız giriş ile Ejderha Cumhuriyeti’nin kapsamlı bir savaş kitabı olduğunu belirttiğimiz için şu anda “kitap sürekli savaş sahnelerini mi anlatılıyor?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama kitapta savaş sahneleri sadece bir iki paragraf ya da en fazla bir iki sayfa yer tutuyor. Yazar, kitaplarında savaş sahneleri yazmak yerine savaşın ve savaş sonucu oluşan ortamın atmosferini yazmayı tercih ediyor ve bence bu tercih; savaşın kaosunu, yıkıcılığını, acısını, vahşiliğini ve insan ruhunu parçalamasını yani kısacası doğasını anlatmak için mükemmel bir yöntem. Yazar bunların üstüne bir de savaş dolu bu kitaba ilk kitabın gerçekçi ve acımasız dilini de aktarıyor ve böylelikle kitap, okurken kaskatı kesilip sadece sayfaları değiştiren parmaklarımızın hareket edebildiği soluksuz okunan bir esere dönüşüyor.

Bu noktaya kadar serinin fantastik bir eser olduğundan veya serinin sahip olduğu fantastik unsurlardan bahsetmediğimizi fark etmişsinizdir. Bunun nedeni; seride “büyünün” kanalı olan tanrıların tıpkı bu yazıda olduğu gibi kitap içerisinde çok az yer alıyor ve ancak kitabın sonlarına doğru ortaya çıkıyor olması. Ya da son kısmı; ‘tatmin edici bir şekilde tam manası ile ortaya çıkıyor’ olarak düzeltelim. Kitabın başlarında üzerinde yol aldığımız bu “az büyü” yolu kitabın orta bölümlerine geçtiğimiz bir sırada bakıma alınarak tamamen kapatılıyor ve yolumuza ihanet ile dolu entrika yoluyla devam etmek zorunda kalıyoruz. Fakat bu yol entrikalarla ve ihanetlerle o kadar dolu ki hem en iyi zamanındaki Barcelona’nın orta sahası karşısında sersemleyen rakip gibi hem de gözüne far tutulmuş tavşan gibi oluyoruz. Yani bir oraya bir buraya koşarken donup kalıyoruz. Bu durum yolun başlarında güvensizlik ve tekinsizlik yaratarak gerilim ve heyecanı körüklese de bir yerden sonra kendinizi “kitaptaki her karakterin de ayrı gizli bir planı olmasın artık be!” diye isyan ederken bulabilirsiniz. Dürüst olmak gerekirse, ben isyan eden ve bu durumdan da biraz canı sıkılan tarafta yer alıyorum. Yani gerçekten kimseye de mi güvenmeyelim?

Eh, madem ki kitap ile ilgili bu ufak ve biraz da kişisel olan sıkıntıya değinmeden geçemedik o zaman bundan biraz daha can sıkıcı olan bir durumdan da kısaca bir bahsedelim.Ejderha Cumhuriyeti kitabının ilk başlarında karakterimiz, ilk kitapta yaşadığı akıl almaz olayların acısını yaşıyor ve bastırmak için bu evrendeki en rahatlatıcı madde olan haşhaşa yöneliyor. Bu kısımlarda bize karakterin yaşadığı duygusal çöküş hissettirilerek karakter ile daha derinden bağ kurmamız sağlanıyor. Fakat karakterimiz bu sırada o kadar garip ve o kadar çocukça kararlar veriyor ki okurken afakanlar bastırıyor ve “Hayıııırrrr!” diye bağırıyorsunuz. Neyse ki bu durum karakterimizin akıl hocasını bulmasıyla çok uzun sürmüyor da bu “can sıkıntısı” ufak bir rahatsızlıktan öteye geçmiyor.

Yazının ortalarında Ejderha Cumhuriyeti kitabındaki büyünün asıl ortaya çıkışı sonlarda oluyor demiştik. Biz de bu yazının sonunu kitaba benzetelim ve büyüyü ortaya çıkartarak yazıyı tamamlayalım. Yazarın büyü yolunu bakıma alarak yönümüzü entrika yoluna çevirmesine aynı bizim gibi, hatta belki bizden bile daha fazla, canı sıkılan tanrılar artık daha fazla dayanamayacaklarına karar veriyorlar ve sahneye iniyorlar. (Belki de sahneyi ele geçiriyorlar demek daha doğru olabilir.) Beklemenin verdiği rahatsızlığı üstlerinden atmak için de kıyım başlatıyorlar. Dolayısıyla savaşların dehşeti, acımasızlığı ve tarafsızlığı da doğal olarak katlanarak artıyor. Biz de bu ortam içerisinde arkamıza yaslanıyor ve rüzgarın durdurulamaz gücü ile ateşin yıkıcı gücü arasındaki hakimiyet savaşını keyfile izliyoruz.

Herkese iyi okumalar dilerim.

Düzenleme Notu : Şiddet (tokat) kısmı için özür dilerim. Çok çirkin ve rahatsız edici olmuş. O kısmı çıkarttım.

10 Beğeni

Haşhaş Savaşı Serisi Üçüncü Kitap: Yanan Tanrı

Sonlar her ne kadar hüzünlü ve zor olsalar da bir şeyleri birleştirip anlam kazandırmasıyla aslında bir yandan rahatlatıcı bir etkiye de sahiptirler. Çünkü iyi yazılmış sonlarda; olayların ve karakterlerin gerçek amaçları ortaya çıkar, satır aralarında verilen ip uçları birleşir, açık tüm uçlar kapanır ve hikaye tamamlanır. Böylelikle de her şeyin yerli yerine oturmasıyla okur tatmin olur ve rahatlamış hisseder. Ama tabi ki evrenden ayrılmanın yarattığı hüzün bu rahatlamaya eşlik eder. İşte serinin üçüncü ve son kitabı olan Yanan Tanrı, tüm bunları bünyesinde barındırmasıyla keyfili bir serinin iyi yazılmış son kitabı olarak karşımıza çıkıyor. Yalnız iyi yazılmış bir son olması kitaptaki her kararın hoşuma gitti anlamına da gelmesin çünkü kitabın içerisinde çok rahatsız olduğum kararlar var. O kısımlara yazının sonlarında zaten değineceğim, o yüzden biz sırayla gidelim ve önce kitabın genel olarak ne hakkında olduğuna bakalım.

Ejderha Cumhuriyeti kitabında birinci kitaptaki ırksal savaşın sonuçlarını es geçip ideolojik bir iç savaşa başladığımız için bu sonuçlarla Yanan Tanrı kitabında yüzleşiyoruz. (Acaba bunlar ikinci kitap konusu olsa daha iyi olmaz mıydı?) Karakterimiz bu sonuçlarla yüzleşirken artık tanrısal gücünü kullanmaktan ve gücü eline almaktan da çekinmiyor. Ayrıca seri boyunca yaşadıklarından da ders alarak kimseye de güvenmiyor. Serinin ikinci kitabındaki ihanetlerden ve tanrısızlıktan (büyüsüzlükten) sıtkımızın sıyrılmasından sonra Yanan Tanrı işte bu başlangıcıyla “oh be” dedirttiriyor. Tüm bunların üstüne bir de bu savaş, karakterimizin içselleştirdiği bir kurtuluş ve gerilla savaşı olmasıyla üzerimizde daha derin bir iz bırakıyor ve bizi kitaba daha yürekten bağlıyor. Özellikle seri boyunca ilk defa sivil halkın savaşın sonucu değil de savaşın parçası olmasıyla kitabın yaşattığı duygular tüm seriye nazaran daha içsel olarak hissediliyor. Uzun zamandır işgal altında kalan köylülerin önce özgürleşmek için yaptıkları daha sonra da intikam almak için yaptıkları kanımızın çekilerek elimizin ayağımızın buz kesmesine neden oluyor. Ama savaş ve ihanet yazmayı seven yazarımız işleri bu noktada bırakmıyor ve çok hızlı bir tempoyla giriş yaptığımız kitabın başlarından ortalarına geçerken hikayeye bir katman daha ekliyor.

Kitaptaki kurtuluş mücadelesi yavaş yavaş sonuçlanırken ikinci kitaptaki ideolojik savaş evrim geçirerek din savaşına dönüşüyor ve böylelikle iman savaşı başlamış oluyor. Kurtuluş savaşından yeni çıkmış aç, sefil, yorgun ve aynı zamanda sivillerden oluşan kaos inancı ordusu, teknolojik olarak fersah fersah üstün profesyonel askerlerden oluşan düzen inancı ordusuna karşı tanrılar dahil olsa bile tutunamayacağı için yardıma ihtiyaç duyuyor. Bu yardım ile de döngü tamamlanıyor ve hikaye anlam kazanıyor. Yani aslında yazar iman savaşını açık uçları kapatmak ve hikayeyi toparlamak için kullanıyor. Ama işte tam olarak burada yazar, yukarıda bahsetmiş olduğum rahatsızlık yaratan o ilk kararı da veriyor. Yardıma çağrılan karakterler güçlü, etkileyici, korkutucu ve göz kamaştırıcı olmasına rağmen yazar karakterleri yoldan çekmeye karar veriyor. Karar diyorum çünkü; yazar bu zamana kadar zaten karakterlerin kişiliklerini, güçlerini ve arka planlarını önümüze sermiş oluyor. Üstüne karakterleri müthiş bir şekilde sahneye de çıkartıyor. Yani karakterler, ortam ve yol hazır olmuş oluyor. Ama daha da önemlisi biz hazır olmuş oluyoruz. Geriye tek kalan tek şey; yazarın o yönde yazmaya karar vermesi oluyor. Ama maalesef yazar tam tersi karar veriyor. Sonuç olarak bana göre bu durum, çok büyük bir potansiyelin harcanmasına veya basitleştirilmesine sebebiyet veriyor. Neyse belki yazar ileride bu karakterler hakkında bir hikaye yazar.

Yardım çağrısının yazarın kararı ile basitçe geçiştirilmesi tabi ki yardım ihtiyacının bittiği anlamına gelmiyor. Karakterimizin bu soruna çözümü de yardımı kendi kendine yaratmak oluyor (Buralar gizemli kalsın.) ve böylece iman savaşının son cephesine doğru ilerlemiş oluyoruz. Yazar, kitabın ortalarından sonlarına doğru uzandığımız bu kısımlarda tanrı(büyü) kullanımında kesenin ağzını açıyor ve bol bol kullanılıyor. Dolayısıyla bu kısımlar fantastik edebiyat seven bizler için gayet keyifli ve doyurucu bir yolculuğa dönüşüyor. Fakat savaşın bitmesi ile yazar, rahatsız olduğum bir dizi karar daha veriyor.

Savaşın bitmesi ile karakterimiz öyle bir buhrana öyle bir paranoyaya ve öyle bir strese saplanıyor ki kitap tam bir “ucube şovuna(freak show)” dönüşüyor. Hatta o kadar ki, karakterin yaptığı aptallıkları, söylediği sözleri ve aldığı kararları okurken sinirimden tırnak yeme alışkanlığı edindim. Fakat sinirim geçip üstüne biraz düşündükten sonra rahatsızlığımın karakterden değil de karakterin gerçekçiliğinden kaynaklandığını fark ettim. Şöyle açıklamaya çalışayım; ihanetin nefes almak kadar doğal olduğu bu evren de karakterimiz çok fazla gücü çok genç elde ediyor. Bu nedenle de her şey bittiğinde ve savaşacak düşman kalmadığında ne yapacağını bilmez bir halde, aciz bir şekilde kalıyor. Yani yazar, tüm seri boyunca savaş üzerinde kullandığı gerçekçi dili karakter üzerinde de kullanıyor. Ama işte benim sevmediğim nokta da tam burası. Fazla gerçekçilik. Fantastik evrenlerde gerçekçi bir tutarlılık isterim ve ararım ama sonuçta bu türü, beni yaşadığım hayatın “gerçeklerinden” koparttığı için tercih ediyorum. Dolayısıyla yaşadığım hayatta sahip olduğum buhranları ve stresleri bu kadar gerçekçi şekilde görmeyi pek istemiyorum. Gibi dizisinde geçen; “Ulan yaşadığımız yetmiyor bir de senden dinliyoruz hayatın gerçeklerini.” repliğinin bu konudaki hislerimin özünü tam anlamıyla ifade ettiğini düşünüyorum. Velhasıl eğer bu dediklerimi görmekten hoşlanan bir okursanız o zaman kitabın sonunun size müthiş geleceğini temin ederim.

Son kitabın da bitmesiyle serinin geneli hakkında bir iki kelam daha edip bu seriyi sonlandıralım.

Haşhaş Savaşı üçlemesi; içerisinde gerçekçi birçok savaş atmosferleri barından, ihanet ve entrika dolu, hareketsiz bırakacak kadar kan donduran bölümlere sahip, okunması keyifli ve akıcı fantastik bir seri. Fakat serinin genelinde bir tempo problemi hissettiğimi söylemeliyim. İlk kitap açılışı ile ilgi çekici başlıyor ve savaşın başlamasıyla iyice hızlanıyor ama ortalarına doğru frene basıyor. Sonunda ise frenlerin patlamasıyla aklımızı alıyor. İkinci kitap ise başlarında çok yavaş, ortalarda bir hızlı bir yavaş ve sonlarında çok hızlı devam ediyor. Üçüncü kitap serinin en hızlı başlayan kitabı oluyor ama kitap yukarıda detaylıca bahsettiğimiz tempo kırıcı unsurları bulunduruyor. Seri hakkındaki diğer bir nokta ise; fantastik ögelerinin az olması. Yazar daha çok savaş ve savaşın sonuçları üzerine yazıyor. Zaten karakterimiz birinci kitapta güçlerini yeni öğreniyor. İkinci kitapta da güçlerini neredeyse hiç kullanmıyor. Ama hakkını verelim karakterimiz üçüncü kitapta baştan sona bir güç gösteri olarak karşımıza çıkıyor. Seri hakkındaki son nokta da; serinin bol bol ihanet içeriyor olması.(isyan ettirecek kadar) Kitaptaki şu paragraf kitabın içerdiği ihanet boyutunu özetler nitelikte; “Ona bildiği her şeyi öğretmişti. Sonra onu terk etmiş, geri dönmüş, ona ihanet etmiş ve onu kurtarmıştı.”

Herkese iyi okumalar dilerim.

11 Beğeni

Bağlılık Serisi: İmparatorluğun Çöküşü

Bilimkurgu hayranı olan herkes John Scalzi adını mutlaka bir şekilde duymuştur diye düşünüyorum. Zira kendisinin ödül almalara doyamadığı bir çok tekil kitabı ve de bir çok seri kitabı bulunuyor. Bu serilerin en önemlilerini ve dilimize çevrilmiş veya çevrilme aşamasında olanlarını da; Yaşlı Adamın Savaşı serisi, Sendrom serisi ve Bağlılık serisi oluşturuyor. Ben de serilere yapılan övgülerden etkilenen bir bilimkurgu bağımlısı olarak serilere karşı büyük bir açık hissediyor, fakat henüz bu zengin açık büfeye saldırıp açlığımı da gideremiyordum. Çünkü her keyifli yemeğin kapanışını oluşturan tatlılar yazarımız tarafından üretilmiş olsa da henüz çevirmenlerimiz tarafından damak tadımıza uygun hale getirilip servis edilmemişti. Damağımızda bıraktığı son tatla hatıralarımızı şekillendiren bir tatlıyı en az yemek yeme sürecinin kendisi kadar seven bir yemeksever olduğumdan serilere başlamak için de mecburen tatlılar servis edilene kadar beklemek zorundaydım. Nihayetinde tatlılar servis edilmeye başladı ve ben de Bağlılık serisine, menüsünün açılış yemeği olan İmparatorluğun Çöküşü kitabıyla başladım.

İmparatorluğun Çöküşü, Asimov usta Dune ve Taht Oyunları (ASOIAF) serilerini yazmış olsa nasıl olurdu? sorusunun bir cevabı gibi karşımıza çıkıyor. John Scalzi, Asimov ustanın o basit dilini kendi eğlenceli ve biraz da küfürlü diliyle birleştirerek Dune evrenin yönetim sistemine benzer hanedanlık - imparatorluk -parlamento- din sistemini kuruyor ve bu sistemin siyasetine Taht Oyunları serisinin entrikalarını serpiştiriyor. Yalnız buradaki eğlenceli kısıma özellikle değinmek istiyorum. Çünkü kitap tebessüm ettirmeden sayfaların geçmesine asla izin vermiyor. Bu tebessüm karakterlerin veya kitaptaki olayların komik olmasından da kaynaklanmıyor. Sonuçta kitap, isminden de anlaşılacağı üzere bir imparatorluğun çöküşünü anlatıyor ve tabi ki çöküş sürecinin vazgeçilmez unsurları; suikastlar ve isyanlar bol bol karşımıza çıkıyor. Taktir edersiniz ki, suikast ve isyan da pek komik kategorisi içerisine dahil olan konular olarak tanınmıyorlar. Fakat yazarın ustaca kullandığı kalemi burada devreye giriyor ve yazar yarattığı bu gergin ortamda farklı farklı yöntemlerle bizi gülümsetmeyi başarabiliyor. Örneğin; kitapta çok sevdiğim ve okurken gülümsemeden duramadığım nevi şahsına münhasır ve çok kaliteli uzay mekiği isimleri bulunuyor. Fakat her bir uzay mekiği isminin ayrı ayrı çok güzel olması ve hanedanların kişiliğine uygun olarak konulması dolayısıyla birini bile söyleyerek keşfetme zevkinizi de kaçırmak istemiyorum. O nedenle eğer bu evrende yaşamış ve bir uzay mekiğine sahip olmuş olsaydım ona koymuş olacağım adı örnek olarak kullanacağım ki bu da; “Sen de biliyorsun ki ben haklıyım.” veya "oyunlar sanattır, sanat çiçektir, çiçek babandır. " cümlelerinden biri olacaktır.

Yazarın eğlendirmek için kullandığı tek yöntem de tabi ki uzay mekiği isimleri değil. Yazının başlarında karakterlerin komik olmadığından bahsetmiştik zaten ama komik karakterlerin olmaması veya karakterlerin espri yapmıyor olması yazılan diyalogların eğlenceli olmadığı anlamına gelmiyor. Yazar; iğnelemeyi, küfrü ve hakareti tam yerinde, abartmadan, dozunda ve zekice kullanarak aslında okuru rahatsız edebilecek bu olgulardan eğlence çıkartmayı başarabiliyor. Ayrıca bu durum kitaba bir samimiyet de katıyor. Kitap boyunca sanki 40 yıllık arkadaşımız olan karakterlerin hikayesini başka bir dostumuzdan dinliyormuşuz gibi hissediyoruz. Aklıma en iyi örnek olarak, Gibi dizisindeki İlkkan’nın kişiliğini oluşturan “pattern” teyzenin doktor ile olan diyaloğu geliyor. (Bu sıralar Gibi’nin yeni sezonunu izliyorum da örnekler hep oraya kayıyor.)Teyzenin gergin gergin doktoru dinlemesi, sonra İlkkan’a dönüp tatlı tatlı senin bir sorunun yok demesi ve doktorun ısrarı üzerine patlayarak doktora küfrü yapıştırmasındaki doğallık hissinin aynısı kitap boyunca bizi sarıp sarmalıyor. Yalnız buradaki Gibi ile olan benzerlik sadece samimiyet ve doğallık üzerine, absürtlük üzerine değil. Dizideki absürtlük kesinlikle kitaplarda bulunmuyor.

İmparatorluğun Çöküşü kitabının dilinden ve hissettirdiklerinden bahsettiğimize göre birazda konusuna değinelim. Kitap, yaşadığımız evreninin ve dolayısıyla tüm bilimkurgu kitaplarının muzdarip olduğu; evrenin sonsuzluğuyla ışık hızı sınırının yarattığı genişleyememe sorununa çözüm bulunmuş bir evrende geçiyor. Bu çözümün adı da Akım Nehirleri. Evrenin kurallarının işlemediği akım nehirleri sayesinde ışık hızıyla bile onlarca yıl sürecek mesafeler; aylar, günler ve hatta saatler mertebesinde bir sürede aşılıyor. Fakat akım nehirleri bu evrenin temel yapısı içerisinde bulunan bir olgu olduğundan değiştirilemiyor, yönlendirilemiyor veya yeniden üretilemiyor. Dolasıyla insanlık evrensel imparatorluğunu tıpkı dünyadaki insanların şehirlerini su kaynaklarının etrafına kurması gibi akım nehirlerinin girişleri ve çıkışları etrafına kuruyor. Akım nehirlerinin konumundan dolayı da kurulan medeniyetler kendi kendilerine yeterli olamıyorlar ve diğer medeniyetlerle ticari ilişkiler kurmak zorunda kalıyorlar. Zorunlu ticaret sistemi hanedanlık kast sisteminin güçlenmesine neden oluyorken nehir akımlarının giriş/çıkışlarını kontrol eden hanedanlık da imparatorluk tahtına oturuyor. Tüm bu sistemin de halka yedirilmesi için de hem parlamento sistemi kuruluyor hem de dini bir takım olaylar yaratılıyor. (Din kısımı özellikle ikinci kitapta detaylı olarak anlatılıyor.) Böylece Dune benzeri ilişki içerisinde birbirlerine bağlanan hanedanlık-imparatorluk- parlamento-din sistemi ve akım nehirleri ile bağlanan insanlık seriye de adını vermiş oluyor. İmparatorluğun Çöküşü ise; bir akım nehri fizikçisinin Vakif serisinin Hari Seldon’u gibi ortaya çıkarak akım nehirlerinin çöktüğünü iddia etmesiyle başlıyor. Biz de hikayeye; bu akım fizikçisinin, “imparatoks” olmak istemeyen imparatorun ve bebekken söylediği ilk kelime “siktir” olan bir hanedan üyesinin gözünden şahit oluyoruz.

Yazar, evrene “bağlı” yayılmış insanlığın sonunun geldiği bir bilimkurgu hikayesini çok eğlenceli, çok akıcı ve biraz da küfürlü bir dille anlatıyor. Kitap, suikastlar ve uzay aksiyonları ile heyecanlandırmasına ve kimin ne çıkarı olduğunu bilmediğimiz bir isyan ile de merak uyandırmasına rağmen kitaba ara verdiğimizde geri dönmemizi sağlayan ve kitap bittikten sonra da üzerimizde kalan his; eğlencenin yarattığı mutluluk oluyor.

Herkese iyi okumalar dilerim.

12 Beğeni

Daniel Arasse Yakın Bakış’ı okudum.

Arasse bu kitabında resim yorumlama konusuna daha unorthodox daha özgürlükçü bir bakış açısı sunmuş. Eserleri sadece ikonografi kullanarak yorumlamanın kolaya kaçmak olduğunu, Gombrich gibi ünlü sanat tarihçilerinin aksine ikonografiye bağımlı kalan tek bir doğru yorumlama biçimi olmadığını, bu geleneksel yaklaşımın eseri yapan sanatçıları sanki belirli örüntüleri izlemeye programlanmış robotlarmışçasına sıradanlaştırdığını, sanatçının kullandığı sembolizmin bir alt katmanında bulunan fikirleri olduğunu ve bunun sanat tarihçileri tarafından görmezden gelindiğini savunuyor. Bunu da Bruegel, Velazquez, Tiziano gibi sanatçıların 6 farklı eseri üzerinden, eser içindeki farklı öğeler arasında bağ kurarak, eserin yapıldığı tarihi, sanatçının geçmişini ve sanatçının diğer eserlerini de ele alarak okurla konuşur tarza yazdığı denemeler, diyaloglar ve mektup üslubu üzerinden aktarıyor.

Kitabın içindeki görseller malesef küçük ve renksiz basılmış, neyin ne olduğu kesinlikle seçilmiyor. Bu yüzden bahsi geçen eseri başka bir yerden açıp bakmak gerekiyor.

@sultiderler

15 Beğeni

Teşekkür ederim. Birçok terime yabancı kaldım ama yine de merak ediyorum.

2 Beğeni

Cennetin Çeşmeleri

Bilimkurgunun atası sayılan isimlerinden Arthur C. Clarke’ın 1979 yılında yazdığı Cennetin Çeşmeleri, uzay çağının emekleme aşamasındaki insanlığa ilk adımlarını attıracak olan bir mühendislik projesi anlatıyor ve usta bir kalemin bu mühendislik projesini nefes kesen bir maceraya dönüştürmesine tanıklık ettiriyor. Kitap, mühendislik dallarının göstereceği gelişmeler üzerine müthiş öngörüler barındırıyor ve neredeyse hiçbir zaman bilimkurgu ile fantastik kurgu çizgisinin silikleştiği “uç konulara” girmiyor. Dolayısıyla mühendislik odağına sahip bu kitabı üzerinden tam 45 sene geçtikten sonra okumak isten bir okurda kitabın artık eskimiş olabileceği ön yargısı istemsizce oluşuyor. Fakat Arthur C. Clarke niçin bilimkurgunun en önde gelen isimlerinden biri olduğunu ispat edercesine kitap içerisine zamanından öte öyle fikirler ekliyor ki, kitabı bu gün okuyan bir okur kitabı eskimiş teknolojik fikriler olarak değil, günümüz teknolojisi ve bilimkurgu olarak buluyor. Kitabı bitirdikten sonra ise kitapta bilimkurgu dediğimiz şeylerin ne zaman gerçekleşeceğini düşünmeden edemiyor. Arthur C. Clarke tam 45 yıl önceden insan zihninin sahip olduğu hayal gücü potansiyelinin ne kadar büyük olduğunu Cennetin Çeşmeleri ile kanıtlamış oluyor.

Cennetin Çeşmeleri’nin temeli her ne kadar “uzay asansörü” üzerine kurulu olsa da kitap içerisinde artık neredeyse her bilimkurgu eserinde görülen veya günümüz teknolojisinin bir parçası olarak kullanılan bir çok fikir bulunuyor. İnsanlık şu anda geç modern çağın içerisinde bulunduğu için de; asteroit madenciliği, gezegenlerin kolonileşmesi, meteoroloji kontrolü ve uzay şehirlerinin temelleri gibi fikirler haliyle kitaptaki bilimkurgu örneklerini oluşturuyorken; görüntülü arama(hologram değil direkt günümüzdeki gibi), twitter (x) fikrinin ilk aşamaları, yankı odaları dediğimiz sosyal filtreleme sistemleri ve bunların bağlı olduğu internet gibi 45 sene önce bilimkurgu denilen fikirler ise günümüz teknolojisinin örneklerini oluşturuyor. Yani Arthur C. Clarke Cennetin Çeşmeleri ile bizlere bir fikir şovu sunuyor. Kitabı bu günden okuduğumuzda ise bu şov, korkutucu derecede büyüleyici bir öngörü tutarlılığına dönüşüyor. Kitap içerisinde bulunan fikirlerden sadece internetin geleceğinin öngörüsü bile yazarın ne muazzam bir zekaya ve öngörü yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamış oluyor. Ama tıpkı mühendislikte %100 diye bir şeyin olmaması gibi yazarın da tutturamadığı bir fikri bulunuyor. Adı “otomatik, kişiye özel kutlama ve hediye gönderme sistemi” olan ve yazarın arkadaşlarının beklentilerinden bunaldığı bir vakit ortaya çıkan bu icat günümüzde bulunmuyor. ( Tabi ki bu benim bildiğim kadarıyla eğer böyle bir şey varsa biri mutlaka yazsın.) Ama belki de yazar bu icadı ile arkadaşlarına bir mesaj da göndermek istemiş de olabilir ki ben kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum. (Hayır, bu kesinlikle kimseye bir mesaj değildir.)

Yazar tüm bu fikirleri arkası dolu ve çok doğal bir şekilde kitap boyunca serpiştirerek aktarıyor ve böylelikle okura sanki bu fikirler kurgu değil de gerçekmiş gibi hissettirmeyi başarabiliyor.Tabi bazı fikirlerin günümüz teknolojilerinde kullanılıyor olması da bu durumu destekliyor. Ama Mars koloni başkanından telefon gelip proje ile ilgili sorunları dile getirildiği zaman kendimizi kaptırarak hemen o sorunlara çözüm arıyorken veya kendimizi “Mars’da yer çekimi az olduğundan bu durum sorun olmaz” derken buluyor olmamız tamamen yazarın anlatım başarısından kaynaklanıyor.

Cennetin Çeşmeleri’nin asıl konusu ise; uzay asansöründen, asansörün mühendisliğinden ve kuruluş aşamalarından oluşuyor. Fakat yazar, yaşadığı bölgenin tarihinden ve doğal güzelliklerinden o kadar etkileniyor ki kitabın açılışını bölgenin gizemli tarihiyle kendi kurgu tarihinin harmanı olan bir hikaye ile yapıyor. Ayrıca hikayeye bölgenin harikulade manzaralarını ve doğal güzelliklerini de ekleyerek zihnimizde görsel bir şölen yaratmayı da ihmal etmiyor. Şölen devam ederken yazar din kavramını da işin içine sokuyor ve yaşadığımız hayattaki din ile kitaptaki harmanlanan tarihin oluşturduğu dini iç içe geçirerek kurgu ve gerçeklik algımızı tamamen alt üst ediyor. Kitabın ikinci bölümü ise, Neil Amstrong için küçük ama insanlık için büyük olan adımı gibi “küçük” bir sürprizle açılıyor ve bizi din olgusu üzerinden felsefeye yapmaya davet ediyor. Sürprizin getirdiği şaşkınlık ile artık bizi avucunun içine alan yazar bu sırada sağa sola serpiştirdiği bilimkurgu unsurları (görüntülü arama vb.) ile fark ettirmeden de uzay asansörü için gereken tüm alt yapıyı kurmuş oluyor.

Uzay asansörü projesinin başlamasıyla birlikte de kitap artık kurgu bir eser olmaktan tamamen çıkıyor ve mühendislik el kitabına dönüşüyor. Arthur C. Clarke uzay asansörünün karşılaşabileceği sorunları tek tek irdeliyor ve bu sorunlara hem bilimkurgu hem de mühendislik anlamında doyurucu cevaplar veriyor. Ayrıca kitap uzay asansörünün sadece işlevsellik kısımını da kapsamıyor. Projenin içerisinde; insanların keyif alacağı bölümlerin(yemek, manzara ve dinlenme bölümleri) tasarımları, satış stratejileri için gereken ek yapıların tasarımları ve projenin insanlar üzerinde oluşturacağı psikolojik etkiler de bulunuyor. Kitabın son bölümlerine geçilirken her mühendislik projesinde yaşanması beklenen ama gezegen çapında bir projede yaşanınca soluğumuzu kesen krizler silsilesi başlıyor ve kitabı, National Geographic’in Mega Yapılar programı ile Uçak Kazası Raporu programının çocuğu gibi olan bir bölüme dönüştürüyor. Kitabın son sayfaları ise “küçük” sürpriz sazı tekrardan eline alıyor ve bizi, bir iki sayfa için bile olsa bilimkurgunun “uçlarında” gezdiriyor. Kitap bittikten sonra ise geriye aklımızı karıştıran şu sorular kalıyor; 1979 yılından gelen ve günümüzde gerçekleşmiş olan öngörülere sahip bu kitap için “bilimkurgunun ucu” gibi bir tabiri gerçekten kullanabilir miyiz? Ya o son öngörüler de sadece zaman meselesi ise ?

Herkese iyi okumalar dilerim.

23 Beğeni

İyi bir değerlendirme olmuş, elinize sağlık.

2 Beğeni

Çok teşekkür ederim.

1 Beğeni

Epeyce övülen benim de uzun zamandır listemde olan bir kitaptı. Her kitabın onu okuyan tarafından yeniden yazıldığı gibi bir söz vardı ya da onun gibi bir şey. Bitirdiğimde bunu tekrar düşündüm. İnsanların yaşanmışlıkları okuduklarına yüklediği anlamı değiştiriyor.

Her ne kadar zaman yolculuğu üzerine olsa da Kıyamet Kitabı bilimkurgu değil. 2050’li yıllarda tarih fakültesi yerinde inceleme yapmak için geçmiş günlere araştırmacı gönderiyor. Bizim de idealist esas kızımız Kivrin orta çağa gitmek için gönüllü oluyor. 14. yüzyıla gidiyor ve kitabın bilimkurgu kısmı burada bitiyor. Kivrin’in geçmişte ve akademik kadronun gelecekte yaşadığı paralel iki hikaye okuyoruz. Ancak gelecek tasviri o kadar kötü ki. 1950 desek fark etmezdi sanırım. Defalarca zaman yolculuğu yapacak teknolojiniz var ama birbirinizle iletişim kuramıyorsunuz dedim. Cep telefonu icat edilmiş olsa kitap 200 sayfa daha kısa olurdu muhtemelen. Kitabın gelecekte geçen kısımlarında karakterlerimiz telefon hatlarının dolu olması, insanları yerinde bulamamak gibi saçma sapan aksilikler yaşıyor. Türk dizilerinde olur ya en kritik anda telefonun şarjı biter, biri birini yanlış anlar işler sarpa sarar. O hissi aldım okurken. Kitabın ilk yarısında ufak bir sinir harbi yaşadım bu yüzden.
Gelgelelim orta çağda geçen kısımlar enfesti. O sefalet,cehalet ve çaresizlik içime işledi. O insanların gerçekten yaşamış olduğuna inandım. Unutamadığınız kitap karakterleri vardır ya benim listem biraz kabardı. Agnes, Rosemund ve Peder Roche. Ah Peder Roche. Kitabın yarısından sonra 2050 kısımları da ilgi çekici hale geldi ve elimden bırakamadım. Şimdi yazımın daha duygusal kısmına geçiyorum.

Zaten kapağından bile Kivrin’in vebanın ortasına düşeceği belliydi. 2020den önce okusam bu kadar etkilenmezdim. Ancak Covid günlerim aklıma geldi. Gözlerim doldu dolu okudum. Hala da ağlamaklıyım. Travmalarımı okumak istemeyeceğinizi bildiğim için toparlıyorum.

Sadece orta çağ hikayesi için bile okunmaya değer bir kitap. Kivrin povları şahane. Diğer hikaye de güzel aslında ancak bahsettiğim sıkıntılar okuma keyfini düşürüyor. Bilimkurgu beklentisine girmeden ve içinde telefon geçen cümleleri hızlı geçerek okumanızı tavsiye ederim.

17 Beğeni