Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Yüzeysel İnceleme)

images

Kapak: Aslan Şükür

Jules Verne rafına bir iki tam metin ekleyeceğim için çocuk kitaplarından hiç bilmediğim üçlüye elemek üzere başlayayım dedim. Deniz Yılanı, Aslan Bey’in nefis kapaklarından birini taşımasına karşın, görevini layıkıyla yerine getirdi: Kitabın onda dokuzluk kısmında balina avlayan ekip, Deniz Yılanı söylencesine inanan ve inanmayan iki kişinin hangisinin kazanacağı merakıyla ilerliyor. Neden sonra çıkan fırtınada sebep doğa mıydı efsane miydi derken, herkesin işine geldiği şekilde kitap sonlanıyor. Arada başka milletlerden gemilere de rastlıyoruz. İçimiz dışımız balina yağına bulanmış biçimde esere veda ediyoruz. 192 sayfalık kitabı hızlı okumayla yarım saat dolmadan bitirmeme rağmen bir sonrakine geçecek zamanı bulamadım. Öğün ve Serhat Yayınları kitaplarının Altın ve Kelebek’e göre dil yanlışlarının çok olması da kalitelerini düşürüyor. Aslan Bey’in hatrına kapağı saklasam mı diye düşündüm ancak tümünü koleksiyonlamadıktan sonra da anlamı yok sanırım. Alacak sahaf da çıkmaz bunları zaten. Raftan çıkarıp ileride talep edecek birilerine hediye sunmak üzere, üzerine eklenecekleri bekleyeceği bir yere kaldıracağım.

Not: Diğer ikili, Robensonlar Okulu ve Batık Gemi olacak.

Tam Metin Eklenecekler: 80 Günde Dünya Gezisi, Kaptan Grant’ın Çocukları, sonrasında Esrarlı Ada ve belki Arzın Merkezine Seyahat.
İkinci Grup: 2 Yıl Okul Tatili ile 15 Yaşında Bir Kaptan.

7 Beğeni

Verne kitaplığından elediğim son iki kitap oldu. Özellikle ikincide sürekli karşıma çıkan “jagar” çevirisini bir big cat fanı olarak kınadım. Cuma yerine Çarşamba ile Robinson Crusoe güzellemesi de olmuyor. Diğer kitapta da evlatlık verilen bir çocuğun ailesinin aranmasına eşlik eden buzul seyahati var yine, zaten bu Antarktika maceraları da ayrı bir alt kolu kitaplarının. Buzullar Arasında Bir Kış da beni sarmamıştı. Elediğim 3 kitabın da kapak çizerinin Aslan Bey olması neden aldığım konusuna açıklık getirdi nazarımda. Ellerine sağlık.

9 Beğeni

4-5 sene önce eşimle beraber izlediğimiz Death Note animesinin mangasını okumak yeni nasip oldu. Animeye göre çok daha keyifli bir süreç olmasıyla beraber, dünya geneli anketlerin de pekiştirdiği üzere, bizde haddinden fazla el üstünde tutulduğu görüşüm değişmedi. Bunda en büyük etken, hikâye kurgusunun homojen gitmemesi. Çok hızlı ilerleyip yarı yola kadar dolu dizgin giden macera, yeni karakterlerin katıldığı bir dizi sezonu gibi, vites değiştirip işi sakız gibi uzatarak, kısık ateşte pişen kurbağa misali, gıdım gıdım heyecanı söndürüyor ve “bitse de gitsek” telaşıyla sayfaları çevirtiyor. Aynı düşüşü Demon Slayer için de gördüm, fakat Fullmetal Alchemist Brotherhood mesela zaten halizahırda iyi bir fantastik öykü sunuyorken, katman üstüne katman eklediği çoklu hikâye örgüsüyle çıtayı bambaşka bir yere taşır.

Buraya dönersek, son ciltteki bonus hikâyede "ölüm silgisi"nin varlığı hoştu. Animede yer almayan kısımlar da (ABD Başkanı gibi).

Baskı kalitesi düşük geldi, bir ciltte basılmamış 20 kadar sayfa vardı, değiştirdim. Bir parmak kaymasıyla kolaylıkla yırtılabiliyor sayfalar. Yine de bu popülerlik sayesinde dilimize çevrilmiş olması ve başka eserleri de yanında taşıması övgüyü hak ediyor. Böyle orta ölçekli yayınevlerinin niş işler yapması da hoşuma gidiyor, Diskdünyası, Buzzatisi, resim sanatı vb. kitapları gibi.

Puanlama yapmak gerekirse, ilk yarıya 8.5/10, ikinci yarıya 7.5/10 veriyorum.

27 ciltlik FMAB’yi 5 sezonu izleyeli birkaç sene olduğundan ötürü okuyacağımı sanmıyorum, zaten Japonca seslendirmesini bulamaz diye kızım için aldım.

Çevirmen Hüseyin Can Erkin’in kitap çevirilerini de şuraya bırakıp yazıyı sonlandırayım.

10 Beğeni

25-30 sayfa dayanabildim. Filmini bastan sona hatirladigim kitaplari, ayri bir lezzeti yoksa, bundan sonra almayacagim. Soguk Ter de Sapik, Kiraci ve Korku Burnu gibi boylece elenmis oldu.

7 Beğeni

Raf elemelerine Zweiglerle devam ediyorum. Kızıl, yazarın ilk eserlerinden (1908) ve geride yoğun şehvet duygusundan başka bir şey bırakmıyor, 13 yaşında bir kıza aşık olmak söylemini bir kenara bırakırsak.

'20’lerde yazdığı Korku ise, Brief Encounter (1945) ve Blackmail (1929) gerilimini birleştiren, kocasını aldatmış bir kadının uğradığı şantaj öncesi ve sonrası psikolojik tahlilini ustaca veren, kocanın denklemdeki bilinmezliğiyle merak duygusunu hep canlı tutan bir kitap. Hitchcock değil fakat favori aktrislerinden Bergman, uğruna eşini aldattığı için Hollywood’dan aforoz edildiği Rossellini rejisinde senaryoyu perdeye taşımış.

10 Beğeni

41H8ABirJEL.SY445_SX34261UHJzsG4GL.SY46671BCYPV1kBL.SY466

Dün gece Mürebbiye ve Mecburiyet’i, bugün de Olağanüstü Bir Gece’yi okudum. Beğenide azdan çoğa başlayayım.

Olağanüstü Bir Gece, Kumarbaz’a paralel biçimde gelişip sonlanabilecek, daha kısa bir öykü olabilecekken rota değiştiriyor ve Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma ile akrabalık kurar biçimde orta karar bir lezzet bırakıyor.

Mürebbiye, içindeki 4 öykünün ikisiyle, adını verdiği ilk öykü ve mektup şeklinde kaleme alınmış “Geç Ödenen Borç” ile, parlıyor. Bu öykü hangi antolojide olsa öne çıkarmış.

Buradaki 4 öykünün tamamı ile Olağanüstü Bir Gece, Cem’in Zweig Seçilmiş Öyküler’inde yer alıyor. Yine de Olağanüstü Bir Gece’den birkaç cümleyi çeviriden ötürü not almak gereği duydum. Her iki kitapta ortak olan novellalarından bazıları Ahmet Cemal imzası taşıdığından, onları da elde tutuyorum.

Mecburiyet’e gelirsek, Korku’dan çok daha “önemli” bir kitap. Aldatmanın getirdiği panik ve korku, belki Raskolnikov’un cinayet sonrası psikolojisine paralel, anlatıda ustalığı sayfalara taşıyor olabilir ancak okura katacağı bir şey olduğu söylenemez. Mecburiyet ise, kendi yaşamından da hareketle, savaş (kiminle?) için özgürlüğünü, hayatını geride bırakan kitlelere bunun anlamsızlığından ziyade geride kalanların değerini ve daha da önemlisi, artta kalan sevdikleriyle empati kurmaları gerekliliğini, hem erkeğinin arkasında duran hem onu terk edebilecek dişi gösteren “güçlü” kadın imgesiyle verir -ki erkekleşmeden bunu yapabilen, yaparken zayıflığa kurban verilmeyen ve dahi kadın duygusallığını koruyabilen karakterler yazmak kolay değildir. Sadece “son karar” yine erkeğe verilmemiş olsaydı vurgu daha güçlü olabilirdi denebilir belki, ona da şımarmaya gerek yok bence.

13 Beğeni

Aynı temalar etrafında dönüp durmaya devam ediyoruz: Kumar bağımlılığı, kadını erkeğe teslim olması (fantezisi), tek gecelik aşklar (hayat kadınlarına düşkünlük), usta işi kaleme meze olan çeşitlemelerle tekrar karşımıza çıkıyor. Yine Dostoyevski ve “Kumarbaz” diyorum “24 Saat” kitabı için. Keşke diğeri gibi Ahmet Cemal çevirseydi.

Evet, Cemal çevirisi kafadan 1 puan ekliyor "Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu"na. Tıpkı Raymond Carver gibi, Zweig’de de öykülerinin “taslak” sayılabilecek başkaca öykülerini başka kitaplarında görebiliyoruz: Bu meşhur kitabın öncülü de “Geç Ödenmiş Borç” olsa gerek. Her iki yazın da mektup tarzında yazılmış ve platonik aşkın korkutan saplantısından almış gücünü. Burada da “erkek fantezisi” dediğim “teslimat” devreye giriyor. Bir kadının elinden çıksa bugün için “zayıflık” sayılabilecek öykülerin (veya sinema uyarlamalarının) kendi annem/teyzem tarafından dahi “romantik” sayılması da, bir erkek olarak, Chopin’le aynı günde doğmuş müzmin bir romantik olarak, benim için utanç verici. Bilemiyorum, belki de bunu sokak ağzıyla "kadınların piç erkek tercihi"ne karşı duyacağımız nefret yahut buna dönüşmemiz gerektiği zamandan sonrasına duyulan pişmanlık diyebiliriz.

Edebi yönden beğenmiş olsam da vereceği mesajlar yahut özgünlük kısmında soru işaretleri var, çünkü örneğini verdiğim üzere, direkt kendi bibliyografisinde ikameleri var ve bu tekrarlar bir kısır döngü yaratarak ilk etrapta duyulan hayranlığın başka yazarlara kolayca yönelmesine ve bu kitaplığı bir yaştan sonra hor görebilmesine neden oluyor.

Birkaç antoloji ve biyografileri kalmışken, Zweig’den okuyup beğendiğim kitapları da buraya not düşeyim:

Satranç, Mecburiyet, Korku, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Gömülü Şamdan, Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor.

Elediklerim: Kızıl, Olağanüstü Bir Gece, Mürebbiye (2/4 sevdiğim öykü başka bir antolojide bulunduğu için), Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Amok Koşucusu (beğendiğim bu iki novella yine aynı seçkide mevcut).

Okunacaklar: Sahaf Mendel, Yakıcı Sır, Karmaşık Duygular, Clarissa, Sabırsız Yürek ve biyografiler.

11 Beğeni

Savaşlar Çağı - İlk İmparatorluğun Efsaneleri 3

Çok zorladım ama olmuyor, kesinlikle ısınamıyorum bu yazara. Gerçekten çok basit bir kitap çok basit bir seri. Kılıçlar Çağını okumamın üzerinden 4 sene kadar zaman geçince ne kadar beğenmediğimi unutmuşum. 2. kitap için detaylı bir yorum bırakmışım, orada gördüğüm negatif unsurların hiçbiri değişmemiş.

Yüzlerce yıldır insanları kölesi olarak gören Fhey lerin en dibi bile olsa Instarya lıların neden bir anda Rhun leri şehirlerine kabul ettikleri, Persephone ye bu mevkii vermeleri falan akıl alır gibi değil. Öbür tarafa bakınca koskoca elf ulusunda, yüzlerce binlerce yıllık ömürlerinde Pyridian diye bir prens gelmiş hem de öyle boş beleş yaşamamış arkasında büyü akademisi bırakmış. Küçük prens beyefendiye abisinin bu olduğunu kimse mi söylememiş? Her chapter da bu basit kurgusuna farklı bir yazdım oldu çıkarıyor sanki Sullivan. Bu kadar puanı, bu kadar ödülü ve adaylığı falan nasıl toplamış hayret etmemek elde değil.

Ben daha fazla zamanımı harcamamaya kadar verdim, ama sağım solum da belli olmuyor. Bu kadar okumuşum diyip seri yarım kalmasın diye devam edebilecek takıntıdayım. Kitabı bir puanın bir tık üstüne çıkaran etmeni sonuna doğru gelişen savaş ortamı ve hızlanması diyebiliriz.

16 Beğeni

41DgNztrVtL.SX342_SY445

İki güne yayarak ülkemizde basılan Zweig öykülerini neredeyse bitirdim sanırım. Sahaf Mendel, alakası olmasa da, okurken bir yandan La Vita e Bella sahnelerini canlandırdı kafamda. Bir etki yaratmadı. Cem’in seçkisine bu kitaptaki 3 öykünün ikisinin alınmış olduğunu söyleyeyim ve 6-7 sayfalık sonuncusunun “Rahel” ile “Gömülü Şamdan” gibi bir kıssa olduğunu.

71UtdDj3B6L.SY466

Yakıcı Sır ise, anlatımın akıcılığı ve birazdan yereceğim temayı ele alış biçimiyle beğendiğim bir kitap oldu. Evet, konu yine aynı. Direkt birkaç alıntı paylaşayım o kendisini anlatsın:

“Bir kadının, asla sevmediği bir kocaya sadık kaldığı için pişman olmaya başladığı ve artık solmaya başlayan güzelliğinin, anaçlıkla dişilik arasında tercih yapmak için son bir şans daha tanıdığı yaşlardaydı.” (S.19)

“Karanlık bir duyguyla, bu sırrın çocukluğun kilidi olduğunu, onu bir kez açınca nihayet bir yetişkin, nihayet bir erkek olacağını seziyordu.” (S.48)

The Falling Idol, Malizia veyahut Far from the Madding Crowd filmlerinin çocukları gözümün önüne gelse de, burada “bir çocuğun gözü” perspektif alınmış konu yine Zweig’in en sık kullandığı tema olan “aşk oyunu”. Av-avcı, baştan çıkaran ve çıkarılan - Hitchcock sarışını gibi soğuk başlayıp yatak odasında tam bir or*spu olan (Hitchcock/Truffaut) - bir arzu (pardon, fetiş) nesnesi olarak kadın ve erkek kaleminden çıkan fantezinin mürekkebini boşaltmakla kazandığı ödül. Ben bu tek yönlü bakış açısını sevmemekle kalmadım, Bovary yahut Karenina gibi "ağır abi"leri karşısında “basit” kaçtıklarını hissettim. Şu bir düzine kitabın rahat üçte ikisi aynı tema üzerinden dönüyor. Bildik yazarları geçelim, bir Leo Perutz, bir Leonid Andreyev bu seride çıkan kitaplarıyla öyle yerlerden çıkıp kara mizahı da katarak vuruyorlar ki, insan bizde neden popüler olmadıklarına şaşıyor.

Zweig’in kitaplarının kısa olması da cevap değil - zira kitaplardan birinde mütercim Gülperi Sert’in yazdığı gibi, Avrupa için roman neyse Almanya için o dönem novella o idi ve Goethe’ye kadar herkes bunun örneklerini veriyordu.

Bizde soap opera kültürünün de sadece aldatma üzerinden gittiğini düşünürsek bu tercih şaşırtmaz - kaçı pembe dizi kültürünün ateşini yakmış Douglas Sirk sinemasının kalitesini yakalamıştır, kimbilir. Romans isteyen oraya, diyor ve Zweig defterini Karmaşık Duygular ve Cem seçkisindeki öyküler sonrasında kapatıyorum.

8 Beğeni

41HYh8Av4ZL.SX342_SY445

İş Bankası’nın bastığı Zweig kitapları içinde en geniş yelpazeli öykü antolojisi bu kitap. Kitaba ismini veren ve sonda yer alan novelladan başladım okumaya. Zweig Soseki’nin Gönül’ünü okumuş mudur bilmiyorum ama, neredeyse aynı kulvarda ilerleyip bir dönemeçte yön değiştiriyor: Oradaki eşle karşılaşmada “acaba?” dediğimiz elektriklenme burada kendini göstermekle beraber, sonda Gods and Monsters seyircisine tanıdık gelecek bir twist okuru bekliyor. Goodreads’ta LGBT etiketi eklenmesi zaten yeterli ipucunu veriyor.

"Bir Yüreğin Çöküşü"nde ise, önceki gönderide uzun uzun bahsettiğim temaya perspektif yaşlı bir baba/koca gözünden oluyor ve aldatan, bayağı kılınan kadın ise kızı ile karısı kılınıyor.

Alıntılar paylaşacağım, tekrarlamak istemediğim eleştiri kendini satırlarda pekiştirsin.

Bir Yüreğin Çöküşü

Ellerini kavuşturup asla dayanamadığı o kendinden emin neşeli gülüşüyle, "Baba, lütfen! Lütfen! " demişti … Oysa şimdi, şimdi kapısının iki adım ötesinde, gece vakti yabancı bir erkeğin yatağında çırılçıplak ve şehvetle kıvranıyordu … (S.134)

İyi de karımla kızım hakkında bir şey biliyor muyum ben? … Bütün gün onlar için deli gibi çalışıyorum, eskiden elimde örnek mal çantası trenlerde dolaştığım gibi şimdi de on dört saat büroda işin başındayım … sadece para, onlar için para kazanmak için, güzel giysiler alsınlar ve zenginlik içinde yaşasınlar diye… ve akşamları bitmiş tükenmiş, yorgun eve döndüğümde onlar yok: tiyatroda, balolarda, eğlencedeler … onlar hakkında ne biliyorum ki, bütün gün ne yaparlar? … Ama şimdi çocuğumun genç ve saf bedeniyle, geceleri bir sokak kadını gibi erkeklere gittiğini biliyorum … Ah, bu nasıl bir utanç!" (S.135)

Soluk aldıkça yeni süveterinin altında hafifçe titreyen göğsünün yumuşak eğimine baktı. "Yabancı bir erkekle sarmaş dolaş … çıplak … çıplak … " diye aklından geçirdi garezle. "Adam bütün bunları tutmuş, dokunmuş, okşamış, tadına bakmış, keyfine varmış … benim etim, benim kanım … benim çocuğum … ah o pis hergele … ah … ah … " (S.137)

*Kızı onu şımartarak, “Babacığım neyin var?” diye ısrar etti. *
“Neyim mi var?” diye içinden homurdandı. “Orospu bir kızım var ve bunu yüzüne vurmaya cesaretim yok.” (S.138)

Fakat asıl kızım baştan çıkarıcı ve istekli, koşa koşa yatağınıza giriyor … ya annesi, belki artık biraz kilolu ve rüküş, fazla sürüp sürüştürüyor, ama yine de biraz dil dökülse belki o da bir oynaşa daha hayır demezdi … Haklısınız itler, bu kancıklar, bu şerefsizler peşinizden koştuğu sürece elbette haklısınız … Sizin keyfiniz yerinde olduğu sürece, bu şerefsiz karılar da memnun olduğu sürece … (S.142)

Karmaşık Duygular

Kendi gelişimi karşısında büyük bir şaşkınlık içinde olan kent, fazla erken serpilmiş bir erkeklikle dolup taşıyor, taşından toprağından elektrik saçıyordu; Berlin’in her önüne çıkana karşı konulmaz bir şekilde dayattığı nabız gibi atan hararetli tempo, doymak bilmez iştahıyla benim yeni fark etmekte olduğum erkekliğime çok benziyordu. (S.171)

Berlin’ den beri ilk kez bir kadının onaylayan bakışlarını üzerimde hissetmiştim - belki de bir macera bana göz kırpıyordu. (S.195)

Bir genelev aradım, ama yolu bulamadım, sonunda sallana sallana can sıkıntısıyla eve döndüm. (S.234)

Değneği aramızda çekiştirirken yarı çıplak bedenlerimiz ister istemez iyice yakınlaştı. Ben değneği bıraktırmak için bileğini döndürürken o da kaçmak için iyice geriye eğildi ve o sırada ani bir hareket oldu - mayosunun sol askısı kopmuştu, çıplak göğsünün ucu bir tomurcuk gibi sert ve kırmızı, karşımdaydı. (S.238)

Artık bedenim irademi dinlemiyor, kendi hazzı içinde vahşice kıvranıyordu. Ve ben en sevdiğim insana ihanet eden dudakları öpüyordum. (S.241)

“Hoşçakal Roland … artık aramızda söylenecek tek kelime kalmadı! Gelmen iyi oldu… Gitmen ikimiz için de iyi olacak… Hoşçakal… ve gel… vedalaşırken bir öpeyim seni!” Büyülü bir güçle çekilmiş gibi sendeleyerek yanına gittim. Her zaman bulanık bir sisle örtülü gibi duran o ışık şimdi gözlerinde açıkça parlıyordu. Gözlerinden yakıcı bir alev yükseliyordu. Beni çekip kendine yaklaştırdı, dudakları susamışçasına benimkilere yapıştı, asabiyetle titreyip kasılarak bedenimi bedenine bastırdı. Bu bir kadınla hiçbir zaman yaşamadığım bir öpüş, ölüm çığlığı gibi vahşi ve ümitsiz bir öpüştü. Bedeninin çırpıntılı kasılması bana da geçti. Tuhaf ve korkunç bir algının etkisiyle titriyordum, ruhum ona teslim oluyor, fakat bedenim bir erkeğin teması karşısında irkilerek direniyordu. (S.255)

Edit:

Hocanın öğrencilerine şehvet duyup yolculuklara çıkarak erkek fahişelerle birlikte olduktan sonra döndüğü kısmı eklemeyi unutmuşum. Eşiyle açık ilişkileri sonucu öğrencisiyle yatmasına da ses etmiyor, aksine “ben de seni seviyorum” diyerek öyküyü yukarıda paylaştığım finale yuvarlıyor.

6 Beğeni

41kYJH3PXOL.SX342_SY445

İş Bankası’ndan çıkan Zweig kitaplarına ek olarak hemen hiçbir öykü olmamakla beraber, tek tek almak/barındırmak yerine elde bulundurması işlevsel bir antoloji olmuş.

Burada yer almayan Wondrak, Leporella, Çöküşün Öyküsü gibi öykülere de göz atıp, bu janrda Zweig külliyatına veda ettim.

Unutkan edit: İs’te Nişan adiyla yer alan “Haç Nişanı” yine Mecburiyet gibi savas temali, bu sefer muharebe alaninda sekillendigi ve Night of the Living Dead / Garp Cephesinde Yeni Bir Sey Yok gibi sonlandigi icin, bu oykuyu begendim.

5 Beğeni

19 günlük Nutuk okuma serüvenim bu akşam son bulmuş olsa da hayatım boyunca unutamayacağım bir eser olarak hafızamda yer edecek. Atatürk’ün ve Türk Ulusu’nun yokluk içindeki dirilişinin adım adım anlatıldığı kitap, Milli Mücadele kahramanları dahil birçok kişinin hatıralarını içermesiyle ve bilgi kutucuklarıyla da tam bir belgesel niteliğinde.

Atatürk’ün ders çıkarmamız için yazdığı Nutuk’u her Türk gencinin ve bireyin okuması gerek. Bir yanda düşmanlar, iç isyanlar, muhalefet ve bağnaz kesim, diğer yanda müthiş bir zekâ ile Türk Ulusu.

10/10

22 Beğeni

Matt Haig - Gece Yarısı Kütüphanesi bitti.

Abartıldığı kadar iyi değil. Sıradan bir kişisel gelişim kitabını andırıyor ve hatta öyle bile diyebilirim… Konu daha farklı şekillerde işlense belki kurtarabilirdi. Kitabın başlarında olduğu gibi karakterin ruhbilimsel durumuna veya ortalarındaki bilim kurgusal temaya odaklansa daha güzel olurdu( ve o ruhbilimsel ve bilim kurgusal anlarda meraklandırmıştı) ama olmamış. Basmakalıp Hollywood filmlerine benzettim. Hani şu birisi kötü durumdadir sihirli bir dükkana girer, ailesiyle kötüdür bir dilek diler vb. filmlerden. Simyacı’ dan sonraki ikinci hayal kırıklığı.

:star: :star:

12 Beğeni

41PVkwmw2DL.SY445_SX342

Baron Bagge

Kızım başımda bıcır bıcır konuştuğu için ilk yarısını yarım yamalak anlasam da, içeri odaya gidip bitirmenin iyi fikir olduğunu finalde gördüm: Sonuna bayıldım! Aslında hepimizin hemen her gün yaşadığı bir gerçekliği romantize etmiş. O uyarıda bir bit yeniği olduğunu anlamıştım, pek de güzel bağlanmış. Savaşa dair kitapların şaşırtıcı biçimde gelişip sonlanmasına bayılıyorum zira edebiyatın da sinemanın da, hatta WW1/WW2 kitaplarıyla okurların da en çok rağbet gösterdiği alanların başında geliyor insanlığın karanlık yüzü. Onun varlığından kaçmak için sığındığımız limanlarda bize başka hikâyeler anlatılması en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri, ve bu kitap da bunu lâyıkıyla yerine getiriyor.

11 Beğeni

51B7iLPP9aL.SX342_SY445

Zweig’i kütüphanemde barındırmama esas sebep biyografilere göz atayım dedim. En incesi olan Amerigo’yu elime aldım. Kitabın kendini tekrar eden sonraki bölümlerine nazaran (film diliyle, kurgu masasına yatsa daha iyi olurmuş) alevli giriş kısmı daha etkili ve keyifli. Defoe’nin Veba Yılı Günlüğü tadı aldım. Birkaç not paylaşacağım, bizimle ilgili kısımda hep beraber hayıflanalım (coğrafya kederdir).

Şu kısım 2000 yılına girerken yaşanan Marduk muhabbetini anımsattı. Bin yılda arpa boyu yol almamışız:

1000 yılında dünya yok olacaktır, kehanet böyledir.

Yeni binyılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar.

Yıl 1100. Hayır, dünya yok olmamıştır. Tanrı bir kez daha insanlığa karşı bağışlayıcı olmuştur. İnsanlık yaşamaya devam edebilecektir.

Gelelim Haçlı Seferleri öncesi Batı ve Doğu’ya;

Yıl 1200. Kutsal Kabir fethedilmiş, sonra yeniden kaybedilmiştir. Haçlı Seferleri hem boşuna olmuş, hem de olmamıştır; çünkü Avrupa, bu seferler sırasında uykusundan uyanmıştır. Artık kendi gücünü hissetmiş, cesaretini tartmıştır. Tanrı’nın dünyasında ne kadarçok yeni ve farklı şeyin kendine yer bulduğunu, aynı göğün altında farklı meyvelerin, farklı kumaş, insan, hayvan ve âdetlerin olduğunu görmüştür. Şövalyeler ile bunların köylüleri ve serfleri Doğu illerine vardıklarında kendilerinin Batı’da ne denli dar, ne denli körelmiş bir yaşam sürdürdüklerini, Sarazenlerin (Müslümanların) ise ne denli zengin, doya doya ve zekice yaşadıklarını görünce şaşırıp utanmışlardır. Uzaktan bakıp hor gördükleri bu dinsizlerin Hint ipeğinden pürüzsüz, yumuşak ve serin tutan kumaşları; sık ilmekli, rengârenk Buhara halıları, baharatları, şifalı otları ve duyuları canlandırıp harekete geçiren kokuları vardır. Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır, kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini almamış kaba saba insanlar değildir; dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır. Her şeyin yazılı olduğu harita ve cetvelleri, yıldızları ve yıldızların hareketlerini belirleyen, yasaları bilen bilgeleri vardır. Ülkeler, denizler fethetmiş; tüm zenginlikleri, ticareti, var olmanın bütün keyfini ele geçirmişlerdir. Üstelik Alman ya da Fransız şövalyelerden daha iyi savaşçı da değildirler.

Peki bunu nasıl başarmışlardır? Öğrenerek. Okulları vardır, okullarında ise her şeyi aktarmaya ve açıklamaya yarayan yazıları. Batı’nın eski bilginlerinden aldıkları bilgelikleri, kendi katkılarıyla daha da zenginleştirmişlerdir. Demek ki dünyayı fethetmek için öğrenmek gereklidir; insan gücünü sadece turnuvalarda ve sefih şölen yemeklerinde harcamamalı, ruhunu da bir Toledo kılıcı gibi esnek, çevik ve kıvrak kılmalıdır. Demek ki öğrenmesi, düşünmesi, araştırması, gözlemlemesi gereklidir insanın! Sabırsız bir rekabetle Siena, Salamanca, Oxford ve Toulouse’da art arda üniversiteler açılır (Celal Şengör bunu beğendi); Avrupa’nın her ülkesi, bilimin önce kendisinde olmasını arzulamakta, umursamazlıkla geçmiş yüzyılların ardından Batılı insan yeniden yeryüzünün, gökyüzünün ve insanların sırlarına ermeyi istemektedir.

Kitaba adını veren Amerigo vs. Kolomb tarihine gelirsek,

İki iyi dost olan denizcinin tarihin kulaktan kulağa yalanlarla ilerlemesi sonucu bir o yana bir bu yana düşmanlıkla savrularak bir diğerini kahraman kılması mevzusu, kanıtlarla desteklenerek, fazlaca tekrarlanıp uzatılmış. Hele ki bir “fonetik” muhabbeti var ki “eh!” dedirtti:

Bu yeni sözcük kendi başına durmayı ve var olmayı başarmaktadır, üstelik Waldseemüller’in rastlantısal olarak yaptığı öneri, mantık ya da mantıksızlık, hak ya da haksızlık nedeniyle değil, içinde barındırdığı fonetik güç sayesinde yapabilmektedir bunu: Amerika sözcüğünün sesletimi, dilimizdeki en tok sesli ünlü harfle bir yükselip bir alçalırken diğer ünlüleri de en uygun dönüşümle içine katmaktadır. Coşkuyla sesletilmeye uygun, akılda kolay kalacak kadar net, güçlü, tok bir sözcüktür bu; üstelik genç topraklara, güçlü, yükselmeye çalışan bir halka uygundur.

Bu kısmın nesnelliği fazlasıyla bozduğunu düşünüyorum. Kitabı kütüphanede tarihi belge olarak tutmaktan öte bir keyif vermesine yönelik bir sebep barındırdığını söyleyemeyeceğim. Amerika’da yaşamıyorum, bana faydası yok, olmayacak, e bu durumda benim tarihim “seni” ilgilendirmiyorsa senin hayranlık duyduğun şey de beni ilgilendirmiyor. Tarih dediğin, nostalji dediğin şey, bitmiş, tükenmiş, yaşadığın döneme ulaşmamış haliyle güzeldir. Bugün yozlaşmış, aptallaşmış, hele de Brando’nun deyişiyle “çalıntı topraklar üzerinde yaşayan” bir yapay kültürün cennetini nasıl elde ettiği, dünyanın diğer ucunda, bende merak uyandırmıyor. Ürettiklerinden keyif alırım, tüketip yok ettiklerinden, yarattıkları savaşlardan, bugünü yaratmış koşullardan değil.

(Cyrano ağzıyla) Eksik olsun!

8 Beğeni

31VNF2yys+S.SY445_SX34251Hs6IfLOqL.SY466

Uzaktan Kumandalı Kız ve Houston, Takma Ad Kullanıyorum, Duyuyor musun?

Sürekli şimdiki zaman kipinde anlatıma maruz kalmak inanılmaz kötü bir deneyim yaşattı, “bak bir hikaye buldum” deyip arkadaşına anlatır gibi, senaryo taslağı kabilinden bir tercih, çevirmenden mi kaynaklanıyor diye İngilizcesini indirdim, onda da aynı. Yazarın seçimi. Ancak beni hikayenin içine girmekten alıkoydu. Houston için ümitliydim, onu bitiremedim artık. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum. Zweig’in kimi öykülerinde de buna rastladım ancak gelişen hikayeyi besliyordu ve bu cümleler kısaydı. Burada kısalı uzunlu her cümle “yapıyor, ediyor, şimdi onu dinliyor” vb. şeklinde sonlanıyor. Begüm Hanım’ın da yapacağı pek bir şey yok gibi. Benim dil zevkime uymadı, bu seriyi çoğaltacağım derken iki kitabı eksiltmenin şaşkınlığını yaşıyorum.

16 Beğeni

41Mp9-L3SNL.SX342_SY445

“İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar”, tam da esere adını verdiği gibi, tarihin yönünü değiştiren statik anlardan bahsediyor, dönemsel panoramalardan değil. Bu bakış, üçer kişilik 3 kitabın son ayağındaki astrolojik “aynı günde doğma” kesişim kümesi gibi, basit geldi. Ayrıca kâh yeri geldiğinde coşması kâhsa taraf tutan kalemiyle nesnellikten uzak olması, kitaplığımda tutmamak için yeterli sebepti. Cicero bölümü biraz bu "statik"liğin dışına çıkarken, Bizans ve Türkler bölümünde, Antonius diğer bölümde neyse biz de o olarak, mazlumun âhını aldık. Umuyorum ki biyografilerin hepsi böyle değildir, özellikle Mary Stuart ve Marie Antoinette’ten ümitliyim. Seriyi bozmak belki görüntü açısından çirkin bir şey ama bana hitap etmeyen kitapları da kalabalık edecek biçimde tutmanın bir anlamı yok. Okumak için para veriyoruz sonuçta, saklamak için değil: Aynı yemeklerde olduğu gibi. Bugünün iki kötü öğününden sonra okumaya iştahım kapandı, bakalım yarın ne gösterecek.

10 Beğeni

Bir kaç yıldır içinde bulunduğum istemsiz kurgu orucunu bozmak için yollar ararken, bir kaç ay önce normalde hiç okumayacağım 3 kitap alıp okumaya karar vermiş, gidip 3 tane normalde yanına yaklaşmayacağım kitap almıştım. Bu üçlünün ilki olan Geceyarısı Kütüphanesi’ni yeni bitirdim.

Kitabın ilk 20 sayfasında kitabın geri kalanı ve tam olarak kimler için yazıldığı gözümün önüne çok net bir şekilde gelmişti. Kitabın devamı da şaşırtmadı. Beni pek açmadı.

Ama neyse, deneye devam edeceğim. Sonraki kitap Kathryn Freeman’dan “Was it good for you?”. İnş. onu daha fazla beğenirim ne diyelim, haha. :sweat_smile:

15 Beğeni

51TfbMifcwL.SY445_SX342

İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları

Celâl Üster’in ilkgençliğine etki etmiş öykülerden derlediği bu antoloji, çoğumuzun kütüphanesinde yer alan yazar derlemelerinin kesişim kümesi gibi. Bende sadece Anderson’un "Yumurta"sı eksik görünüyor, onun için ayrıca kitap alacağım; bir diğer faydası da çevirileri karşılaştırmak olabilir. Misal, İş Bankası’ndan çıkma Wilde derlemesi Üster’in dilinin ardında kalıyor: Belki Gülperi Sert’in Everest’teki daha dar kapsamlı seçkisini tercih etmek lazım (bütünü sadece Can’dan okunabiliyor). Aynı şekilde, Twain’in burada bulunan öyküsünü de basmamış İş Bankası yazar seçkisinde. Onu da yine Alfa’nın toplu derlemesinde bulmak mümkün. Bir diğer beğendiğim öykünün sahibi Poe da hem Nemli hem Ekici çevirileriyle Üster’i kapıştırdı: Bu öykü özelinde Ekici’yi genel görünümün aksine geride buldum fakat Celâl Bey de Nemli’ye üstün gelemedi. Böyleyken böyle.

Dediğim gibi, dilini beğendiğiniz yazarların eserlerini çoğaltmak için kullanılabilir ANCAK ben bu isimlerden seçilen öykülerin hafifliğini BEĞENMEDİM. Önsöze yaraşır biçimde, en iyileri önümüze sunulabilirdi, gençlik aşkları da olsa zamanın getirdikleriyle hâlen bu öyküler övülüyorsa Celâl Bey’in zevki -en hafif tabirle- okuruna hitap etmiyor demektir. Çeviri için eline sağlık deyip, sonraki kitaba geçiyorum.

Raf Ömrü: Sona erdi.

8 Beğeni

THE SIXTEEN SATIRES

Juvenal’ın 16 hiciv şiiri, çoğunlukla dönemin dekadanlığını, ahlaksızlığını, ve saray skandallarını eleştiriyor. O çağın bir çok yazarı gibi o da "nerede o eski günler"cilerden.

Birkaç şiiri hariç çok beğendim. Dili gayet cazibeli ve alıntılanabilir. İngilizcedeki “Who will watch the watchmen?” ve “Bread and circuses” gibi birçok deyimin kaynağı kendisi.

Herkesin açıp dümdüz okuyabileceği bir kitap değil. Yunan-Roma tarihi ve mitolojisini biraz bilmek lazım. Yoksa metnin kendisinden çok arkadaki notlarını okursunuz.

10 Beğeni