
Zweig’i kütüphanemde barındırmama esas sebep biyografilere göz atayım dedim. En incesi olan Amerigo’yu elime aldım. Kitabın kendini tekrar eden sonraki bölümlerine nazaran (film diliyle, kurgu masasına yatsa daha iyi olurmuş) alevli giriş kısmı daha etkili ve keyifli. Defoe’nin Veba Yılı Günlüğü tadı aldım. Birkaç not paylaşacağım, bizimle ilgili kısımda hep beraber hayıflanalım (coğrafya kederdir).
Şu kısım 2000 yılına girerken yaşanan Marduk muhabbetini anımsattı. Bin yılda arpa boyu yol almamışız:
1000 yılında dünya yok olacaktır, kehanet böyledir.
Yeni binyılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar.
Yıl 1100. Hayır, dünya yok olmamıştır. Tanrı bir kez daha insanlığa karşı bağışlayıcı olmuştur. İnsanlık yaşamaya devam edebilecektir.
Gelelim Haçlı Seferleri öncesi Batı ve Doğu’ya;
Yıl 1200. Kutsal Kabir fethedilmiş, sonra yeniden kaybedilmiştir. Haçlı Seferleri hem boşuna olmuş, hem de olmamıştır; çünkü Avrupa, bu seferler sırasında uykusundan uyanmıştır. Artık kendi gücünü hissetmiş, cesaretini tartmıştır. Tanrı’nın dünyasında ne kadarçok yeni ve farklı şeyin kendine yer bulduğunu, aynı göğün altında farklı meyvelerin, farklı kumaş, insan, hayvan ve âdetlerin olduğunu görmüştür. Şövalyeler ile bunların köylüleri ve serfleri Doğu illerine vardıklarında kendilerinin Batı’da ne denli dar, ne denli körelmiş bir yaşam sürdürdüklerini, Sarazenlerin (Müslümanların) ise ne denli zengin, doya doya ve zekice yaşadıklarını görünce şaşırıp utanmışlardır. Uzaktan bakıp hor gördükleri bu dinsizlerin Hint ipeğinden pürüzsüz, yumuşak ve serin tutan kumaşları; sık ilmekli, rengârenk Buhara halıları, baharatları, şifalı otları ve duyuları canlandırıp harekete geçiren kokuları vardır. Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır, kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini almamış kaba saba insanlar değildir; dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır. Her şeyin yazılı olduğu harita ve cetvelleri, yıldızları ve yıldızların hareketlerini belirleyen, yasaları bilen bilgeleri vardır. Ülkeler, denizler fethetmiş; tüm zenginlikleri, ticareti, var olmanın bütün keyfini ele geçirmişlerdir. Üstelik Alman ya da Fransız şövalyelerden daha iyi savaşçı da değildirler.
Peki bunu nasıl başarmışlardır? Öğrenerek. Okulları vardır, okullarında ise her şeyi aktarmaya ve açıklamaya yarayan yazıları. Batı’nın eski bilginlerinden aldıkları bilgelikleri, kendi katkılarıyla daha da zenginleştirmişlerdir. Demek ki dünyayı fethetmek için öğrenmek gereklidir; insan gücünü sadece turnuvalarda ve sefih şölen yemeklerinde harcamamalı, ruhunu da bir Toledo kılıcı gibi esnek, çevik ve kıvrak kılmalıdır. Demek ki öğrenmesi, düşünmesi, araştırması, gözlemlemesi gereklidir insanın! Sabırsız bir rekabetle Siena, Salamanca, Oxford ve Toulouse’da art arda üniversiteler açılır (Celal Şengör bunu beğendi); Avrupa’nın her ülkesi, bilimin önce kendisinde olmasını arzulamakta, umursamazlıkla geçmiş yüzyılların ardından Batılı insan yeniden yeryüzünün, gökyüzünün ve insanların sırlarına ermeyi istemektedir.
Kitaba adını veren Amerigo vs. Kolomb tarihine gelirsek,
İki iyi dost olan denizcinin tarihin kulaktan kulağa yalanlarla ilerlemesi sonucu bir o yana bir bu yana düşmanlıkla savrularak bir diğerini kahraman kılması mevzusu, kanıtlarla desteklenerek, fazlaca tekrarlanıp uzatılmış. Hele ki bir “fonetik” muhabbeti var ki “eh!” dedirtti:
Bu yeni sözcük kendi başına durmayı ve var olmayı başarmaktadır, üstelik Waldseemüller’in rastlantısal olarak yaptığı öneri, mantık ya da mantıksızlık, hak ya da haksızlık nedeniyle değil, içinde barındırdığı fonetik güç sayesinde yapabilmektedir bunu: Amerika sözcüğünün sesletimi, dilimizdeki en tok sesli ünlü harfle bir yükselip bir alçalırken diğer ünlüleri de en uygun dönüşümle içine katmaktadır. Coşkuyla sesletilmeye uygun, akılda kolay kalacak kadar net, güçlü, tok bir sözcüktür bu; üstelik genç topraklara, güçlü, yükselmeye çalışan bir halka uygundur.
Bu kısmın nesnelliği fazlasıyla bozduğunu düşünüyorum. Kitabı kütüphanede tarihi belge olarak tutmaktan öte bir keyif vermesine yönelik bir sebep barındırdığını söyleyemeyeceğim. Amerika’da yaşamıyorum, bana faydası yok, olmayacak, e bu durumda benim tarihim “seni” ilgilendirmiyorsa senin hayranlık duyduğun şey de beni ilgilendirmiyor. Tarih dediğin, nostalji dediğin şey, bitmiş, tükenmiş, yaşadığın döneme ulaşmamış haliyle güzeldir. Bugün yozlaşmış, aptallaşmış, hele de Brando’nun deyişiyle “çalıntı topraklar üzerinde yaşayan” bir yapay kültürün cennetini nasıl elde ettiği, dünyanın diğer ucunda, bende merak uyandırmıyor. Ürettiklerinden keyif alırım, tüketip yok ettiklerinden, yarattıkları savaşlardan, bugünü yaratmış koşullardan değil.
(Cyrano ağzıyla) Eksik olsun!