Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

:open_book: James Clear - Atomik Alışkanlıklar

Şu an saat gece 12. Ne yapabilirim şu an? Yatabilirim. İnstagram’da reels kaydırabilir ya da birkaç gün önce okuduğum Atomik Alışkanlıklar kitabına inceleme yazabilirim. Seçim benim.

Ne yaparsam yapayım az buçuk aynı kapıya çıkacak. Bir gecelik geç yatsam sabah biraz uykulu kalkarım, hepsi bu. Yarım saatlik reels kaydırsam yarım saat vaktim ölür, bu da günümü fazla etkilemez. Hem atom mu parçalayacağım canım? Kitap incelemesi yazsam, üç beş okur beğenir, unutur, gider. Tekil seçimlerimin sonuçları arasında pek bir fark yokmuş gibi görünüyor. “Bir kereden bir şey olmaz.” Öyle mi?

Ya ben bunu alışkanlık haline getirirsem?

Bugün, yarın ve sonraki günler geç yatıp melatonin seviyemi düşürürsem birkaç yıl sonra daha hızlı yaşlanmış ve kansere davetiye çıkarmış olurum. Her gün yarım saat reels kaydırsam -maalesef sıkça yapıyorum- bir yıl içerisinde bir hafta -kesintisiz, yeme, içme, uyuma yok- sadece reels kaydırmış olurum. Öldürdüğüm 1 hafta! 52 hafta içerisinden 1’ini öldürür mü bir insan? Bunun yerine her gün yarım saat kitap okusaydım, dakikada 1 sayfa hızla 10 bin sayfa okumuş olacaktım. Her birine de inceleme yazsam, sadece bir yılda bir külliyat oluşturmuş olurum.

"Bir kere"den neler oluyor, görüyor musunuz? Alışkanlıkların korkunç bir gücü var. Bu kitap iyi alışkanlıklar inşa etmek ve kötülerinden kurtulmak için rehberlik ediyor.

Yazar, alışkanlıkların gücünden bahsettikten sonra dört yasa tanımlıyor. İyi bir alışkanlık edinmek için onu görünür kılmanız, cazip kılmanız, kolaylaştırmanız ve tatmin edici hale getirmeniz gerekiyor.

Örneğin her sabah dumbell kaldırmak istiyorsanız, dumbell’lar dolabın içinde değil de yatağınızın kenarında durmalı. “Göz görmeyince gönül katlanır” atasözünün de işaret ettiği gibi görmediğiniz, sürekli işaretini almadığınız bir nesneyi ya da eylemi yapmayı unutursunuz.

İkinci yasa edinmek istediğiniz alışkanlığın cazibesini artırmak. Akşamları düzenli olarak ders çalışmaya karar verdiyseniz, yanında sevdiğiniz bir içecek tüketin. O içeceği ders çalışmak dışında tüketmeyin. Bu kitaptaki bir örnek değil, ben uydurdum şu an ama genel mantık aynı. Bizi mutlu eden, keyif veren şeyleri yaptığımız eylemle ya da ortamla özdeşleştiriyoruz. Beynin yapısı böyle. Güçlü bir duygunun etkisindeyken dinlediğiniz bir şarkı sizi hep o ana götürür.

Mesela Ferman Akgül - A Bebeğim, şarkıyı düşünürken bile gözlerim doluyor çünkü kedimin ölüm riski olan bir ameliyattan çıkmasını beklerken dinlemiş ve bol bol ağlamıştım. Şu an kedim Allah’a şükür sağlıklı. Konuyu kedime getirme hızım… Neyse, kitaba dönelim.

Üçüncü yasa da kolaylaştırmak. Müslüman okurlar için bir not düşeyim. Kitapta alışkanlıkların doğasına ilişkin tespitlerle hadis-i şeriflerin bire bir örtüştüğünü okurken fark ediyorsunuz. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” hadisi, bu yasanın özlü hali. Bırakmak istediğiniz kötü bir alışkanlığı zorlaştırmanız, iyi alışkanlıkların önündeki engelleri ise kaldırmanız gerekiyor. Reels kaydırma meselesine geleyim tekrar. Lazım olmadığı zamanlar telefonu başka bir odaya koysam, biri aramadıkça gidip almaya üşenirim. Eğer bir kitap yazıyorsam o kitaba giden bir kısayolu masaüstüne atmam benim daha sık yazma ihtimalimi artıracaktır. Çünkü tek tıkla dosyaya ulaşacağım. Klasörler arasında kaybolmam gerekmeyecek.

Son yasa ise bir alışkanlığı tatmin edici kılmaktır. Alışkanlıkların asıl gücü birikimdedir. Tek bir kez bir eylemi yaptığınızda belirgin bir sonuç görmeyeceksiniz ve peşin ödüllere alışık olan beyin, sonraki sefer motive olmayacak. Bu mekanizmayı lehimize kullanmak için kendimize minik ödüller üretiyoruz. Maddi bir şey olmak zorunda değil. Alışkanlık defteri tutup tik atmak bir ödüldür. Başarı hissi verir. Kitapta yazar alışkanlıkları birbirine bağlamak (şundan sonra şunu yapacağım) ya da bir sorumluluk ortağı edinmek (mesela yakın arkadaşınıza söz vermek gibi) gibi yöntemler de öneriyor. İşin özü beynimize “Sen doğru bir şey yaptın!” mesajını vermek ve bir kez daha yapma isteği aşılamak.

Kötü alışkanlıklar için bu dört yasa ters çalışıyor: görünmez kılın, itici kılın, zorlaştırın, tatmin etmez hale getirin.

Kitap, iradeyi güçlendirme yollarından ziyade, iradenin geçeceği yoldaki karları nasıl küreyeceğimizi anlatıyor. İrade, dış etkenlere bağlı olarak zayıflayabilir ama biz ortamı hazırlamışsak yine de istenmeyenin üstesinden gelir. Bir geminin dümenini çevirir gibi beynimizi yeni ve iyi alışkanlıklarla programlayabilir ve o hep istediğimiz “başarı” hissine ve “iyi ki” diyebileceğimiz hayata kavuşabiliriz.

15 Beğeni

Lilith’in Dölü ve bu güzel kitaba yazdığım uzun bir inceleme. :hatching_chick: Çok güzeldi; okumak da, inceleme yazmak da.

https://www.instagram.com/p/DF772bSoesP/?igsh=OHZjcGxkdnQyYXJ3

18 Beğeni

Kazkafanın Kitabı ve bu güzel kitaba yazdığım bir inceleme. :writing_hand:t2: Sevdiğim alıntıları da ekledim. :cherry_blossom:

https://www.instagram.com/p/DGBERsWIcxk/?igsh=YzRpOXpwbjYzOG83

8 Beğeni

wannart.com’da yazmıyor musunuz artık?

1 Beğeni

Yazıyorum. Orada daha detaylı ve uzun içerikleri paylaşıyorum. Mesela paylaştığım bu incelemeleri Şubat Ayında Okuduklarım başlığıyla toplu bir şekilde yayınlayacağım. Ocak’ta da öyle yapmıştım.

2 Beğeni

41XJt9hTkxL.SX342_SY445

Arthur Cravan - Havada Dumandım

O bir kuş! O bir uçak! Hayır, o Oscar Wilde’ın yeğeni olan, Andre Gide ile dalga geçen, Guillaume Apollinaire’i zorbalayan, temellerini attığı dada akımına bile sataşan boksör Arthur Cravan! Kendisinin metinlerinin bir derlemesi (ya da toplu eserleri?) olan bu kitap ise, Arthur Cravan’ın dilimize kazandırılmış tek kitabı olmak ile kalmıyor, kendisinin aynı zamanda nasıl bir “kara mizah azmanı” olduğunu gösteriyor [bu ifade, kitabın arka kapağından alınmıştır].

Bu kitabı hangi kategoriye koyabilirim emin değilim. Bir tarafta şiirler var, bir tarafta anı usulü yazılmış ama kurgusal olduğu çok net olan metinler, bir tarafta düzyazı şiirler, bir tarafta kendisinin notlarından kesitler, bir tarafta da bazı ufak anlatı (?) parçaları. Ama hepsinin ortak bir noktası var ise o da şudur ki, hepsi Cravan’ın karakterini ve nasıl bir “troll” olduğunu sonuna kadar gösteriyor. Ve de şimdi, girişi yapabildiysek eğer gelin davet edelim sizi Bağımsız İncelemeciler Sergimize.

Kitabın içeriğini üç parçaya bölmek mümkün. İlk olarak çevirmenin yazdığı bir önsöz karşılıyor bizi, sonra da Cravan’ın kendi yayınladığı ve (büyük ihtimalle) tek yazarı olduğu “Şimdi!” (Maintenant!) mecmuasının içinden bazı metinler ikram ediliyor, en son da “Kesitler” adı altında bazı notları ile kapı dışarı ediliyoruz.

Önsözden bahsetmek gerekirse eğer, çevirmen Nilda Taşköprü çok değerli bir iş sunmuş bize. Arthur Cravan’ın biyografisi görevi gören bu önsöz aynı zamanda Cravan’ın nasıl biri olduğunu anlamanıza da yardım ediyor. Hatta bu önsöz olmadan kitap eksik kalırdı demek mümkün. Kitabı alıp okuyacaksanız bu önsözü atlamamanızı tavsiye ederim, çünkü bunu yapmak, kitaptan alacağınız keyfi azaltabilir. İşin eğlencesi biraz da Arthur Cravan’ın zihniyetini anlayıp, ona eşlik ederek önümüze gelene bin tekme atmakta yatıyor.

Gelelim kendisinin tek başına çıkartıp işportada sattığı “Şimdi!” dergisine. Kitabın en eğlenceli kısımları da kesinlikle buralar idi. Bu bölümde yer alan üç şiiri için çok da bir yorum yapamayacağım. Kötü olmasalar da öne çıktıklarını söyleyemem. Öne çıkan kısım ise kesinlikle kendisinin düzyazı metinleri. İki bölümden oluşan “Oscar Wilde Hakkında Yayımlanmamış Belgeler” kısmında kendisinin dış görünüşünü, duruşunu, tavırlarını, burun deliklerinin nasıl açılıp kapandığını detaylıca anlatır Cravan, bir taraftan da amcası Wilde’a ne kadar ilgi duyduğunu ortaya koyar. Bu ilgi ise “Oscar Wilde Hayatta” isimli metni olarak dışa yansır. 13 yıl önce ölmüş olmasına rağmen Wilde’ı hayatta ilan ettiği bu metin, o dönemler gazetelere bile konu olmuştur. "Bağımsız Ressamlar Sergisi"nde ise dönemin tüm ressamları ile alay eder, onları taşlar, hakaretler savurur. Söyledikleri özellikle Guillaume Apollinaire’i kızdırmıştır ki Cravan bunla da bir hayli dalga geçer. “Andre Gide” isimli metninde ise “yürüyüşü asla bir mısra yumurtlayamayacak bir nesirciyi ele veren” Mösyö Gide’i nasıl ziyaret ettiğini ve onu nasıl alaya aldığını okuruz. Bu bölümde “Değişik Meseleler” ve “Şair Dövüşçü” başlıklı iki metin de var ve ikisi de ilginç metinler, ama haklarında yapacak çok bir yorumum olmadığı için sadece varlıklarından bahsederek yetineceğim.

"Şimdi"yi geçip sonraya vardığımızda ise Cravan’ın "Kesitler"i karşılıyor bizi. Bu kesitler, başlı başına anlamlı bir bütün ortaya çıkarmıyor, bunun yerine öylesine yaptığı karalamaların bir derlemesi olarak [en azından ben öyle olduğunu varsayıyorum], bize ufak Cravanvari kesitler sunuyor. “Notlar”, “Oof Oooof!”, “Arthur”, “Isaac Cravan Galerisi”, “Temrin 4” ve “Fil Mahmurluğu” şeklinde altı alt başlığa ayrılan bu yazılar, doğaları gereği bir bütün oluşturmuyorlar, çoğu bir anlam bile ifade etmiyor, ama yine de karakter ile dolu, okuması keyifli. Kitabın en alıntılanabilir kısmı da burası, alıntı yapmayı sevenlere duyurulur.

Kitabın en sonunda da Cravan’ın Felix Feneon’a yazdığı bir mektup bulunmakta. Üzerine konuşulacak çok bir şeyi yok bu kısmın, üç sayfacık bir metin zaten, ama kitaba dahil edilmesi beni çok sevindirdi.

Şu noktada kitaba bayıldığımı söylememe gerek yoktur herhalde. Bunun arkasında Arthur Cravan’ın yazım dili var. Samimi, rahat bir dile sahip. Sanki bir arkadaşına anlatır gibi yazmış kimi kısımları. Küfür kullanmaktan, önüne geleni yerin dibine sokmaktan kaçınmamış. Kimisi için yazdıkları edebi değerden yoksun zırvalamalardan ibaret olabilir, ama kendisinin edebiyatçı olmak gibi bir takıntısı yok zaten. Enis Batur’un Kara Mizah Antolojisi’nden alıntı yapmak gerekirse eğer. Cravan’ın “edebiyat konusundaki fikri de netti: Ta, ta, ta, ta, ta, ta.” Burada herhangi bir mesaj yok, anlatılacak bir hikaye de yok. Sadece Arthur Cravan’ın benliği ve kendisinin farklı kişiliğini yansıtan farklı metinler var. Ve yazdıklarını okuması bu kadar keyifli yapan da hiçbir şeyi sakınmıyor olması. Yeri gelir Oscar Wilde’ı (kabalığımı bağışlayınız) sçn bir hipopotama benzetir, yeri gelir gazete okuyucularına laflar eder, yeri gelir burjuvaları gömer, yeri gelir boksörlüğü över. Kendini yılan oynatıcısı, katırcı, portakal toplayıcısı, sanayi şövalyesi, otel soyguncusu ve eski Fransa boks şampiyonu ilan eden birinden başka bir şey de beklemezdim zaten [wikipedia’ya göre girdiği üç resmi boks maçının üçünü de kaybetmiştir.]

“Mizahi” yönü ağır basan bu kitabın herkese gitmeyeceğini belirttim. Ama bununla yetinmeyip, birkaç tane de kitaptan alıntı paylaşmak istiyorum kitabın ve yazarının doğasını daha iyi anlayınız diye.

“Burun deliklerinin seviyesine gelindiğinde, genişçe açılan titrek burun delikleriyle asil burnu yaşayan bir uzuvdu.” [Oscar Wilde Hakkında Yayımlanmamış Belgeler 1 metninden]

“Önce umursamaz bir edayla ‘En çok satan kitap Kitab-ı Mukaddes’tir,’ diye atılıverdim ortaya. Çok geçmeden ailemle ilgilenme lütfunu gösterince de ‘Annemle ben birbirimizi anlamak için yaratılmamışız,’ dedim eğlenceli kaçacak bir şekilde.” [Andre Gide metninden]

“Marinetti’nin diline düşmekten memnunuz zira şöhret rezalettir.” [Değişik Meseleler metninden]

“Ona bakıyordum, devasa bir hayvanı andırıyordu zira. Tıpkı bir suaygırı gibi s*çtığını gözümde canlandırdığımda, bu manzara beni saflığıyla, hakikiliğiyle kendine hayran bırakıyordu.” [Oscar Wilde Hayatta metninden]

“Sanatın burjuvalara mahsus olduğunu, burjuvadan da hayal gücünden yoksun beyefendileri kast ettiğimi kafanıza sokmalısınız muhakkak.” [Bağımsız Ressamlar Sergisi metninden]

“üstadıydım belki de bir şey beceremeyenlerin, çünkü üstad olduğum kesim” [Notlar metninden]

“hem ayılıp bayıldığım hem de içine ettiğim en zor sanat benimkisi” [Notlar metninden]

Bu inceleme buraya kadardı. Umarım Arthur Cravan isimli bu nazik, narin beyefendinin yazdığı, aynı kibarlıktaki metinleri siz de benim kadar beğenirsiniz.

Çözüme Bağlanan İhtilaf 3:
Az yukarıda “Yeri gelir Oscar Wilde’ı (kabalığımı bağışlayınız) sçn bir hipopotama benzetir” şeklinde bir cümle kurmuştum. Bir grup okuyucu bu cümlenin kabalığından rahatsız olduğunu dile getirdi bana. Ben de çözüme kavuşturmaya geldim bu kısmı. Nasıl mı? Önce yüzlerine güldüm, sonra da açıkladım: “Orada ‘Yeri gelir Oscar Wilde’ı seçen bir hipopotama benzetir’ demek istemiştim.”

8 Beğeni

image

Isırgan Otu ve Kemik

Hugo ödülü, Locus ve Nebula en iyi Fantastik adaylıkları ile ismini gördüğüm, çevrildiğini duyduğumda radarıma aldığım Isırgan Otu ve Kemik, Kayıprıhtım’da gerçekleştirdiğimiz okuma etkinliği ile beraber bana kendini okutmuş oldu. Ancak maalesef hiç beğendiremedi. Çünkü oluşan isim ve şöhretin hakkını veren bir fantastik kitap yok ortada, hatta kitabı bu kategoride değerlendirmek bile doğru gelmiyor bana ancak son yıllarda maalesef her şey fantastik kategoriye dahil edilip yarışır oldu gibi.

Kitap bir “Peri Masalı”, daha doğrusu modern bir peri masalı denemesi. Çünkü tam bir masalcı anlatımı yok, hikayenin yapısı bir masal mekaniğinde. Ama elimize verilen hiçbir etmenle atmosfer masalsılaşmıyor çünkü yazar bir yandan da sert ve karanlık bir ton oluşturmak istiyor. Tercih edilen masalcı mekanik her yeni olayla armudun pişip Marra’nın ağzına düştüğü durumlar oluşturuyor, ancak bu yaratılmak istenen sert temayla çok çelişiyor.

Zaten ilerledikçe bu sert tema da kalmıyor. İlk sayfalarda kemiklerin içindeyiz, tehlikeli ve karanlık bir atmosfer var, canlanan kemikler var vs sanki nekromantik bir büyü temasıyla sert bir dünyaya girmiş gibi başlayıp 30 yaşındaki kadının 15 yaşında gibi davrandığı hop hop bir dünyada ilerliyoruz. Sonrasında ciddiliği ve kötülüğü hep kötü prens profiliyle sunmaya çalışıyor ama bana geçmiyor maalesef.

Kingfisher’ın çocuk kitabı yazan tarafı masalcılık ile birleşince ortaya çıkan kurgu maalesef çok basit olmuş. Toz-Karısı’nın görevleri, Cin Pazarı, Fenris’in hikayeye katılışı, Vaftiz Anneler vs hikayede sunulan her problemin cevabı/çözümü anında altın tepsi de Marra’nın önüne seriliyor. Karakterler ile bir bağ kurmaya çalışsam bile bu basit kurgu beni sürekli kitaptan kopardı maalesef. Kısa bir kitap olmasına rağmen elimde çok süründü.

Son olarak çeviri ve editörlüğü çok kötü bulduğuma değinmesem olmaz. Spoilera girmek istemediğim için birebir örnek yazmıyorum ancak orta seviyede İngilizce ile bile kaçırılmaması gereken terimsel çeviri hataları var. Hatta çevrilmesi unutulan kelime bile var. Eksikparça yayınevinin yakın zamanda okuduğum 2. kitabı oldu ve ikisinde de çeviri sıkıntılıydı, kendilerine biraz daha uzak mesafeden yaklaşmaya karar verdim artık.

İlgisini çekenler, basit ve masalsı bir hikaye okumak isteyenler; beklentiyi çok düşük tutarak, bomboş bir zamanı öldürecekleri sırada ( otobüs/metro yolculuğu belki? ) kitabı değerlendirebilirler. Konusu ve yazarı ilgisini çekmeyenler ödüllere kanıp büyük bir fantastik macera için bu kitaba girmemeliler, eminim benim gibi okurların kitaplıklarında daha iyi alternatifleri okunmayı bekliyordur :slight_smile: .

20 Beğeni

Son zamanlarda almamayı tercih ettiğim serilerde doğru karar vermişim demek ki.

3 Beğeni

Bir Alman’ın Hikayesi: Hatırladıklarım (1914-1933)

Anı türünde yazılmış bu eserde Almanya’da 1.Dünya Savaşı’nın başlangıcından itibaren 1933 yılını da içine alan süreçte yaşananları başta bir çocuk, sonrasında ergen ve en sonunda da genç bir stajyer hakimin gözünden okuyoruz.

Yazar Raimund Pretzel, Almanya’da kalan yakınlarını korumak için Sebastian Haffner adını kullanarak eserlerini sürgünde olduğu ülkelerde yayımlamış. Bu anlatıyı da henüz II. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Fransa gibi ülkeler resmi olarak savaş ilanı yapmasa da savaşın çıkacağına kesin olarak bakıldığı, işlerin iyice dönülmez noktaya geldiği dönemlerde İngiltere’de yazmaya başlamış. Savaş ilan edilince de münferit bir kişinin Nazi Almanya’sında yaşadıklarının okuyucular için ilgi çekici olmayacağı ve anlam ifade etmeyeceğini düşündüğü için tamamlamamış, başka bir kitabı yazmaya girişmiş. Yıllar sonra 1999’da, hastalıklarla boğuştuğu son günlerinde oğluna çok da ayrıntıya girmeden üstü kapalı eserin basılmasını istediğinden söz etmiş ki çocukları da taslağı bahsedildiği yerde hemen bulamıyor. Bulduklarında da oğlu çeşitli müsveddelerden elde ettiği parçalarla İngilizceden çeviriler yaparak basılan bu hale getiriyor. Oğul Oliver Pretzel’ın sonsözde yer verdiği içindekiler kısmına baktığımızda, Haffner’ın aklındaki eserin belki de yarım halini okuyabildiğimizi öğreniyoruz.

Sebastian Haffner, Nazi kıstaslarına göre de Ari bir Alman olmasına rağmen, bu ideolojinin çılgınlığına kapılmamış, rejimin yaptıklarını onaylamamış ve Almanya’da işlerin nasıl olup da güçlü bir muhalefetle karşılaşmadan Nazilerin kontrolüne geçtiğini sıradan bir tanık gözüyle anlatıyor. Haffner, muhafazakar sağcı ideolojide bir genç olarak, rejime göre uygun bir profile sahip olmasına rağmen Nazilere tahammül edemiyor, belki de küçük yaşlardan itibaren çevresinde samimi Yahudi dostlar edinmesi, onları ve ailelerini iyi tanıması ve önyargısız bir şekilde bakabilmesinden dolayı Nazilerin varlıklarını sürdürebilmeleri için yaratmak zorunda kaldıkları düşmanlar olduğunu fark ediyor ve bu tuzağa düşmüyor. (Kitapta yer verdiği gençlik aşkı Teddy, sevgilisi Charlie ve sonrasında da eşi Erica de hep Yahudi kökenli kişiler)

Almanya Weimar Cumhuriyetinde dış işleri bakanlığı da yapmış olan Yahudi kökenli önemli siyasetçi Walther Rathenau için yapmış olduğu çıkarımlar ve övgüler, ben de Rathenau ile ilgili daha fazla araştırma yapma isteği uyandırdı, maalesef öncesinde hakkında bilgi sahibi değildim. Bu devlet adamının katli, suikastın yapılışı ve neticeleri cumhuriyetten 3. Reich’e giden yolda önemli bir yer tutuyor.

Stajyer hakimlik sonrası, hakimlik sınavını vermeden önce katıldıkları zorunlu askeri düzende yapılan hakimlik kampı anıları, burada yetkililerin amacının halkı ‘yoldaşlık’ duygusu ile daha kullanışlı hale getirme, Nazizmi benimsetme politikalarına dair anıları ve yorumlarını okumak ilginçti. Nazilerden kurtulmak için dış ülke müdahalelerine de sıcak bakan bir oğul ve dışarıdan gelecek böyle bir müdahalenin en az Nazilerin yönetimi kadar korkunç olacağını söyleyen babanın fikir çatışması da okuyucuyu üzerinde düşündürüyor. Birçok yerde Alman kominist ve sosyalistlerini, Nazilerle aynı çerçevede ele alması, benzer eleştiriler getirmesini, bu görüşleri benimsememe rağmen fazla önyargılı bir bakış açısı olduğunu düşündürttü. Yazarın kitaptan bağımsız sonraki hayatıyla ilgili yaptığım okumalarda Franco rejimine yönelik uluslararası kınamalara katılmayıp üstelik, ‘ülkede politik özgürlüğe sahip olunmamasına rağmen Franco diktatörlüğünün hiç de fena bir iş çıkarmadığını, ekonomik modernizasyon ve ilerlemeler olduğunu’ yazarak ‘diktatörlüğe karışılmaması gerektiği’ni ve Franco’yu savunması, burada çizdiği profilden tamamen uzaklaştırdı. Çünkü bu anılardaki fikirleriyle -yani henüz savaşın görece uzak olduğu 1933 Almanyası’nda dışarıdan gelecek bir müdahaleyi savunup gerekli aksiyonu almayan yabancı devlet liderlerini de zamanında harekete geçmedikleri ve kendi tanımıyla canavarın büyümesine izin verdikleri için eleştirirken-tamamen çelişen bir düşünce mesela. Yine de anlatının kendisinin bir Alman’ın gözünden Weimar Cumhuriyetinden Hitler Almanyasına geçişi ve sonrasında 2. Dünya Savaşı’na gidecek süreci anlayabilmek, her geçen gün daha da totaliterleşen bir rejimde Alman halkının olanlar karşısındaki duruşunu, fikirlerini okumak için değerli ve kolay okunabilir bir kaynak olduğu fikrindeyim.

15 Beğeni

Çok güzel etkinlikler yapıyoruz, kaçırıyorsun. Beğen ya da beğenme ama keyifli oluyor. Bundan sonraki etkinliklerimize bekleriz :slight_smile:

Doğrusu bu sıralar pek kitap okuyamıyorum. En kısa zamanda katılmaya çalışırım :slight_smile:

3 Beğeni

Mart ayı etkinliği tam senlik. Jo Nesbo’nun Yarasa kitabı :melting_face:

1 Beğeni

Kutuların içinde arayayım, bulursam katılırım :slightly_smiling_face:

2 Beğeni


136052127

Tarihi polisiyelere dair aynı kalemden çıkma 3 kitabı inceledim bugün. Hemen hepsinin kapsamı aynı olmakla birlikte, birinde klasik kutulu bölümler ve beşli yazar seçkileri vardı. Ne çok eser yazılmış meğer, bizdeki düzinelerce diye gözümüzde büyürken, dışarıda daha yüzlercesi, binlercesi varmış. Arşimet’ten Dante’ye, Franklin’den Brontelere, kimler dahil edilmemiş ki…

Antik dönemden başlayıp 20. yy’a kadar geldim ve seri geneli 3.6 Goodreads puanının altında olanları, geniş okur kitlesine güvenerek, eledim. Kalanlar şurada:

Bu kaynak kitaplar da çevrilmediği için, edinebilir yahut buna karar vermek üzere pdf’lerini inceleyebilirsiniz.

8 Beğeni

image

Kızıl Yükseliş - Kızıl İsyan 1

İnsanoğlunun Mars’ı kolonileştirmeye çalıştığı bir zamanda, ana karakterimiz Darrow ile Mars’ın derinliklerini kazan bir macera ile başlıyor Kızıl Yükseliş. Darrow 15 yaşında bir Kızıl, tüm Kızıllar gibi hayatını bu madencilik faaliyetleri ile elde edilen helyum-3 ü çıkarmayla geçiriyor çünkü bu terraforming sürecinde en önemli element helyum-3 ve Kızıllar da bu ulvi amacın en fedakar sınıfı olmuş.

Konuyu buraya kadar değerlendirirsek sağlam bilimkurgu elementlerine sahip bir kitap beklemek gerekir ancak bu kitapta aslında bilimkurgusal kullanım çok düşük. Hatta ana konu bu bile değil ama büyük spoilerlara girmeden yorum yapmayı istediğimden şimdilik sadece hikayenin temellerinin burada atıldığını, devamının renkler arası bir sınıflandırma sistemine oturtulduğunu belirtmek lazım.

İnsanlar birtakım genetik iyileştirmeler çerçevesinde farklı amaçları olan ve sınırları keskin şekilde çizilmiş pek çok renk sınıfına ayrılmış durumda. Bir çeşit piramitsel kast sistemi mevcut ve bunların en tepesinde büyük bir güce sahip yönetici sınıfı Altınlar bulunuyor, en altında ise tahmin edebileceğiniz gibi Kızıllar var. Arada Mavisinden pembesine, grisinden obsidiyenine pek çok farklı sınıf da mevcut ama ilk kitap ile beraber biz de çoğunu yüzeysel olarak öğreniyoruz. Seri ilerledikçe bu sınıfsal kültürler, vasıflar ve çatışmalar katlanarak artacaktır diye düşünüyorum. Bu sistem oluşturulurken Yunan ve Roma mitlerinden esinlenilmiş ve araya bunu pekiştiren ufak anekdotlar ( efsaneler/kahramanlar/siyasiler vs ) da güzel kullanılmış.

Brown yazım stili olarak 1. şahıs üzerinden anlatım tekniğini tercih etmiş ve ana karakterimiz Darrow haricinde farklı bir POV sunulmamış. Bu tercih evreni fazla detaylı sunmama, bilinmeyen bir yer, alet ya da kavramı detaylı betimlememe gibi bazı dezavantajlar getirmiş ancak bu kesinlikle yazarın bilinçli bir tercihi olmuş. Çünkü anlatıma inanılmaz bir akıcılık ve tempo kazandırmış. Pacing o kadar iyi ki kitabı elinizden bırakamıyorsunuz! Hafta içi ve iş günlerinde olmama rağmen 3 akşamda su gibi akıp bitti Kızıl Yükseliş. Ki ben okur zevki olarak detaylı anlatımları, uzun betimlemeleri ve kaliteli worldbuilding leri seven biriyim. Kızıl Yükseliş bunları feda ederek yazılan bir kitabın bu şekil olması gerektiğine örnek olarak anlatacağım bir kitap oldu.

Yaklaşık 10 yıllık bir seri olan Kızıl İsyan’ı, genç-yetişkin olabileceği ön yargısı ile birkaç kez radarımdan çıkarmıştım. Büyük hata yapmışım! Darrow hikayesine 15 yaşında başlamış olmasına rağmen Kızılların yaşam koşulları o kadar sert ve zor ki bu yaşta çoktan büyüyüp olgunlaşan bireyler. Kitabın devamında Altınların kendi içindeki elit sınıfının belirlendiği Enstitü maceraları başladığında ise kitabın şiddet dozu katlanarak artıyor. YA sınıfını bırakın, bu kitap direk Grimdark sınıfına bile giriyor bence!

Altın hanelerin özenle seçtiği acemi Altınları birbirleri ile yarıştırarak, iyilerin en iyisini belirlemeye çalıştıkları bir savaş alanı Enstitü. Gördüğüm kadarıyla bu kısımlar Açlık Oyunları, Ender’in Oyunu gibi kitaplarla çok benzetilmiş. Ben iki evreni de filmlerden tanıyıp kitapları okumadığım için birebir yakınlaşma göremedim. Açlık Oyunlarına kıyasla ölçek çok büyük, 1000 den fazla Altın genç hem birbirlerine hem hanelerine avantaj için çekişiyor. Savaşlar ve stratejiler ( benim en bayıldığım yerler ) ile de üstüne çıkıyor hatta. Bir alana atılıp birbiri ile savaşıp öldüren her Battle Royal teması Açlık Oyunları ile karşılaştırılıyor sanırım ister istemez :confused:

Karakter yaratımlarını da başarılı buldum. Yazım tarzı ile beraber zaten hep Darrow’un kafasının içinde gibiyiz ancak bazı anlardaki kritik eylemleri olsun hype verecek film repliği tadındaki bazı konuşmaları olsun her açıdan doyuran ve kendini lider olarak bize de kabul ettiren bir baş karakter oluşuyor bu kitapta. Sevro, Kısrak, Cassius gibi çok iyi yan karakterlerle de bağ kurabiliyoruz. Ancak iş ikincil yan karakterlere geldiğinde 1-2 tanesi dışında çok sığ kalmaları da bir eksi yazmış, Darrow gözünden anlatımın yarattığı bir sonuç olmuş maalesef.

Kızıl Yükseliş irili ufaklı eksileri olan, ama artıları ile bunları çok rahat şekilde göz ardı ettirebilen çok güzel bir ilk kitap. Akıcı, tempolu, dolu dolu, şiddetli, sert ve hatta duygusal. Başlamakta 10 sene geç kaldığımı hissettirse de 2. üçlemesinin son kitabı ikiye bölünmüş ve son kitabı hala yazılmamış. 6. kitap da hala dilimize kazandırılmamış, belki de doğru zamanda seriye girmiş olabilirim :slight_smile: En kısa sürede serinin kalanını da edinip 2. ve 3. kitabı okumayı planlıyorum. Sonraki 4 leme için yazım ve basım hızına göre kararımı vereceğim.

18 Beğeni

İncelemem:
https://www.instagram.com/p/DGVlMBIoZUW/?igsh=MXZtOGZoeTVydm8ybA==

8 Beğeni

Dijital Cehennem – Bir Like’ın Ucuna Yolculuk / Guillaume Pitron

İş Bankası Yayınlarının 21. Yüzyıl Kitaplığını oluşturmaya başladığını gördüğümde ilk başta tereddüt etmiştim, sonrasında bu kitabı görüp seriyi takip etmeye karar vermiştim. Teknolojinin gelişim hızı ile çevresel etkilerin korelasyonunda bir farkındalığı olan herkesin de ilgisi anında çekilecektir Dijital Cehennem’e.

Guillaume Pitron Fransız bir gazeteci ve yıllarını verdiği araştırmasını harika bir şekilde kitaplaştırmış. Bilgi işlem çağımızın değinebileceği her ana alanına değinip bu alanlardaki çevresel duyarlılığa bir pencere açarak farkındalık oluşturmayı hedeflemiş. Ufuk açıcı ve harika bilgilerle dolu bu kitaptan bilmediğim bu kadar şey çıkacağını hiç tahmin etmemiştim. Elektronik cihazların üretimlerinden tüketilen muazzam elektrik ihtiyacına, bulut sistemlerden internetin dünyayı sararken oluşturduğu denizler altındaki etkilere tek tek saymak istemediğim pek çok başlığa değinmiş. Aslında çok uzun konuşmak istediğim bir eser ortaya çıkmış ama kişinin kendisinin okuyup gerek kaynakları ile gerek yazarın sunumu ile gelecek bu farkındalığı kendisinin özümsemesi gerekir diye düşünüyorum.

Kitabın yazım yılı 2021, tahminimce covid süreci ile artan dijitalleşme hızı bu kitabın da basımını getirmiş. Pitron bu kitabı şu an yazıyor olsa tahminimce koca bir chapter daha ekleyip yapay zeka, YZ nin elektrik tüketim ihtiyacı, bu ihtiyaçla gelen yeni santral ihtiyaçları vs gibi konulara değinirdi. Yazım yılı itibari ile kitabın tek eksiği bu olmuş diyebilirim ancak yine de güncelliği çok doyurucuydu.

Geleceğin caddesinde yürürken herkesin gözünün daha da açılması ümidiyle ilgisini çeken herkese gönül rahatlığı ile tavsiye ederim.

16 Beğeni

Shogun ve ona yazdığım inceleme. :writing_hand:t2: Çok çok çok güzel bir kitaptı, burada yazdıklarım az bile.

https://www.instagram.com/p/DG0LmBcom08/?igsh=dm9lMHNuenYzZnpl

15 Beğeni

Tad Williams - The Dragonbone Chair

Tad Williams’ın uzun süredir okumak istediğim bu serisine sonunda başlama kararı aldım ve şu anda iyi ki daha fazla beklemeden başlamışım diyorum.

Başlamadan önce seri hakkında biraz bilgi vereyim. Bu kitap, toplamda 3 kitaptan oluşan Memory, Sorrow and Thorn (Anı, Keder ve Diken olarak çevrilebilir) serisinin ilk kitabı. Kitap 1988 yılında yayımlanmış, 1990 ve 1993 yıllarında yayımlanan diğer kitaplarla birlikte seri tamamlanmış. Yıllar sonra yazar bu dünyaya tekrar dönmüş ve The Last King of Osten Ard (Osten Ard’ın Son Kralı) isminde aynı dünyada yazdığı 4 kitaplık yeni serisini 2017-2024 yılları arasında tamamlayıp yayımlamış. Bu iki seriye birlikte Osten Ard Saga deniyor.

Fantastik edebiyatta önemli yeri olan bir seri ancak maalesef Türkçe çevirisi bulunmuyor. Çevirisi olmadığı için ve yakın zamanda çevrilecek gibi de gözükmediği için forumda kitabı alıp okuyacak kişi sayısı sınırlı olacaktır. Biraz da buna güvenerek, incelemede bazı hafif spoiler’lara yer vereceğim. Okuma zevkini bozacak büyük spoiler’lar vermeyeceğim tabii ki ama bu konuda normale göre bir tık daha rahat olacağım, önden belirtmek istedim.

Kitap, alışık olduğumuz şekilde orta çağ benzeri bir dünyada geçen bir epik fantezi kitabı. Osten Ard isimli kıtaya yayılmış bir krallık var, uzun yıllardır barış içinde bu krallığı yöneten kral ölüyor ve tahta onun yerine büyük oğlu geçiyor. Ancak daha fazla güç isteyen yeni kral bazı ittifaklara ve kara büyüye bulaşınca buna engel olmak isteyen kralın küçük oğlu ile mücadeleye girişiyorlar. 3 kitaplık ilk seri temel olarak bu mücadeleye odaklanıyor. Yeni kralın bulaştığı kara büyüyü ve yaptığı ittifakları durdurmak için 3 büyülü kılıca (bu kılıçların isimleri seriye de adını veriyor: Memory, Sorrow ve Thorn) ulaşmak gerektiği yönünde bir kehanete ulaşılıyor ve bu kılıçları bulmaya yönelik macera başlıyor. Yukarıda yer verdiğim kitap kapağındaki kılıç Memory isimli kılıcın resmi, aynı edisyonun takip eden kitaplarındaki kapaklarda da sırasıyla diğer 2 kılıç var.

Kitabın yaklaşık % 90’lık kısmını Simon isimli bir karakterin gözünden okuyoruz. Simon kitabın başında 14 yaşında olan, saraydaki mutfakta çalışan sıradan bir karakter, en azından sıradanmış gibi gözüküyor ama göründüğünden fazlası olduğuna dair çeşitli ipuçları da veriliyor arada bir. İyi niyetli bir çocuk ama yaşının getirdiği sorumsuzluk ve tembellik de var biraz, arada kendisine verilen işleri asıyor. Detaya girmeyeyim, kendisi bir şekilde yukarıda bahsettiğim maceraya serinin ana karakteri olarak dahil oluyor.

Bu serinin klasik fantastik edebiyattan modern fantastik edebiyata bir geçiş sağladığı söylenir, bu yoruma kesinlikle katılıyorum ben de. Bu yorumu kitabı okumadan önce de biliyordum ama açıkçası yazıldığı yıla bakarak klasik edebiyata daha yakın olacağını tahmin ediyordum fakat öyle bulmadım, hem klasik hem modern edebiyatın çok dengeli ve başarılı bir sentezi demek daha doğru olur. George RR Martin, Buz ve Ateşin Şarkısı serisini yazarken bu seriden ilham aldığını belirtmişti ki kitabı okuyunca tahmin ettiğimden daha da fazla benzerlik olduğunu gördüm. Bunun dışında serinin Yüzüklerin Efendisi’nden de çokça etkilendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu seriyi Yüzüklerin Efendisi ile Buz ve Ateşin Şarkısı’nın karışımı olarak görmek mümkün.

Fazla detaya ve spoiler’a girmeden bazı benzerliklere kısaca değineyim. Yüzüklerin Efendisi’ne benzeyen kısımlar özetle; vücutsuz bir mutlak kötü karakterin olması, yüzüğün Mordor’a götürülmesine benzeyen, yüzük kardeşliği gibi bir grup tarafından yapılan 3 büyülü kılıcı bulmaya yönelik bir macera, insan dışı ırkların varlığı (Elflere benzeyen Sithi diye ölümsüz bir ırk var ama Elf’ler kadar bilge oldukları söylenemez, Orkları andıran ve Sithi’nin alt bir kolu olan Nornlar var, ayrıca troller var ama Yüzüklerin Efendisi’ndeki trollere kıyasla çok daha insansılar, gerçek dünyadaki Eskimoları andırıyorlar). Buz ve Ateşin Şarkısı’na benzeyen kısımlar ise şöyle; krallık politikaları, entrikalar ve ihanetler (Buz ve Ateşin Şarkısı’ndaki kadar yoğun değil), krallık içinde farklı dini inanç ve kökene sahip topluluklar ve bölgeler, Buz ve Ateşin Şarkısı’ndakine benzer haneler (burada daha ziyade kontlar, baronlar, dükler şeklinde), tahtın alışılmadık bir yapıda olması (demir taht gibi burada da bu kitaba adını veren, ejderha kafatasından bir taht var), Buz ve Ateşin Şarkısı kadar olmasa da genel anlamda karanlık ve sert bir atmosferin varlığı.

Yazarın üslup ve yazım stilini de çok beğendim. Çok güzel bir dünya yaratmış ve okuyucuya net ve anlaşılır şekilde aktarabilmiş. Zaten epik fantastik kitaplarında en sevdiğim şeylerden biri yaratılan dünyaya ilişkin bilgileri, ırkları, toplulukları, bunların birbirleri arasındaki ilişkileri, geçmişte yaşananlar olayları, vs. öğrenmektir, bu kitapta da bu konulardaki kısımları keyifle okudum. Yazar hem edebi dili güçlü tutup, hem anlaşılır ve akıcı bir aktarım yapmayı başarmış. Belki aksiyonun biraz düşük kaldığı söylenebilir ama bu tür epik fantastik serilerin ilk kitaplarında sık rastlanan bir durum bu, çünkü ilk kitaplarda genelde dünyanın ve karakterlerin tanıtımı daha fazla yer kaplar, bu kitap da bu açıdan farklı değil. Yine de hiç aksiyon yok demek haksızlık olur, kitabın oldukça hareketli bölümleri de var.

Sonuç olarak, kitabı beklediğimden de fazla beğendim. Özellikle epik fantastik edebiyat okurlarının bu seriyi neden beğendiğini çok iyi anladım. Niyetim en kısa sürede en azından 3 kitaplık ilk seriyi bitirmek. Sonrasına da zaman içerisinde devam etmeyi düşünüyorum.

17 Beğeni

Sanırım 15 yıldır bu kitabın çevrilmesini bekliyorum. Redditte orada burada hakkında hep iyi yorumlar okudum. Devam serisi de ilki kadar beğenilmiş. Keşke İthaki veya Alfa el atsa bu seriye. Ya da başka bir babayiğit yayınevi çıksa ve bu alemde ben de varım deyip bunu çevirse. Yanına da R Scott Bakker, Glen Cook ve Janny Wurts gibi yazarları eklese.

3 Beğeni