Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

51UI2FP06uL.SY445_SX342

Sherwood Anderson - Yumurta :closed_book::closed_book::closed_book:

Hemingway, Faulkner ve nicelerinin övgüyle bahsettiği Anderson’un öykülerine elimdeki en ince cilt olan Yumurta ile başladım. Kitaba adını veren öyküyü sanırım Necip Tosun’un derleme kitabından okumuştum. Bunun yanı sıra, kitapta 8 öykü daha yer alıyor ve ben son öyküden hemen önceye sıralanmış üç öyküyü daha beğendim: Tohumlar, Tuzak Kapısı ve Kardeşler.

Bu üç öykünün ortak noktası, tutkularının ve saplantılarının davranışlarını esir aldığı baş karakterleri. İlkinde, doğduğu bakir topraklardan kopup gelmiş genç kızın şehir yaşamında keşfettiği benliğini yalnızlığından sıyırıp atamaması ve ihtiyaç duyduğu sevginin her bir insan evladında gerekli olduğu saptaması*; ikincisinde evine bakıcı aldığı öğrencisine erişkinliğe giden yolda kendince uyanış sağlayan adam; sonuncusunda ise kendine güvenli liman arayan bir genç kız ve flört ettiği ustabaşı konu ediliyor.

Yumurta’da ise, baştan çıkaran bu tutkunun arzu nesnesi, bir insan değil, anlatıcının babasının küçük girişimlerine yönelik insanlardan beklediği övgü. Bu girişim bir restorandır ve ilk müşterisini memnun etmek için eline alıp şekilden şekile girdiği yumurta, hikâyecinin ustalığının vesikası olacaktır.

*S.63: “Bir sevgiliye ihtiyacı vardı ama aynı zamanda ihtiyacı olan şey bir sevgili değildi. Bir sevgiliye duyulan ihtiyaç, sonuçta oldukça ikincil bir şeydi. Onun sevilmeye, uzun süre, sessizce ve sabırla sevilmeye ihtiyacı vardı. Elbette o bir grotesk, ama o zaman dünyadaki tüm insanlar grotesk. Hepimizin sevilmeye ihtiyacı var. Onu iyileştirecek olan, geri kalanımızı da iyileştirir. Sahip olduğu hastalık, görüyorsunuz, evrensel. Hepimiz bunu istiyoruz, sevilmek. Gel gör ki dünyanın bize, bizi sevecek bir sevgili yaratmak için bir planı yok.”

Ben bu 4 öyküyü de çok sevdim, lakin kitapta 9 öykü yer aldığı ve kalan öyküler bu çıtanın çok altında kaldığı için 3 yıldız vermeyi uygun gördüm. Öykü sayısı az olsa veya diğerleri vasatın üstüne çıksa 4’lük bir kitap olacağını da belirteyim -ki hepten vasat zannedilmesin. Herkese keyifli okumalar dilerim.

Not: Buzzati’nin Yumurta’sını da çok severim, bununla beraber iki ettiler, onu da anmış olayım.

6 Beğeni

51aVPAQPSHL.SY466

Sherwood Anderson - Ormanda Ölüm :closed_book::closed_book::closed_book::closed_book:

Agatha Christie’nin kasklı katili Predator’ün aslında Tarzan çıktığı eğlenceli bir roman, dedi kafası karışmış yazar Anderson.

Irwing Howe’un biyografi niteliğindeki 10 sayfalık sunuş yazısıyla zenginleşen kitapta evvel olarak, yazarın Şikago Rönesansı akımına dahil olmak adına karısını ve çocuklarını terk ettiğini ve bu vicdan yükünün, ilk başarısını takiben gerisi gelmeyen yazınlarında sık sık kendini gösterdiğini ve hayranlıklarını sunan Faulkner, Steinbeck gibi yazarlarla sonradan arasının açıldığını öğreniyoruz. Üslubundaki kabalığı atamadığı gibi görüşler de yer alıyor -ki önceki kitapta kimi öykülerde bu hissediliyordu.

Kitabın Yumurta ile paylaştığı iki ortak öyküsü var: Yumurta ve Biraderler. Bunlar o kitapta beğendiğim dört öykünün içindeydi. Kalanlar arasında ise, bir sonraki durağım olabilecek başyapıtı Winesburg, Ohio öykülerinden bölümler yer almakta. Yani Anderson kitapları da, tıpkı O Henry ve Maupassant gibi, dağınık dağınık ve ortak kümelerle basılmış. Hepsi bir kitapta toplansa da raflarımızla birlikte rahat etsek çok daha güzel olacak. Neyse.

Bu kitap çok daha dengeli bir seçkiden oluşuyor. Sunumda zaten bahsi geçilen Ormanda Ölüm, Yumurta, Kayıp Roman ve (Tohumlar’ı andıran) Serüven yanı sıra, dedektiflik macerası “Heh İşte Buradaymış, Banyo Yapıyormuş”, “Eller” ve birbirini tamamlayan “Tanrı’nın Gücü”, “Öğretmen” ve “Yalnızlık” sağlam öyküler olarak öne çıkıyor.

Bu üçlü yanı sıra, Eller ve Serüven’in de dahil olduğu sekiz öykü, on beş öykülük bu derlemenin Ohio kitabından ödünç aldığı bölümler oluyor. Yumurta ve Biraderler’i de katarsak, on beşin onunun diğer iki kitapta yer aldığını söyleyebiliriz. Hem Yumurta hem bu kitap, diğerlerinden bağımsız ikişer sağlam öykü barındırıyor.

Benim için işin kötü tarafı, beğenmediğim birkaç öykünün Ohio’da beni bekliyor olması. Sanırım onları da tekrar okuyacağım ve üçlüyü kesişen Weinbaum kitapları gibi yan yana dinlenmeye koyacağım.

Şu ana dek hem Vacilando hem Ketebe iyi iş çıkarmışlar, Yedi ile güzel bir turu tamamlamış olacağım öyküsever bir mahlûkat olarak.

Raymond Carver’ın tarzını sevenlerin kolaylıkla adapte olacağı kitapların her eve lazım olduğunu söylemeye gerek bile duymuyorum. Karısını, çocuklarını terk edip kendini içkiye veren kalemlerimizi saygıyla selamlayıp, aynı haltı yememek üzere, hanemizdeki sevdiklerimize sıkıca sarılmayı hiçbirimiz ihmâl etmiyoruz.

5 Beğeni

61Spseul3lL.SY466

Sherwood Anderson - Winesburg, Ohio :closed_book::closed_book:

Anderson’un en bilinen yapıtı, Winesburg sakinlerinin hayatlarından birer kesit sunan ve kimi öykülerde bunları birleştiren kitapta yirmi öykü yer alıyor. Ormanda Ölüm derlemesinde bunların sekizine yer verilmişti. Bu kitapta haricen iki güzel öykü daha bulunmakta (mizojeniye kayan “Saygıdeğerlik”, ve güzel bir kapanış sunan “Ayrılış”). Bütün olarak değerlendirildiğinde Yumurta’dan bile az keyif veren bir okuma sunduğundan dolayı üç kitap içinde en sona atmak zorunda kaldım kendi kefemde. Temaya yakınlığı dolayısıyla Steinbeck’in öykü derlemesi Cennet Çayırı veya yine 20’ler havasını solumak için F. Scott Fitzgerald’la yola devam edeceğim.

Üç kitabı topluca değerlendirirsem,

Yumurta: 4/13 öykü.
Ormanda Ölüm: 9/15 öykü. İkisi Yumurta’da yer alıyor.
Winesburg, Ohio: 7/20 öykü. Bunlardan beşi Ormanda Ölüm’de yer alıyor.

Yumurta’daki 2/11 öykü diğer kitaplarda yok.
Ormanda Ölüm’deki 2/10 öykü diğer kitaplarda yok.
Ohio’daki 2/12 öykü diğer kitaplarda yok.

Doğru ayıkladıysam, toplamda 35 öykü okuyoruz. Ben 13 tanesini çok beğendim. Tek bir kitap almak isteyenler için bunların dokuzu Ormanda Ölüm kitabında.

Yazarın defterini kapatırken, bu üç yayınevine de “büyüklerin” pas geçtiği önemli bir kalemi bizlere kazandırdıkları için teşekkür ediyorum.

8 Beğeni

414xTj4IM8L.SX342_SY445

F. Scott Fitzgerald - Caz Çağı Öyküleri :closed_book::closed_book::closed_book::closed_book::closed_book:

Okuduğum isimler ve öykülerle adım adım yaklaştığım Caz Çağı Öyküleri beklediğimden bile iyi çıkarak, yine, sinemasal bir deneyim yaşattı. Bunu en son Weinbaum ve Perutz’ta yaşamıştım.

Zelda’nın peşinden 20’lerin ışıltılı gecelerine akarak malzemesini de zenginleştiren ve kişisel dramlarını öykülerindeki karakterlere yediren Fitzgerald, Gatsby özelinde Amerikan ve 20. yy. Edebiyatı’nın en önemli yapıtını vermiş sayılmakla kalmıyor, öyküleriyle de kaleminin ne kadar güçlü olduğunun altını ustaca çiziyor.

Yazarın üçer beşer öyküsüyle oluşturulmuş bir dolu çeviri kitabımız var ancak 160-180 kadar kısa öyküsünü topluca sunan bir antolojimiz henüz yok. 4 öykü kitabından bir Uçarı Kızlar ve Filozoflar bir de bu ön plana çıkıyor. Bu kitapta, ikisi oyun şeklinde yazılmış, biri de yine 10 sayfalık teatral, 11 öykü var. Öyküler 3 bölüme ayrılmış: Benim Son Uçarı Kızlarım, Fanteziler ve Sınıflandırılmamış Başyapıtlar.

Benim Son Uçarı Kızlarım’ı başlatan ilk iki öykü direkt mıhlıyor sayfaya seyirciyi. Okur demek istemiyorum çünkü film izler gibi kapılıyoruz hikâyelere. “Jöleli Şeker” o pırıltılı alemin tabiri caizse “ayılındığı sabahta” sonlanan, kâh romantik kâh buz gibi sert köşelere giden, anlatısını lakâbını hikâyeye veren oğlana borçlu, döneme düşülen nefis bir not.

Devenin Arka Tarafı, ismini gidilecek partinin iki kişilik kıyafetinden alan ve yeterince eğlenceli değilmiş gibi sona bir de “twist” ekleyen, “daha” nefis bir öykü.

Fanteziler, “benim” diyen fantastik kitabın barındıramadığı bir öyküyle karşılıyor bizleri:

“Ritz Büyüklüğünde Bir Elmas.” Bu elmas bir dağdır. Tek parçadır ve dünyada kimselerin haberi olmaksızın, sahiplerini hizmetlileriyle birlikte izole bir yaşamda ağırlar. Nefis bir alegori, yine çarpıcı bir final. Sadece kitabın değil, edebiyat tarihinin en iyi öykülerinden.

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi de bu bölümde yer alıyor. Filmden ve tekil basılmış novella kitaplarından zaten çoğumuz aşinayız, tersine yaşlanan Benjamin’in nefis öyküsü.

Bu bölümün sonunda, dördüncü sırada yer alan “Ey, Kızıl-Kahve Saçlı Cadı!”, aşağıda paylaşacağım metin sonrasında birden 30 sene ileriye giderken bile duygusunu yitirmeyip daha da yoğunlaştırmayı başaran, daha “olgun” ve “solgun” bir öykü. İç çekmeden bitirmenizin imkanı yok. Tek bir kitapta şu öykülerin ikisi yer alsa baş tacı edecekken beş ettiği için zaten 5 yıldızı hak ediyor, iken…

Son bölümde, ortanca piyesin başında ve sonunda, yer alan iki öykü de aynı duyguyu koruyor: “Mutluluğun Torunları” ve kapanışı güzelce yapan “Dağ Kızı Jemina”. İlki yine yıllar sonra kesişen hayatlara daha olumlu bir bakış atarken, diğeri kan davalı iki ailenin ve bir yabancının 5-6 sayfada yoğrulup pişirilen son lokmasını hakkıyla dimağlarımıza yolluyor.

Kitap sonunda yazarın öyküleri hangi motivasyonla yazıp nerelerde yayınladığı kendi kaleminden paylaşılmış. İthaki’nin editörlüğü ise, kitabın ilk yarısındaki bir düzineden fazla yazım hatası ile, Anderson’da memnun kaldığım Yedi, Ketebe, Vacilando gibi “küçüklerinin” gerisinde kalıyor.

Kitap ve yazar tanıtımlarının, kimi filmlerde de olduğu gibi, eksik, daha da kötüsü yanlış yapılması, bu gibi kalemlerin “hafif” görünüme sahip olduğu yanılgısı yaratıyor. İçki alemleri, zengin yaşamlar, dünyayı umursamayan gençler vb. Ancak kazın ayağı öyle değil. Yukarıda paylaşacağımı söylediğim metin zaten müjdeliyor. Bu yoğunluk üstüne kalemin ustalığı bizlere şapka çıkarmaktan başka şey bırakmıyor.

Yazar olmak isteyen insanların da, en azından Clapton dinledikten sonra gitarı bırakıp flüte geçen Jethro Tull solisti Ian Anderson gibi, bu gibi kalemleri okuyup, “yazılmayanı, okumak istediğim şeyi yazmak istiyorum” motivasyonu gereğince, bunu iki kere düşünmelerini salık vermek isterim.

Otuz beş ile altmış beş yaş arasındaki yıllar, insanın edilgen belleğinde açıklanması olanaksız, şaşırtıcı bir dönme dolap gibi döner durur. Doğru, o yıllar soluk soluğa kalmış, rahatsız yürüyüşlü atlardan oluşan bir dönme dolaba benzer, atlar önceleri pastel renklere, daha sonra donuk grilere ve kahverengilere boyanmıştır ama istediği kadar baş döndürücü ve kafa karıştırıcı da olsa, asla çocukluğun ve ergenliğin dönme dolaplarına benzemezdi, elbette gençliğin inişli çıkışlı, heyecanlı, rotası belli, fişek gibi lunapark trenine hiç benzemezdi. Çünkü bu otuz yıl içinde kadınların ve erkeklerin çoğu hayattan yavaş yavaş çekilir, ilkin bu, pek çok sığınağın, gençliğin binlerce yıllık eğlence ve antikalıklarının bulunduğu bir cepheden, bunların daha az olduğu, bütün tutkularımızı tek bir tutkuya indirgediğimiz, boş zaman eğlencelerimizi tek bir eğlenceye, arkadaşlarımızı bizde uyuşturucu etkisi yaratan birkaç kişiye indirgediğimiz zaman, geri hatlara çekilme biçiminde olur; en sonunda yapayalnız, ıpıssız, hiç de tahkim edilmemiş bir müstahkem mevkide buluruz kendimizi; biz orada dönüşümlü olarak bazen korkmuş, bazen yorgun halde oturur, ölümü beklerken, fişek kovanlarının ıslıkları bize iğrenç gelir, artık bizim için yarı duyulur yarı duyulmaz seslerdir. (S.287)

“Zamanların hem en iyisi hem de en kötüsüydü. Bilgeliğin ve aptallığın çağıydı.”
(İki Şehrin Hikayesi, Charles Dickens)

5 Beğeni

519DY6gfp2L.SX342_SY445

Daha genç ve kırılgan olduğum yaşlarımda babamın verdiği bir öğüt, o günden beri hiç aklımdan çıkmaz.

“Birisini eleştirmeye kalkıştığında,” dedi bana, “şu dünyada her insanın senin sahip bulunduğun ayrıcalıklara sahip olmadığını hiç aklından çıkarma.”

F. Scott Fitzgerald - Muhteşem Gatsby :closed_book::closed_book::closed_book::closed_book:

Yirminci yüzyılın en önemli kitapları arasında yer alan Great Gatsby, akıp giden anlatısıyla yerini hak ediyor gibi görünse de, işini kolaylaştıran kimi sebepler, “abartılmışlık” eleştirilerine malzeme veriyor. Önce bunlardan bahsedelim.

Kitap ABD okullarında küçük yaştan beri okutulması, savaş zamanı askerlere okutulması vb. sebeplerle neredeyse her haneye girmiş ve okunma sayısı nedeniyle ister istemez bu anketlerde hatrı sayılır bir dönüş almış.

Karakter gelişimi olarak da, amacı doğrultusunda kendini gerçekleştirmiş, hiçlikten zenginliğe giden yolda "Amerikan Rüyası"nı yaşamış ve okurlara yaşatmış bir karakter var ve her ne kadar tutkularından başka gözü bir şey görmemiş ve Martin Eden gibi benzerleri edebiyat dünyasında yaşasa da, hem kolayca ulaştığı kitlelerin genişliği hem 200 sayfa bile bulmayan, klasik kurgusuyla okunma kolaylığı onu rakiplerinin önünde tutuyor. Elbette yazarın mürekkebini bir gömlek üstten damlatması da var. Kapanış cümlesine bakar mısınız:

Gatsby, yeşil ışığa, yıldan yıla önümüzden geri çekilen o heyecan verici geleceğe inanıyordu. O zamanlarda aklımıza gelmiyordu bu, ama fark etmez - yarın daha hızlı koşacak, kollarımızı daha da ötelere uzatacağız… Ve derken güzel bir günün sabahında…

Böylece akıntıya karşı kürek çekerek, durmaksızın geçmişe doğru sürükleniyoruz.

Kitap hemen her okurun empati kuracağı bir karakter sunuyor: Merkezde ise anlatıcı Nick ve duygudaşı Jordan yer alıyor. Komşu Gatsby kitabın ilk bölümü boyunca evinde verilen partilerde kulaktan kulağa anlatılan şehir efsaneleriyle kafalarda şekillleniyor. Buradaki başarı bir yerde sonraki kısım için küçücük bir handikap: Konuklarına kalitesiyle üstten bakar görünen, her arzusunu gerçekleştirmiş görünen Gatsby’nin oysaki klasik bir ilişki travması vardır. Tüm bu partiler, başlı başına evin varlığı, konumu bunun içindir. 5 sene önce ayrıldıkları Daisy’i süregelen evliliğinden koparıp yeniden bir araya gelme umutları doğrultusunda yan komşusu Nick’ten bir buluşma ayarlamasını ister. Kocanın da dahil olmasıyla olaylar aslında sıradan bir öyküymüşçesine gelişir. Finalde babanın oğluna yönelik övgüleri, kendini nasıl geliştirdiğine dair aldığı notlar, bu azmin altındaki kararlılığı perçinler. Servetini nasıl kazandığı, arzu nesnesinden başka hiçbir şeyi gözünün görmeyişi, bir nevi gözünü karartışı dikkate alınmaz. Öyle ki, en sevilen kitap karakterleri seçkilerinde Bülbülü Öldürmek’in idealist avukatı Atticus’un önünde yer alır. Tarafsız başladığı anlatısında yavaş yavaş Gatsby tarafına geçen Nick de bu mitin doğmasına, birden fazla "daha kötü"nün eyleme geçmesiyle, çanak tutar.

Kalemi daha kuvvetsiz bir yazarın sıradan bir öyküsüne hapsolabilecek hikaye bu ellerde başyapıta dönüşür. Birkaç cümle daha:

“Neredeyse beş yıl! O öğleden sonra bile Daisy’nin onun düşlerinin yüceliğine erişemediği anlar olmuştu multaka; bu da Daisy’nin hatası olmaktan çok Gatsby’nin yanılsamasının muazzam canlılığı yüzündendir. Bu yanılsama, Daisy’nin ötesine, her şeyin ötesine geçmişti. Onu sürekli besleyerek, yoluna sürüklenen her kuş tüyüyle süsleyerek, yaratıcı bir tutkuyla bu yanılsamanın içine kendisi atılmıştı. Bir adamın hayaletimsi yüreğinde biriktireceği şeylerle hiçbir ateş ya da serinlik başa çıkamaz.” (S.93)

Bir kimseye dostluğumuzu sağken göstermeyi öğrenelim, ölünce değil. (S.167)

Sağlığında davet beklemeden yüzlercesinin evine doluştuğu Gatsby’nin cenazesine gelen kişi sayısı bir elin parmağını geçmeyecektir.

Bu en iyi romanında ustalığını ne kadar konuşturmuş olursa olsun, Fitzgerald’ın öykücülüğü çok daha iyidir. “Daha” iyilerini yazmış olduğu için ben 5 değil 4 yıldızı uygun gördüm. Her ne kadar kendisi öykü kitabının sonunda şöyle demiş olsa da, ben asla modasının geçeceğini düşünmüyorum. Çağını bizlere yaşatmış bir yazar Fitzgerald. Daha iyisi gelene dek.

“Özellikle ilk yazdığımda yazarken çok gülmüştüm ama artık okurken gülemiyorum. Gelgelelim, başka insanlar bana eğlendirici olduğunu söyledikleri için buraya aldım. Onun birkaç yıl daha saklanmaya değeceğini düşünüyorum - en azından modanın değişmesiyle birlikte sıkıcı hale gelecek olan ben, kitaplarım ve bu öykü sesimizi kesinceye kadar.”

Umarım Zelda ile birlikte mutlusundur. Sesin hâlen bizlerle birlikte, ölümsüz adam.

9 Beğeni

61WHt+0FpCL.SY466

Carlos Maria Dominguez - Kâğıt Ev :closed_book::closed_book::closed_book:

Latin Amerika Edebiyatı Arjantin şubesinden kitap bağımlıları için ibretlik bir roman. Kitaplardan yola çıkarak, bilginin başka bilgilere kapı açtığını, bu kapıların hayat ağacı gibi dallanıp budaklanarak hafızamızda bir saray, malikâne yarattığını naçizane hatırlatıyor Dominguez. Kötü tarafıysa, kitaplık kurmanın, okumaktan daha çok biriktiriyor olmanın sonu gelmez bir külfet yarattığını, dizin için bile arşivleme gerektiği, kitapları korumanın onları çoğaltmaktan daha öncelikli olduğunu vb. yüzümüze vurması. Kitaba adını veren yapı da çok güzel şekilde işlenmiş. Herkesin kitabını alıp gitmek, kafasını dinler biçimde okumak istediği yerde kitaplardan bir ev yapmak. Bir noktada Dumas Kulübü’ne mi bağlanacak diyorsunuz ama uzak akraba olmakla kalıyorlar. Güzel, keyifli ve seyri kısa süren bir kitaptı. Arada mola niyetine edinmekte fayda görüyorum.

12 Beğeni

51IvNjNpkRL.SX342_SY445

Juan Rulfo - Pedro Paramo

Bazı kitaplar vardır, başına oturmadan önce hakkında hiçbir şey bilmek istemezsiniz. Bazı kitaplar vardır, önden bilgilenmek hayat kurtarır, spoiler ibaresine aldığımız türden. Bu kitap ikinci kısma giriyor. Keşke ben de buna göre hazırlansa idim. Gerçi şunu da söylemek lazım, Ova Alev Alev kitabını okuduysanız, sizi neyin beklediğini az çok tahmin edersiniz.

Kitabı bitirdikten hemen sonrs Reddit yabancı yorumlarına göz attım. İki tanesi dişe dokunur mazeretler sundu:

Kendisi de Meksikalı bir okur, bu kültürü haiz olmayanların eksik bir okuma yapacağını, (Uzak Doğu’daki gibi, fakat farklı şekilde) hayalet temasının onların hayatına, kültürüne etki edişinden Meksika Devrimi’ne, bunlarla yatıp kalkmamış “yabancı” okurun alacağı tadın eksik kalacağını paylaşmış. İngilizce için, çevirinin çok şey götüreceğini de.

Bir diğeri ise, Büyülü Gerçekçilik genelinde, ne anladığımızın değil ne hissettiğimizin önemli olduğunu ileri sürmüş. Yalnız bunu doğru kılacak olursak, 150 sayfa veya 450 sayfa (Yüzyıllık Yalnızlık) yazıyı değerlendirirken senaryolarda esas alınan “her cümlenin anlatıya hizmet etmesi” kuralını hiçe saymış olmamız gerekir. Bu sav, 2001 Uzay Yolu Macerası filmi için de çokça kullanılır. Soyut resim gibi değerlendirilen bu yorumlar ilginç olmakla beraber çok da ardına sığınılacak türden değil.

Bir de kitabı defalarca okuyup ancak tat aldığını söyleyenler var.

Şimdi, kendi yorumuma geleyim:

Önce sinemadan örnek vermek isterim zira aynı kural burada da işler: Tüm zamanlar listelerinde öne fırlayan yapıtlarda kıstas, keyif verir biçimde iyi olmaktan çok, yenilikçi ve farklı teknikleriyle ardındakilere yol açan önemidir; yani önemli filmler ve iyi filmler vardır; iyi filmler herkes için değişir, önemli filmlerse genelgeçer biçimde sabittir.

Kitaplarda da durum böyle. Klasik kurguyu bozan, bilinç akışından okuru anlatıya katmaktan, roman içinde roman yazmaktan, edebiyatın hayat ağacında farklı farklı dallanmalar, kollar yaratan kitaplar, belki kendisinden daha çok sevilecek ardıllarına yollar açarken, ilklerin unutulmazlığıyla kilometre talı olarak yerlerini sağlamlaştırırlar.

Pedro Paramo tam da burada büyülü gerçekçiliğin neferi olarak önümüze çıkıyor. Don Kişot’tan sonra bu topraklarda saygı duyulan, Marquez’in ana esin kaynağı olarak defalarca okuduğu bu eser temelde neyi anlatıyor?

Annesine verdiği sözü tutmak için, onun ölümünden sonra, yaşadıkları topraklara geri dönerek babasını arayan anlatıcımız, yol boyunca geçmişin hikayelerini dinler. Bir süre sonra zaman algımız dünün ve bugünün iç içe geçmesi ve çoklu anlatıcılarla karışmaya başlar. Anlatıcımız dahil herkes tabutlarından konuşmaktadır. Empati kurulacak pek karakter de bulamayız, özellikle baba karakteri herkesin iliğini sömürmüş kötü bir adamdır. Dolayısıyla trajediler silsilesini okumayı sürdürürüz, ta ki kapanışı yapacağımız son ölüme, onun ölümüne kadar.

Karşımızda bir Joyce karmaşası yok ancak benim gibi gece vakti okumaya koyulduysanız, alacağınız verim %50 oranında düşecektir. Kitap önemli ve hacimsiz olduğu için kitaplığımda tutacağım ancak kişisel olarak tat almadığımı söylemeliyim. Netflix platformunda birkaç hafta sonra boy gösterecek uyarlaması nedeniyle erken bir okuma yapmak istedim. Bakalım onu izledikten sonra ne ölçüde zenginleşecek bu deneyim.

Yıldız vermek şu noktada haddime değil, enigmatik kurguları seven okurlara öncelikli önerebileceğim bir kitap. Klasik anlatı sevenler başka alternatiflere yönelebilirler.

11 Beğeni

Ömer Aslan - Ben Efsaneyim Çünkü Öğrenciyim

John Wick’e benzerliği ile tanınan internet fenomeni, milli sporcu ve beden öğretmeni Ömer Aslan’ın yazdığı bu kitapta öğrenci öyküleri, kısa denemeler ve motivasyon veren aforizmalar yer alıyor.

Öykülerde ilgisiz anne babaya sahip maddi veya manevi sıkıntılar içindeki öğrencilerin, okulda da anlayışsız öğretmenlerle karşılaştıklarında başarısızlığa sürükleneceği; anlayışlı bir öğretmenin ise her şeyi değiştirebileceği anlatılıyor.

Yazarın kendi hayat hikayesi de kitapta var: Yatılı olarak okuyan, ailesini sadece yaz ve sömestr tatillerinde görebilen bir köy çocuğu olan Ömer, yoksul dış görünümü yüzünden edebiyat öğretmeni tarafından aşağılanıp azarlanırken, beden öğretmeni onun yeteneğini keşfediyor.

Öğrencilere hedeflerinden vazgeçmemeleri, bunun yanında ders çalışmak dışında kendilerine de vakit ayırmalarına yönelik mesajlar varken öğretmenlere de “öğrencinizi anlayın,” diyor.

12 Beğeni

71Srdj-o5qL.SY466

John Steinbeck - Cennet Çayırı :closed_book::closed_book::closed_book::closed_book::closed_book:

Winesburg, Ohio ile Anderson’un açtığı yoldan ilerleyen Steinbeck, Hemingway gibi sonraki kuşak Amerikalı yazarlar, romanda gösterdikleri hünerlerini öykücülükte de sergileyeceklerdi: Tam da bahsi geçen kitaptaki gibi, Steinbeck de kurgusunu Cennet Çayırı adını verdiği, 20 çiftliğin yaşadığı pastoral bir alana kuracak, girizgâhı ve bütünü mitoslaştıran epiloguyla hepi topu 12 hikâyeyle bu alandaki ustalığını da tescilleyecekti.

Her öyküde farklı bir aileyi merkeze alan, fakat diğer konukları da ağırlamaktan geri kalmayan bölümler ilerledikçe, kitap da demini almaya başlar. Taşralı erkeklerin odunsu saflığı, kadınların sessiz bilgeliği, kızların, oğlanların üstüne binen, farkında bile olmadıkları büyük beklentiler örer bu hikâyeleri. Üçüncü hikâyede ilk şaşırtmacasını yapar Steinbeck: Karı-koca ilişkisini ve evliliği anlayış ekseninde yücelten değişimlerle okurda hoş tebessümler bırakır.

Dördüncü bölümdeki “Tanrının yaratırken yarım bıraktığı” genç, Fareler ve İnsanlar’ı müjdeler gibidir. 3 bölümle en sık misafir olduğumuz sakin, Öğretmen Morgan, bu ve takip eden altıncı bölümde boy gösterir: Heidi’yi anımsatan, ahalinin uzak durduğu evinde oğlunu büyüten Bay Maltby zekâsıyla parladığı kadar yoksulluğuyla çatallanmış bir gerçeği yüzümüze çarpar: “Yoksulluk çiftliğin üzerine bağdaş kurup oturmuştu” der, Steinbeck.

İlk bölüm gibi kısa kalan yediyi takip eden sekizinci hikâyede Bayan Morgan’ı bir geriye dönüşle son kez görürüz: Çayır’a yeni atanmış 19 yaşında bir öğretmendir, kitabın en ustalıklı bölümlerinden birinde, sinematik bir flashback ile, geçmişini müdürle paylaşır. Neden sonra, bugün, o zamanın hayaletleri boy gösterir ve onun için hikâye bu öyküde biter. Steinbeck burada Çehov’un Tüfeği’ni de kullanmıştır. Neresinden bakarsanız bakın, tek başına kalemini yüceltecek ölçüde başarılı bir öyküdür.

Dokuzuncu bölüm, yine bir travma, ister Kuzuların Sessizliği’ni hatırlayın ister Hitchcock’un Truffaut söyleşisinde altını çizdiği işini eve taşımayan ceza hakimi (Charles Laughton) ile Celse Açılıyor’u (The Paradine Case). İdam mahkûmlarını seyir geleneğine siz de öteden beri mesafeyle yaklaşıyorsanız, bu öykü kalorilerinizi yakacak.

Onuncu bölüm platonik bir aşk hikâyesi. Önceki bölümün kara mizah duygusunu teslim alan öyküdeki incelik, sondaki sürprizin takip edecek on birinci öyküde detay olarak karşımıza çıkmasıdır.

On birinci bölüm de bildungsroman geleneğiyle sinematik bir etki bırakır: Tek başına Giant - Devlerin Aşkı’ndan iyi bir hikâyedir. Bugünün Yellowstone gibi dizilerine değin işlenen klişe, burada özgündür. Baba evini, çiftliği, kendi soyundan gelecek oğullarla sürdürmek isteyen çiftçiler ve zamanın değişmesi… Üçüncü nesil oğlanın genç ineği yavrulayan bir domuzla değişip, yavruları da satarak para kazanmasına karşın, baba içlenerek şunları söyler:

“Gerçekten de benden daha akıllı. Bir gün babam bana böyle bir inek verdiydi; yaşlanıp eceliyle ölünceye dek baktımdı ineğe.”

Evet, zaman acımasızca yeşilin yönünü çayırlardan paraya çevirmiştir; fakat bugün dahi bu doğallığa duyulan özlem ve bu yaşantının sade ve basit olduğu sanrısı, hızlı yaşam döngüsünün tükettiği kentlerde sürmektedir: Son bölümü devralan turist kafilesi, her bireyiyle, uzaktaki bu cennet çayırına hayranlık duyar. Steinbeck, genç papazın bedeninde ve dilinde, bu ortak hayali dillendirerek, Çayır’ı mitoslaştırır: “Sonra ‘Belki öldüğüm zaman böyle bir yere giderim’, diye düşündü.”

Kitabı benim için daha da özel kılan, birbirine dokunan hayatların yer aldığı kesitler ilerleyip sayfalar döndükçe, bağımsız öykü kitaplarındaki veya Anderson’un Ohio’sundaki gibi zayıf halkalarla karşılaşmak şöyle dursun, öncekinden bile daha yoğun, daha etkili anlatılarla yoğrulmak ve katharsis için biriken bu duygu yoğunluğunu Steinbeck’in “son lokmanın en lezzetli olduğu” kuralını mükemmelen uygulayarak ustalıkla yönettiğine tanık olmak.

İyi bir öykü kitabı okumak isteyen herkesin baş ucunda yer alması gereken Cennet Çayırı, Ustalar Kuşağı’ndan bizleri selamlıyor.

11 Beğeni

Netoçka Nezvanova - Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Netoçka Nezvanova Dostoyevski’ nin sürgün öncesi yazmakta olduğu son kitap olarak biliniyor. Bence psikolojik tahliller bakımından Dostoyevski’ nin Öteki adlı eserinde olduğu gibi oldukça derinlikli bir yapıya sahip. Nitekim roman açısından bu derinlikli yapısı itibariyle oldukça uzun sürecek bir macera hayal etsem ve daha en başından beri yarım kaldığını bilsem de içim burkulmadı değil.

Bu eserin neden yarım kaldığına gelecek olursak bence kitap hakkında izlediğim bir videoda söylendiği gibi sürgün öncesi ile sürgün sonrası Dostoyevski bir değildir. Bu ne demek? Açayım. Sibirya’ ya sürülüp on yıllık bir sürgün dönemi sonucunda insanların acılarına, ölümlerine ve daha pek çok şeye şahit olan bir insan mutlaka on yıl önce olduğu kişiyle aynı kalamaz, değişir. Duyduklarıma göre bu değişim sonucunda Dostoyevski o büyük yapıtlarını veren DOSTOYEVSKI olmuştur. Bilmiyorum, o eserleri henüz okumadım ben ama Netoçka Nezvanova’ ya bakınca şunu görüyorum ki Dostoyevski zaten döneminin çok ötesinde bir yazarmış. Bunun dışında benim bir şahsi görüşüm daha var ki Dostoyevski muhakkak bu eserin devamını yazabilecek bir yazar olmasına karşın “Yazmıyorum ulan!” diye trip atmıştır belki de ^^. Diğer bir ifade ile insan psikolojisini bu denli iyi kavrayan ve incelikli düşünen bir insan, belki de haksız yere sürgüne gönderildiğini düşünüp bütün dünyaya bir tepki olarak bu eserin sonundan bizleri mahrum bırakmıştır…

Oldukça etkileyici bir eserdi. Özellikle buradan Yefimov’ u iliklerime değin kınamakla beraber canım Netoçka’ mın ahını alanları tek tek tokatlamak istediğimi ve onu sevip sayanların alınlarından öpmek istediğimi belirtmeliyim. Bu arada değinmeden geçemeyeceğim Netoçka ile Katya arasındaki ilişki bana biraz Tezer Özlü’ nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’ nde anlattığı çocukluk ilişkisini anımsatmadı da değil :thinking:

Fark ettiyseniz kitap ne anlatıyor, Netoçka kimdir vs. Çok değinmedim. Bunu bilerek yaptım. Gidip kitap hakkında yazılmış incelemeleri okuyup, videoları izleyebilirsiniz. Netice itibariyle bu biraz incelemeden çok duygularımı ve düşüncelerimi aktarmaktı ancak yüzeysel inceleme başlığına koymaya da içim elvermedi. Son olarak ben bu eseri İletişim Yayınlarından Ergin Altay çevirisi ile okudum. Çeviri oldukça güzel ve akıcıydı üstelik Varol Tümer’ in yazdığı sonsöz de oldukça güzeldi.

11 Beğeni

Domuz Baba - Diskdünya 20

Diskdünya kitaplarını genelde başladıktan 3-5 gün sonra bitiririm, bitirince bir canlanma ve yenilenme gelir bana. Maalesef ilk defa bu kitap ile bir elimde kalma ve sürünceme durumu yaşadım Diskdünyada. Biraz ülke gündemi ve kafamın yoğunluğu, biraz kendi vakit darlığım derken baktım ki 1 ayda anca okuyabilmişim. Ancak bu durumun bir diğer ana etmeni de ne yazık ki Domuz Baba’nın temasal olarak da beni bir türlü saramaması oldu.

Domuz Baba, noel babanın Diskdünya’daki kurgusal karşılığı ve başına gelen bir durum sonrası yenine Ölüm’ün geçip Domuznöbetini ( noel ) kurtarmaya çalışması ile bir dizi olayı bizlere sunmuş. Tema bu şekil kurgulanınca bol bol noel göndermesi doğal olarak mevcut. Noel teması yanında çocukluk dönemleri ve çocukluk inançlarını da getirmiş. Diş perisinden başlayıp pek çok farklı çocukluk öcüleri ana malzemenin üstüne eklenmiş. Tüm bunların birleşimi bana pek keyif veremedi maalesef.

Ruh Müziğinden sonra Susan bir kez daha Ölüm alt serisi ile geri dönmüş, okumayı sevdiğim bir karakter. Yine üniversitemizin eğlenceli hoca kadrosu da yan rollerini güzelce yerine getirip bizi eğlendiriyor. Ancak Hex üzerinden yürüyen kısımlarla biraz problemim var, old school computer göndermeleri ilk başta eğlenceli geliyordu ama artık kendini tekrar gibi gelmeye başladı bana.

Kendini tekrar demişken, Ölüm alt serisinin de maalesef kendi içinde tekrara düştüğünü düşünüyorum. En keyif aldığım karakterlerin başında gelen Ölüm, seri ilerledikçe kendi işinden farklı bir meşgale bulup bir çeşit büyük krizin etrafında çözüme koşturduğumuz formülde ilerler oldu. Tırpanlı Adam, Ruh Müziği ve Domuz Baba ile beraber bir tık seviye kaybetti sanki hep. Son bir kitabı daha kaldı bu alt serinin, umarım Zaman Hırsızı beklentimin üstüne çıkar.

Kitabın son 50 sayfalık düzlüğünü beğendim, anlamlı ve duygusal kısımları vardı. Susan ve dedesi arasındaki bazı dialoglar inci gibi oluyor gerçekten. Yine de bir kitabı tümünü kapsayan bir okuma süreci çerçevesinde değerlendirmek lazım. Her Diskdünya kitabını da beğenemeyiz neticede :slight_smile: Domuz Baba bana uymadı maalesef, şimdi naralar atarak bekçilere geri dönüş vakti geldi :slight_smile:

22 Beğeni

İntermezzo - Sally Rooney

Belki bu aralar sosyal medyada, çevrenizde, bulunduğunuz ortamlarda İntermezzo’yu çok fazla duydunuz ya da gördünüz… Peki, bu kadar sık karşılaştığınız için İntermezzo’yu okumamayı tercih etmek veya henüz okumadan ‘’saçma bir şekilde abartıldı’’ demek kaliteli bir okur olduğunuzu gösteren semptomlardan biri mi sayılmalı?
Güncel hayatın içerisinden sıradan anlarla dolu bu kitabı okuyanlar neden ‘’popüler kültürün tuzağına biri daha düştü,’’ gibi söylemlerle afişe ediliyor merak ediyorum. İlk çıktığı günlerde o kadar çok paylaşım gördüm ki aniden gelişen ön yargılı atmosferin akışına kapıldım ben de. İntermezzo almayanların şişinmelerine maruz kalmak, okumadığı kitap hakkında atıp tutanların yorumlarına bakmak kafamı karıştırmıştı çünkü. İlk başlarda kitaba karşı soğuk duruşumun nedenleri ise; kitaba dair iyi yazılmış bir yorum görmemem, altı dolu olmayan yüzeysel övgüler, okumayan kişilerin de sövgüleri birleşince kafa karışıklığım pek normal aslında. Karar vermeden önce İntermezzo’ya karşı olumlu bakışımın gitgide artmasına ise şöyle düşünerek sebep oldum: ‘’Okumadan bilemem, okuduktan sonra bilebilirim. Diğerlerinden ziyade bir okur olarak benim bakışım söz konusu. Ayrıca iyi ya da kötü olacak diye bir beklentiye girmeme de hiç gerek yok, çünkü yazarla tanışmadım daha.’’
Tam da bu düşüncelerle sarıp sarmalanmışken akışımda bir yorum gördüm: ‘’Hayatta gereğinden fazla düşünen o insan mısınız?’’ diye bir soruyla başlıyordu. Evet, o bendim. Merak ve heyecanla yorumun devamını okuduğumda artık karar vermek için en uygun andı. İntermezzo’yu aldım. Elime ulaştığı gün de okumaya başladım. Bu arada kitaptan bahsetmeden önce eklemek istediğim bir şey daha var: Okumuş olup da beğenmeyenler olabilir, buna yalnızca saygı duyarım. Fakat okumadığı kitap hakkında onu dalga malzemesi yapmak, hatta okuyan ve bu kitabı alan insanları küçümsemek, edebiyat dünyamızda entelektüel çizgide ilerleyen insanların tutkularını silip atmakla eş değerdir bence.

İntermezzo’yu keyifle okudum. Çünkü şu an yaşadığımız hayatın en yakın tanığı o… Çağımızı cümlelerini basit tutarak yazdığı bu kitapla yansıtıyor Rooney. Aynı zamanda toplumun değişen bir özelliğine parmak basıyor; toplumsaldan bireyselliğe kayan süreçte günümüz insanlarını ele alıyor. Küçük insanları anlatış şekliyle oldukça hoş bir deneyim sunuyor.
Kim peki bu insanlar? İki kardeşin -Peter ve Ivan- yaşayışlarının kısa bir dönemine bakış… Babaları öldükten sonra hayatlarında ne gibi gelişmeler ya da gerilemeler olduğuna çok yakından tanık eden bir kurguyla karşı karşıya bırakıyor okuru Rooney.

Peter’in hayatında içinden çıkılması zor bir ikilem var: Sylvia ve Naomi. Ve bu ikileme kendi kişiliği de eklendiğinde onun için endişelenmekten başka elinizden bir şey gelmiyor. Otuzlu yaşlarının başlarında olan Peter sosyal bir kişiliğe sahip, ayrıca insan haklarını savunan başarılı bir avukat. Fakat bu kadar çok ortama girip çıkması onu yapaylaştırmış sanki. Taktığı maskelerin ardında; sevgiye ve şefkate ihtiyacını, yardım çığlıklarını, zayıflığını, bencilliğini, merhametini, yalnızlığını ve insanların bilmesini istemediği daha birçok şeyi saklıyor aslında.
Yaşıtı Slyvia ve kendisinden yaşça küçük olan üniversiteli Naomi arasında kafa karıştırıcı bir şekilde meydana gelen gidip gelmeleri, kararsızlıkları, belirsizlikten nefret etmesi… Tüm bunlar Peter’ı bütün çıplaklığıyla gösteriyor bize. Bu kadar sıkışmış hissetmesinin nedeni bu belirsizlik halinden bir an önce kurtulmak istemesi aslında. Toplumun yargılarından, acımasız eleştirilerden ve küçümseyici bakışlardan çekiniyor çünkü.
Peter karakteri kitabın en dengesiz portresi. Bir tarafta Slyvia gibi hayatında neredeyse her şeyi rayına oturmuş, akademik kariyerinin zirvesinde, düzenli olan yetişkin bir kadın var. Bir yanda ise Naomi gibi dişil enerjisiyle göz dolduran, eğitim hayatı belirsizliklerle sarmalanmış, anlık yaşayan, dağınık bir genç kadın var. O kadar farklılar ki, tek benzerlikleri kadın olmaları ve onları ortada buluşturan şey ise yaşamlarında bir belirip bir kaybolan Peter.

Ivan. Peter’in yirmili yaşlarındaki kardeşi. Abisi gibi sosyal değil, tam tersi. Kendi kabuğuna çekilmiş, vurdumduymaz bir görüntü verdiği halde oldukça düşünceli bir yapıya sahip ve yaşına göre olgun bir karakter. Üniversiteden yeni mezun olduğu için onun da hayatı adını koyamadığı belirsizliklerle dolu. Fakat karamsar değil, satranç onun yaşamında büyük bir yer kaplamasına rağmen hiç hırslı değil, rahat tavırlarıyla dikkat çekiyor hatta. Margaret’in da dikkatini çekti bu yüzden.
Tabii Margaret hakkında detay verip kitabın sürpriz bozanlarını size doğrudan açıklamaktan menediyorum kendimi. Yalnızca birkaç şey yazmalıyım onun için, çünkü çok tatlı bir kadın. Otuzlu yaşlarının sonlarına yaklaşan Margaret, hayatının çok karmaşık bir döneminde Ivan ile tanışıyor. Babasına çok bağlı olan Ivan’ın kaybının acısı ise pek taze, üstelik yeni mezun olduğu için herkes ona karşı bir beklenti içerisinde. Kendisini nelerin beklediğini bile bilmeyen genç bir adamda insanlar neyi görmek istiyor ki? İşte Ivan, tam da bu çıkmaza takılmış ve boğucu bir atmosferin kıskacındayken karşısına çıkıyor Margaret. Ivan kıskaca takılı kalmaya devam mı edecek yoksa her şeyin bir çaresi bulunabilir mi?

Peter ve Ivan kitabın başkarakterleri, onların hayatlarında başrol olan üç kadının da ana karakter gibi sahne almalarına bayıldım. İntermezzo’nun biraz daha kısa tutulmasını savunanların aksine ben bu şekilde uzun tutulmasına ve hemen sona gelemememize sevindim. Böylesi kurguyu daha renkli kılmış. Sonuçta eser bir ölümle başlıyor ve hemen yas sürecine dahil oluyoruz: Peter ve Ivan dışında kadınların dokunuşları eserin havasını başka bir noktaya taşıyor.
Peter ve Ivan kardeşler ama aralarında kuşak farkı bulunuyor. Hayat görüşleri olsun, kişilikleri ve iletişim yolları olsun, bambaşka insanlar. Babaları, yaşamlarında var olan tek bağlarıydı, artık yok. İlişkileri nasıl bir yol alacak şimdi?
Ortak bir bağları daha var: Bir kadın, onların annesi. Lakin anneleri sınırları çizgilerle belirlenmiş ve onların sevmediği, içine pek girmek istemedikleri bir yaşam kurmuş kendine. Yıllar önce boşanmışlar; başka bir aile kurmuş, sevdiği adamın çocuklarıyla birlikte olmaktan memnun bir kadın. Boşanmış olduğu kocasından olan iki oğlu da kadının hayatının merkezinde değil, kendi süslü hayatıyla meşgul, pek anaç olmayan düz bir kadın bu.
Günümüzde bu tip bir kadını okumak çok değişikti. Rooney yarattığı bu ‘’anne’’ modeliyle bir şeyler anlatmak istiyor bence. Kadınların çoğu oğullarını kızlarından ayırır, onları tepelerine çıkarır. Genellikle edebi yapıtlarda sorunlu anne-kız temasını daha sık görürüz bu nedenle. İntermezzo’da ise bu durumun karşıtını görmek, yazarın düşünmemizi istediği konulara çağrı yaptığı mesajını verdi bana. Kadınların da eski hayatlarını tıpkı erkekler gibi geride bırakabilmesi neden olmasın ki? Hâlâ iletişimdeler fakat oğullarının onun için vazgeçilmez olmadıklarını anlayabiliyorsunuz okurken. Belki de tüm bunlar yüzünden babanın ölümü, Peter ve Ivan için bir dönüm noktası haline geliyor. Yaşamak zorunda bırakıldıkları yas sürecinde ve gündelik hayatlarının sıradan akışında; duygusal ilişkileri, cinsel yaşamları, sorunları, kaygıları, planları ve diğer her şey okuma yolculuğunda bize eşlik ediyor.

Hayatımızı yaşamaya bir kere geldik, bazı inanışlara göre birden fazla kez de gelmiş olabiliriz. Ama şu an yaşadığımız hayatı- ‘’şimdi’’ yalnızca bizimle var olan- tanıma fırsatımızla bir kere karşılaşıyoruz. Kısacık ömrümüzü; toplumun yargılarını, eleştirilerini, küçümseyici bakışlarını önemseyerek helak etmek saçma değil mi? Statülerimizi, etiketlerimizi öne çıkarmalarımıza ekliyoruz, çünkü toplumun baskısının bizi teğet geçeceğini umuyoruz, tetikteyiz. Hepimiz fani hayatlarımızda bir gün başımıza neler geleceğini bilmeden yaşarken ya da yaşamaya çalışırken, bazen ölümün bize ne kadar yakın olduğunu unutuyoruz. Kendimize karşı anlayışlı olmayı da.
Bizi düşüncelere sürükleyen olaylar yaşadığımızda, kararsızlıklar ve belirsizlikler içinde kıvrandığımız böyle günlerde, kendimiz için mi yoksa başkaları için mi sonuçlandıracağız olayları? Tabii ki kendimiz için yaşamayı tercih etmeliyiz. ‘’Kendimiz için’’ kavramının altını çizmek istiyorum: Son yıllarda popüler kültürün benimsediği ve pompaladığı ‘’boş motivasyon’’ cümleleriyle değil, hem kendimiz hem de başkaları için yapacağımız ‘’anlayış ve nezaket’’ kuralına bağlı kalarak gerçekleştirmeliyiz bunları. Bencilce bir tarzla ve narsist söylemlerle değil… Rooney’in İntermezzo’yu yazmasının sebebi, insanlığın anlayış ve nezaket çizgisinden çok ama çok uzaklara gittiğini göstermek bence. Bu kitabı okuduktan sonra da insanlar birdenbire anlayışlı kisvesine bürünmeyecek elbette. Toplum her zaman konuşacak, parmakla gösterecek, gözünü dikip bakacak belki. Ama biz bu yargılardan korkmadan, çekinmeden bize iyi gelecek olanı kabullenmeliyiz. Siz kabullendikten sonra, başkaları konuşmuş ya da konuşmamış pek bir önemi kalmıyor artık. Mutlu olacağımız şeyi yapmaya karar vermeye çalışırken ya da buna hazırlanırken, neden mutsuzluklarla dolu bir çevre etrafımızı sarar, hiç anlayamadım zaten. Mesela bu kitabı okuduğum için bile yukarıda konuya dair uzun bir açıklama yapıyorum, analiz kasıyorum…
Karar vermeye çalışmak, sonrasında kabullenmek ve her şey… Hiçbiri kolay şeyler değil tabii ki. Yeri geliyor hayattan bıkıyoruz, bazen de elimizden her an kayıp gidecekmiş gibi sıkıca kucaklıyoruz onu. Tıpkı Peter ve Ivan gibi. Onların yaşadıklarıyla nasıl başa çıktığını okumak ve yöntemlerine tanık olmak, insanın kendi hayatına dönüp bakmasını sağlıyor.

İntermezzo’da şahit olduğumuz ilişkiler, günümüzde artık toplum tarafından kabul gören, klişeleşmiş yapılarda değil. Modernleşmenin alıp başını gittiği şu günlere bile ‘’marjinal’’ kaçan ilişkiler bunlar. Ne kadar sıradan anlatılırsa anlatılsın, herkesin alkış tutacağı, onaylayacağı çizgide olmayan, olamayan ilişkiler bunlar. Toplum baskısı konusunda yazdıklarımın nedeni de bunlar aslında.
Rooney hem yirmili yaşları hem de otuzlu yaşları bir arada ve büyük bir etkileşim içinde yansıtıyor. Birbirlerine yakın kuşakların çatışmalarını da işliyor bir taraftan. Tabii ki en eski kuşaklar da unutulmamış; ebeveynler de yer yer yüzünü gösteriyor eserde.
Eserin sonbaharda geçmesi ve o yılın Noel’inde son bulması mükemmel olmuş. Sonbaharı çok sevdiğim için kurgunun içinde kaybolurken bu mevsimin tasvirlerini okumaya bayıldım. Dağılan yapraklar, küçük kahveci dükkanları, sıcak kahveler, kurumuş yaprakların sokaklardaki görünümü, yağmur, bulutlar… Her şey çok doğal, insanlar da öyle. Kimse kusursuz değil; Peter, Ivan, Sylvia, Margaret ve Naomi: İçimizden birileri onlar. İlişkiler yaşanıyor, ölümler, kazalar, iş, güç ve daha birçok döngü; bazen gülüşmelerini duyuyorsunuz sanki, bazen de içlerinde yaşadıkları çaresizliklerin bile sesini hissediyorsunuz. İnsanın “zaman” karşısında bir hiç oluşunu fark ederken de, o zamanın değerini okurken daha açık görebiliyorsunuz. Aslında yaşarken şimdi’nin ne kadar kıymetli olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü o karmaşanın ortasında değilsiniz, anlamak zor olmuyor…
Yazarın üslubuyla ilk kez tanışmama rağmen hiçbir zorluk yaşamadım ve dilini akıcı buldum. Diyaloglar ve monologlar birbirlerine karışmış bir halde, yine de bunları o kadar basit tutmuş ki pek keyifli bir serüvendi benim için. Karakterler birbirleriyle konuşurken aralara serpiştirilmiş iç çatışmalar, düşünceler, kafalarının karışıklığı… Bu uyumun bulunduğu eserler başımın tacı olduğundan dolayı İntermezzo’nun tarzı absürd gelmedi bana. Hatta yazar kurguyu biraz daha zorlasaymış bilinç akışı tekniğini bile uygulayabilirmiş, nihayetinde karakterlerin arada bir geçmişten sahnelerini okumak bile o hissiyatı yaşattı diyebilirim.
Ben de çok düşünen bir insanım; konuşurken de, öylece dururken de aklıma bir sürü şey gelir. Bu düşünme eylemimi kötü kılan şeyse, aralarında bir düşünceyi öne çıkaramadan ve onu içselleştiremeden benden kurtulması. ‘‘Zihin akışı’’ dediğimiz şey aslında bu. Son yıllarda bu akışa tutunamıyorum, her şey sadece çok karmaşık… Nedeni ise dikkatimin ve odaklanmamın eski gücünü kaybetmiş olmam. Çalınan Dikkat’i okuduğumda daha iyi anladım bunu. Eski gücümü elde etmeye çalıştığım bu günlerde İntermezzo bana çok iyi geldi. Elimden bırakmak istemedim, çünkü neler olacağını merak ettim. Rooney kitabı süsleyip püslemeden öyle sıradan bir şekilde yazmış ki okuru heyecanlandırdığının farkında bile değil.

Alman yazar Jenny Erpenbeck’ten geçtiğimiz aylarda Bütün Günlerin Akşamı’nı okumuştum. Bu eserin içinde beş kitap vardı ve her kitabın sonunda bir ‘’intermezzo’’ bölümü yer alıyordu. Bu bölümlerin konulmasının sebebi ise ‘’ya peki yaşananlar başka ihtimaller dahilinde gerçekleşseydi neler olurdu?’’ gibi olasılıkların gerçekleştiğini anlatmasıydı. Savaşların kötü yüzünü bütün çıplaklığıyla yansıtan bir eserdi. Çok bayılmadım ama, etkilendiğim bir kitaptı. Rooney’in İntermezzo’su ise olasılıkların değil, gerçeklerin konuşulduğu bir kitap olmuş.
Peki ‘‘İntermezzo’’ ne demek? ‘’Özgür bir biçimde yazılmış olan ve kendi başına bir bütünlüğü bulunan müzik yapıtı’’ diye bir tanımlaması var. Kökeni İtalyanca bir kelime. Sahne sanatlarında oyuna ara vermek için ‘‘intermezzo’’ kesitleri konuyormuş; ara oyun yani. Satrançta ise beklenmedik bir hamle yapmak ‘‘intermezzo’’ olarak adlandırılıyor. Eserin satranç bağlantısını göz önünde bulundurduğumuzda, Peter ile Ivan’ın kitabın sonunda nasıl bir hamle yapacaklarını merak etmiyor muyuz? Kendi ikilemleri, kırılganlıkları ve şüpheleri onları nereye ulaştıracak? Benliklerine ve topluma karşı yapacakları hamle ne olacak? Bu sorularla ilerliyor İntermezzo.
Bütün Günlerin Akşamı’nda Erpenbeck, ara oyun taktiğini kitabın kurgusunda kullanmış. Rooney ise direkt başlık olarak ele almış. Yani amacı eseri bütünüyle ‘’intermezzo’’ yapıp kafamızı mı dağıtmak sizce?
İngiliz yazar Ian McEwan’ın son romanı Dersler geldi aklıma İntermezzo’yu okurken. Dersler’in havası vardı eserde. Sıradan insanların hikâyesine tanık ediyor her ikisi de. Dersler daha uzun bir dönemi barındırıyor bünyesinde, hiç tanımadığımız birinin biyografisini okuyoruz gibi bir şey. Yazarın hayatından izler taşıdığı için de yarı-otobiyografik bir eser daha doğrusu. Aklıma geldiği için öylece geçip gitmek istemedim, sizlere de öneri olsun diye paylaşıyorum.

İrlandalı yazar Sally Rooney’in yeni romanı dünyayla eş zamanlı olarak ülkemizde yayımlandığı için kitabı okuyanlar ve merak edenler çok. Can Yayınları’nı ve eseri hızlıca dilimize kazandıran Begüm Kovulmaz’ı kutluyorum, emeklerine sağlık. İntermezzo’yu bir başyapıt olarak değerlendirmiyorum bu arada, yazarın diğer kitaplarına göre daha çok sevildi ve beğenildi. Ben de çok beğendiğim için edebi bir başarı olduğunu düşünüyorum İntermezzo’nun. Yazarın bundan sonra çok daha iyi kitaplar yazacağına eminim. Rooney ile yaşlarımızın yakın oluşuna ve çağımızı daha çok duygusal yönlerden ele alan bu kitabı yazmasına seviniyorum. Kalemine sağlık gerçekten… Kitabın son sayfasından benzer bir cümleyle hoşça kalın demek istiyorum sizlere: HER DURUMDA OKUMAYA VE YAZMAYA DEVAM.

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

@taurenim @Kovthe

19 Beğeni

Buraya eklemediğim eski incelemeleri de bir araya toplayayım. Part 1.

Marguerite Yourcenar - Düş Parası ve Doğu Öyküleri

Bir düş parasıyla alınmış bu kitap, suikast girişimini başarıyla gerçekleştirip kendisine dair hayallerimi öldürdü ve umudu yazarın bir sonraki kitabı Doğu Öyküleri’ne bıraktı.

Yourcenar’ın okuduğum ve kendi okur kıstaslarıma ve zevkime göre vasat bulduğum ikinci kitabı. Halk hikâyelerinin derlenmiş olarak karşımıza çıkması bu hazır malzemenin işlenişini daha da yavan kılıyor. Lezzet yok. Uyandırılan bir merak duygusu, olay örgüsü yok. Din var mesela ama doğaüstüne, fantastiğe uzanmamış (Buzzati’yi andıran bir Grim Reaper öyküsü eklenmiş yenilenmiş bu baskıya). Politika var ama entrika yok. Hitchcock “halk sinemada politika ile ilgilenmez.” der. In the Name of the Father veya The Day of the Jackal gibi filmleri hariç tutarsak bu söylem doğrudur. Aynısı din için de geçerli. Karakterin tanrıyla ilişkisi veya azizlerin sayfa sayfa anılması, eğer kutsal kitap özlemi çekmiyorsanız ve ortada bir anlatı yoksa, gerçekten sıkıyor. Buzzati’de “peki biz ne olacağız?” diye kıyamet günü herkese istavroz çıkartırken kendilerinin derdine düşen, bir başka hikayede de hiç günah işlememiş uzaylılarla girdikleri diyalogla hayran bırakan papazlar vardı mesela. Ne şaşırdım ne heyecanlandım ne de akıp gidebildi ve beni sürükleyebildi bu kitap. Dağ fare doğurdu, yazardan beklentilerim adına. Tek tesellim kütüphanemde başka kitaplara yer açılmasıdır.

Son olarak, çok övülen çevirmenimiz Hür Hanım’ın alıntılarda paylaştığım bir cümlede ikili hatası da bulunuyor - bunu da belirtmek isterim (“ne ne” bağlacının geçtiği cümlede olumsuz çatı ve virgül kullanımı, S.49).

Julian Barnes - Limon Masası ve Biricik Hikaye

Kütüphanemde birikmiş öykü kitaplarım içinde önceliği daha önce hiç okumadığım isimlere veriyorum: Barnes’ın kalemi, sarmayan anlatıdan evvel, zaten benim keyif alanımın dışında. Klasik müzik konserine osuruğun konu edilmesi mesela, veya cinsel gerilim olmaksızın her köşeden kondomların fırlaması kitaplığım adına zaman kaybı. İlk defa bir kitabı yarım bıraktım. Onu yazarın diğer kitabı Biricik Hikaye izledi. Yazacak bir şeyim yok, iki kitap, bir kalem, kızıma kalacak olan kitaplığımdan eksildi.

Yazarın Limon Masası hikaye kitabından sonra fikrim değişebilir düşüncesiyle elime aldığım bu eseri de benim beklentilerimin dışında kaldı. Benden pas.

Arthur Schnitzler - Ölüler Susar

Öykü kitapları maratonumda keyifli bir durağa daha geldim. Tıp eğitimi almış, amatör olarak müzikle ilgilenmiş ve Freud’la mektup arkadaşlığı yapmış Yahudi yazarın öykülerinde en çok göze çarpan motif, karakterlerin sayfalar boyu akıcılığını yitirmeyen iç hesaplaşmaları. Dozunda bir kara mizah da bulduğum bu öykülerde ölmüş eşin yeni keşfedilen yahut şüphede kalınan sadakatsizliği, klasik müzik konserleri ve düellolara eşlik eden kısa, fantastik epizodlar da bulmak mümkün. Bir kelebeğin ömründen (Bir Dahinin Öyküsü) tutun da Azrail’le kalan 1 saat için pazarlığa oturmak (Bir Saatçik) veyahut Lokman’ı kıskandıracak ustalıkta aşk iksirleri yapmak gibi (Üç İksir).

Öykülerde ansıdığım filmleri yazayım, sonra en beğendiklerimi ismen geçerim. Brief Encounter, Unfaithful ve Beatles temalı Yesterday.

Prens Tiyatroda ve Şahane Bir Melodi yazarın müzikle yoğrulmuş geçmişini resmederken, Öteki/Geride Kalan Eşin Anı Defterinden, Ölüler Susar, Çiçekler, Dul, Miras, Nişanlı ve vurucu sonuyla Üç İksir ve yine onun gibi fantastik soslu Dostum Ypsilon/Bir Doktorun Not Defterinden, içlerinde yazarın gerçekten dostluk ettiği kimselerin de adlarını verdiği karakterlerle, acı-tatlı, kadınlarla olan tecrübelerini yansıtır.

Yine Çin’de Çete Ayaklanması ile edebiyata dönüş yapar. Yeşil Kravat ve Teğmen Gustl da kitabı lezzetli kılan öykülerdir. Oğul/Bir Doktorun Anı Defterinden ise Raskolnikov’u öldürdüğü ev sahibesiyle ana-oğul yapan bir paralel evren öyküsüdür.

Kimi kaynaklarda geçtiği gibi Yahudilik yahut kitapta döneminde o şekilde eleştirildiğini okuduğumuz üzere cinsellik üzerine eğilmiş öyküler olmaması da olumlu yönde ters köşe yarattı. Günlük hayatın sıradanlığı üzerine yazan çok kalem var fakat yarattığı karakterleri ilginç kılmak ve onları konuşturmak her babayiğidin harcı değil. Schnitzler bunu çok güzel yapıyor. Cem Yayınevi de adına yaraşır bir çeviriyle bunu taçlandırarak bizlere sunuyor. Her kütüphanede bulunmasını tavsiye ederim.

Samantha Schweblin - Ağızdaki Kuşlar ve Yedi Boş Ev

Schweblin’in iki öykü kitabından ilkini bitirdim. Sinemada Haneke, Noe ve Von Trier ne yapıyorsa öykülerinde bunu yapmaya çalışmış yazar, ancak rahatsız edicilik katmanına eşlik eden güçlü bir anlatı bulamadığımdan bende bıraktığı tat yavan kaldı.

İşkence gören hayvanlar, öldürülen eşin enstalasyonla sergilenmesi, şiddete meyilli çocuklar, anneyle yatan Noel Baba, ebeveynlerin gömdüğü çocuklar, ayrılık müjdecisi falcılar… Temalar belki ilginç gelebilir kitabı eline -henüz- almamış okura ama işleyişte bulacağı sıkıntıyı bir örnekle buraya bırakıyorum:

Noel Baba elini kendi ensesine götürünce kanadığını fark etti. Babama tükürdü ve babam ona, “Sıçtığımın ibnesi!” dedi. Annemse babama, “Asıl ibne sensin, orospu çocuğu,” dedi ve o da tükürdü. Elini Noel Baba’ya uzatıp adamı evin içine çekti, odasına götürdü ve içeri kapandılar.

Akılda kalıcılık adına daha iyi öykülerin adını buraya bırakıyorum:

Ağızdaki Kuşlar, Asfalta Çarpan Kafalar, Bir Köpeği Öldürmek, Geleceğin Gerçeği, Benavides’in Ağır Valizi, Noel Baba Evimizde Kalıyor, Toprağın Altında.

Schweblin’in bu kitabında da yazarın kalemine dair görüşüm değişmedi; “Hiç Alakası Yok” ile ödüllü “Şanssız Bir Adam” diğer öykülerden bir tık önde, fakat hepsi bu.

Raymond Carver - Katedral

“Tüyler”, “Küçük İyi Bir Şey” ve “Katedral” öyküleri gerçekten iyi, fakat kitabın kalanı için aynı şeyi söylemek kendi adıma mümkün değil. Abartmayalım, derim.

Heinrich Böll - Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer

Yıkım edebiyatının mihenk taşlarından Böll’ün bu öykü kitabında, siperlerden yıkıntılar altındaki kentlerde işsizlikle yaşam mücadelesi veren insanlara kadar, savaşın insan psikolojisi üzerinde yarattığı tahribatı iliklerinize kadar hissettiren kısa hikayeler mevcut. Yer yer tekrara düşse de, diğerlerinin arasından sıyrılan “Ağaçlıklı Yolda Yeniden Buluşma”, “Köprüde”, “Bıçaklı Adam” ve distopik öykünün nadide örneklerinden biri olan “Benim Kederli Yüzüm” kitabın kapağını kapatmanızla birlikte aklınıza çoktan kazınmış oluyor. Basımı tükenmiş bu kitabı yeni okurlara da kazandırmak üzere Can Yayınları’nın yeniden baskı yapmasını temenni ediyorum.

Jean-Paul Sartre - Duvar

Kitaba adını veren ilk öykü Duvar ile Raskolnikov’u ansıdığımız Herostratos, kitabı baş tacı etmeye yeter; ancak geriye kalan üç öyküde aynı etkiyi göremedim. Genel olarak yayılmış mizantropi ise, kendi karakterime uyduğundan, beni memnun ettiği kadar yeni bir dünyaya pencere açmaktan da alıkoymuş oldu.

Voltaire - Micromegas

Nereden başlamalı? Kara mizaha bayılıyorum. Voltaire asırlar önce yazdığı bu kitabıyla farsın, incelikli alayın, kıssanın, nüktenin, retoriğin hasını vermiş, beşeri ve ahlaki kalıpların sabun kalıbı gibi elimizde eriyekaldığı yaşantımızı tüm çıplaklığıyla (daha çok filozofların) yüzümüze vurmuş ve dahi -bana göre- “Dünyanın Durduğu Gün” (The Day The Earth Stood Still, 1951) gibi bir klasiğin çıkış noktasını bizlere kazandırmıştır: Yukarıdan, dış (geniş) pencerede (çerçevede) insanlığa, dünyamıza baktığımızda çoğumuzun bugün düşündüklerini ustalıkla kaleme almış bu düşünüre minnetimizi ne kadar sunsak azdır, tabii kifayet dolabımız elverdiğince.

Kitapta yer alan hiçbir öykü boş geçmiyor, her biri ana öykü olan Micromegas’ın etkisini perçinlemekle kalmıyor, tek başına esere ve bizlere değer katıyorlar. Her evde bulunması gerektiğini düşündüğüm bu kitabın çevirmenlerinden de bahsetmek istiyorum:

Alfa’da Lovecraft ve Poe çevirileri ile tanıdığımız Hasan Fehmi Nemli var. Kırmızı Kedi’nin Babil Kitaplığı serisinden çıkan edisyonda ise İş Bankası için Moliere ve yine Voltaire çevirmiş Berna Günen var. Not aldığım kimi pasajları hangi tercüman daha iyi çevirmiş diye baktım: Kiminde Nemli daha leziz bir çeviri sunarken kimindeyse Günen’in direkt “doğru” çevirisi Nemli’yi nakavt etmiş. İlgili bölümleri vaktim olduğunda ekleyeceğim. Ardından okumaya giriştiğim Düzülke’yi yarım bırakmama sebep olan huşunun sarhoşluğunda övgüden ibaret kritiğimi -şimdilik- noktalıyorum.

Horace Walpole - Otranto Şatosu

Ne teatral ne gotik kavramlarının içini dolduran, kopuk, sıkıcı, türün hastası dimağlara hayal kırıklığı bir kitap. Zaten iyi olsa eli yüzü düzgün uyarlamalarını çoktan görmüş olurduk. Teatral anlatı arayanlar Renoir’den La Regle du Jeu izleyebilirler.

Sheridan Le Fanu - Carmilla

Ardı sıra okuduğum Otranto Şatosu’nun aksine, hem gotik hem vampir edebiyatı erken örneklerinden biri olmasının hakkını vermekle kalmayıp iyi de bir anlatıya sahip, daha güzeli, uyarlama filmlerini gözde canlandırmanın lezizliği üstüne bu külte dair daha önce perdede hiç görmediğimiz bir detayı da bizlere sunan (daha sonra alıntısını paylaşacağım) bir kitap: Tek noksanı biriktirdiği duyguyu ve heyecanı boşaltmaktan alıkoyan finali, onu da vampir kavramını açıklayıp zenginleştirmeye harcamayı uygun görmüş yazar. Hammer’in Karnstein Üçlemesi ile lezbiyen temasını öne çıkardığı eserin Meg Tilly’li '89 TV uyarlamasını da tavsiye ederim. Unuttuğum anagram üçlemesi için ayrıca bir puan.

F. Scott Fitzgerald - Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi

Filmi çekildiği sene The Dark Knight’ı adaylıklarda saf dışı bırakmasıyla gıcık olduğum uyarlamasının aksine, kısacık öyküsüne koca bir ömrü dolu dolu aktarmış, akıp giden anlatıyı kah drama kah kara mizaha kurban etmekten ustalıkla kaçınabilmiş usta yazar. Her babayiğidin harcı değil. Çok beğendim, yaratıcılığına 10 puan veriyorum.

H.G. Wells - Geçmiş Günlerin Hikayesi ve
Kronik Argonautlar - Karıncalar İmparatorluğu

Prehistorik döneme ilgi duyanları bile güç bela doyuran hikayelemeler, önemli kalemlerden yan ürünler serisi yapmıyorsanız atlanabilir.

Not: Bu kitapta öldürülen hayvanlar hiçbir surette zarar görmemiştir…

Çocukluğumuzun B-filmlerinden “Karıncalar İmparatorluğu” için almıştım, yanındaki diğer iki öyküyle beraber hayatl kırıklığına uğrattı. Heves edilmemesini tavsiye ediyorum.

Edith Nesbit - Karanlığın Gücü

“Ölülerden” hikayesi ile The Wings of the Dove dozunda bir dramaya dönüşen hayalet antolojisi. Kara Çınar serisinin “Gaddar Öyküler” kitabında da aynı öykü mevcut, o kitaba da göz atacağım ancak Laputa’nın bu seçkisi kütüphane rafları için yetersiz vaziyette. İçinde romansla noktalanan bir öykü de var ayrıca, “Nesbit çocuk kitapları dışında ne yazmış?” merakı uyananlar için verimli bir okuma olabilir. Ha, bana sorarsanız, bırakınız, uyusun…

William Hope Hodgson - Fırtınanın Ardındaki

“Gece Gelen Ses” The Last of Us’a değin uzanan mantar salgınıyla dikkat çekici açılışı yaparken, takip eden “Baumoff Patlayıcısı” kitabın en sağlam öyküsü olarak karşımıza çıkıyor: İsa’nın çarmıha gerilişini kendi üzerinde kontrollü deneye dönüştüren bilim adamı fikri tam günümüz Twilight Zone türevi antolojilerine layık. Kalan öyküler hatırda kalmıyor, tek öykü için kitabı elde tutmak da bizlerin inisiyatifine kalıyor. Ben pas geçiyorum.

Edith Nesbit - Gaddar Öyküler

Kara Çınar Serisi’ne tebriklerle başlayalım: "Karanlığın Gücü"nün (Laputa) olamadığı ne varsa bu kitap o; oradaki tek iyi hikayenin buradaki en zayıf halka olduğunu söylesem herhalde övgümün derecesi anlaşılır. Hayalet hikayesi yazmak kolaydır ama okuru “artık” şaşırtacak, sürükleyecek, biriktirdiği lezzeti son lokmada tarumar etmeyip tadını damakta bırakacak öyküler yazmak kolay değil, onları bir araya topladığınız antolojinin toplu bir harmoni tutturması da öyle.

Çocuk kitaplarıyla tanıdığımız İngiliz yazar Nesbit bu derlemede korkutmaktan ziyade duyguları harekete geçirmeyi tercih etmiş, çok da iyi yapmış: Sevdiğini kaybeden adamların “artık” ölümsüz olana duydukları aşk (“Somewhere in Time”), yüz yılda bir canlanan Golemvari (Nils Holgersson serisinin bir bölümüne de konuk olmuş) menfur yaratıklar, Agatha Christie bilmecelerini andırır cinayetler… Ölüm ve aşk doğaüstü ile birleşince zaten ortaya ebediyete emanet söylenceler çıkıyor ve biz bunlara folklor diyoruz. Korku folklorune bu kitapla sunduğu katkıyla kendine münhasır bir yer edinen Nesbit’i kütüphanenize davet etmemek gaddarlığına düşmemeniz üzere, hikayelerin adlarını da paylaşıyorum:

Abanoz Çerçeve
John Charrington’un Düğünü
Abraham Amcanın Aşk Macerası
Yarı Müstakil Evin Esrarı
Ölülerden
Mermerden Oyma Adam
Ölüler Ayini

Robert E. Howard - Çatıdaki Şey

Conan’ın yaratıcısından daha elle tutulur hikayeler beklerdim. Aklına düşen güzel fikirleri öykülere dökmeyi düşünmüş, diyebiliyorum en iyimser yaklaşımla. Taslak olarak önünüze gelse basım onayı vermeyeceğiniz bir kitap olmuş yazık ki. Yazarın diğer öykü kitabı Cehennem Güvercinleri için beklentiyi düşürdüm. Umarım yanılırım.

Stanley G. Weinbaum - Sıfır Çemberi

Laputa’dan çıkmış en iyi kitap olmakla kalmayıp muhtemelen ülkemizde en az bilinen en iyi kitap olabilecek bu eseri vaktim olduğunca değerlendirip tanıtmaya çalışayım:

4 sayfalık mizahi girizgah “Grafik”, kitaptaki öykülerin ortalamasının altında kalan tek eser; neyse ki kısa sürüyor ve yazarın nüktedanlığına dair bize -aslında- ipuçları veriyor. Son bölümlerde buna ihtiyacımız olacak.

  1. öykümüz “Kusursuz Adaptasyon”. İşte bu andan itibaren (Schweblin’in başaramadığı) sinematik maceralar bizleri bekliyor -ki bu öykünün zayıf bir de uyarlaması mevcuttur. Tıpkı 30’ların çılgın bilim adamı (mad scientists) konseptinde gelişen olaylar gibi, tam da uygulanmak istenen bir deney, ölmekte olan, kimsesiz bir kızın üzerinde denenir - ki bu kısım öykünün hemen başı - spoiler değildir. Sonrasında bu “deneğin” fiziksel ve çevresel adaptasyon becerilerine -buna manipulasyon da dahil- şahit oluruz. Bu öykülerde mevzubahis filmlerde zayıf kalmış “aşk” teması da başarılı şekilde örgüyü besler. Okurken aklıma yine bir hayal kırıklığı yaratan “She” uyarlaması geldi: Onda beklediğim ne varsa bu öyküde, güçlü kadın profilinde vardı.

  2. öykümüz kitaba adını veren “Sıfır Çemberi”. Bu öykü de Wells’in Zaman Makinesi’nden başlayarak bugünün paralel evren çeşitlemelerini anımsatıp güzel bir referans noktası oluşturuyor. Öyküde yine iki erkek, bir kadın, üç karakter var ve bu sefer 1929 Büyük Buhranı’nda kaybettikleri parayı geri kazanmak umuduyla zamanın çemberselliğinde aynı gerçekliğin tıpkısını kovalayan iki adamın - müstakbel damat ile kayınpederin- peşine takılıyoruz. Öykülerin son lokmayı damağımıza veren finalleri de güçlerini perçinliyor.

  3. öykü “Sonsuzluğun Kenarında” adını taşıyor: Burada Sherlock dizisinin ilk bölümündeki taksiciye varana değin, sizi sinematik anılara -ve 20Q oyununa- götürecek gerilimli bir matematik problemi mevcut: 10 soruda kendisine namlu doğrultmuş sorgucusunun aklındaki sayıyı bulmaya çalışacak matematikçinin ter döktüğü her sayfa sizi zevkten zevke koşturacak.

  4. öykü “Boğulan Denizler”, 30 sayfalık Kusursuz Adaptasyon’un önünde, 36 sayfa ile kısa film tadını taşıyor: Bunda espiyonaj/casus temasının ön planda olması da etkin. Gelecekte ABD ile Asya arasında bir savaş olacağı öngörüsünü birkaç kere dile getirmiş yazar burada, Mata Hari kabilinden, en iyisi olmak için yetiştirilmiş bir gizli ajanın keşfi ve sonrasında aşk ile inanılan ülküler arasında seçim yapmak noktasında Casablanca’yı tersine çevirerek, “kötü” taraftaki meşum kadın (film noir) ile iyi taraftaki “saf” kahramanımızın doludizgin macerasını sunuyor bizlere. Yine leziz bir final.

Şu noktaya kadar, zayıf girizgah nedeniyle, 9/10 puan biçmiştim bu kitaba kafamda. Lakin henüz antoloji bitmemişti ve bizi bekleyen üçleme, kara mizahın yüksek dozuyla beraber, Doc Brown/Marty McFly ile Geleceğe Dönüş serisini ve ondan esinlenmiş Rick and Morty çizgi dizisini anımsatacaktı!

“Van Manderpootz Üçlemesi” (Olasılıklar Dünyası, İdeal ve Bakış Açısı bölümlerinden oluşur), kendisinden 3. şahıs olarak bahseden deha profesör ile her bir macerada denek olarak kullandığı -çünkü bu dehanın zihni dünya için riske edilemeyecek kadar çok değerlidir- eski öğrencisi Dixon’un birbirinden keyifli ve merak uyandırıcı icadı test etmeleri ekseninde gelişen absürd olayları konu alıyor: Dixon’un “daima geç kaldığı” çocuksu hayalleriyle şekillenen mizahi başyapıt tek başına da basılsa (64 sayfadır) 10 puanı hak edermiş. Buradaki üç öykü, önceki hikayelerin aksine, birbiriyle bağlı ve ardı ardına okunmalı; bu bağlamda kitabın sonunda yer verilmesi müthiş bir karar olmuş çünkü son cümle hem -Dixon’un pekiştirdiği kaderiyle- üçlemeyi taçlandırıyor hem kitaba nefis bir nokta koyuyor.

Bilimkurgu konsepti içinde avantürden kara mizaha, polisiyeden hipnotizmaya, aşktan aşık olunana duyulan korkuya, pek çok duyguyu harekete geçiren güçlü öyküleri bir arada sunan pek fazla kitap yok iken bu eserin -en azından ülkemizde- zamanla daha da değerleneceğine -buna muhtemelen başarılı perde uyarlamaları önayak olacaktır- inanıyorum, inanmak istiyorum. Umarım bir gün evladiyelik ciltli basımını da görürüz. 10/10!

Robert E. Howard - Cehennem Güvercinleri

Ölüler, mezarlıklar, iblisler, hayaletler… Conan’ın yaratıcısı Howard, “Çatıdaki Şey” kitabından çok daha başarılı öykülerle, devamı gelecek bu korku antolojisinde bizleri maceradan maceraya sürüklüyor. Arada tempoyu düşüren öyküler ve kendini tekrar eden -çevirmen eseri- cümleler kitabın ederini düşürüyor ancak genel olarak evladiyelik bir eser. Finali Odin’le yapmak da güzeldi. Aşkla harmanlanmamış, saf kötülükten beslenen korku öykülerini bulmak yeterince özelken bu eseri de elde tutmak gerek. Devamını bekleyelim.

Kaya Özkaracalar - Gotik

Böylesi geniş ve keyifli bir alanda çalışma kaleme alıp da bu kadar dar kapsamda bırakmayı araştırmacı kimliğe sahip hiç kimseye yakıştıramam. Eklenebilecek eserleri, isimleri kabaca en bilindikleriyle geçeyim de durumun vahameti anlaşılsın:

Edebiyat: Dickens ve Bronte Kardeşler (Great Expectations, Oliver Twist; Wuthering Heights, Jane Eyre vb.), Oscar Wilde (Dorian Gray), Henry James (The Turn of the Screw, Washington Square vb.), R.L. Stevenson (Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, Olalla), H.von Kleist (Locarno Dilencisi), Dino Buzzati…

Sinema: Roman Polanski (Rosemary’s Baby, The Ninth Gate vb. uyarlamalar), Hitchcock (Rebecca, Suspicion vb.), Gaslight, The Innocents, The Haunting, Picnic at Hanging Rock, The Changeling, German Expressionism (The Cabinet of Dr. Caligari) ve takipçileri (Tim Burton: Batman Returns, Sleepy Hollow vb.), Interview with the Vampire, The Crow vb. uyarlamalar.

Müzik: The Cure, HIM, Depeche Mode, Nick Cave and th Bad Sees, Joy Division, Theatre of Tragedy, Type O Negative, Inkubus Sukkubus.

Çizgi Roman: Batman, The Crow, Hellblazer (Constantine), Sandman, Alan Moore’dan From Hell vb. Penny Dreadful fanzinleri.

Kitapta Batman yerine Mandrake’nin yer alması klasik Türk çizgi roman okuru kafası. Bu kitabı eline alıp da bilgilenmeyi düşünecek genç arkadaşlarıma internetten araştırma yapmalarını tavsiye ediyorum, yarım saatte çok daha fazla bilgiye ulaşabilirler.

Aleksandros Papadiamantis - Düşkün Derviş

180 öyküsünden seçme 6 öyküyle karşımıza sunulan yazarın bu derlemesini sonlara doğru ısınmışken bitiriverdim - 5. öykü Lifeboat’u andırır ve sıcacık bir anlatıyla bizi finale hazırlarken, son öyküde de Heidi’nin Peter’ini andırır bir kimlikle hayran olduğumuz kızla keçimiz arasında tercih yapmak durumunda kaldığımız küçük macerada birbirimizden habersizce aynı sularda kulak atıyoruz. Ta ki biz kızı görene kadar… (“Dalgalarda Düş Kurmak”)

Keşke daha dengeli bir seçki oluşturulup kütüphanemizin baş köşesinde yer etseymiş. Özellikle mütercim Ari Çokona’nın bizlere bilgi hazinesi sunan dipnotları insanı kitaptan ayrılmaktan alıkoyuyor ama “yerimiz mi dar yoksa yenimiz mi var?” sorgusunda yeni kitaplara yer açmak lazım geldiği için ben tercihimi elden çıkarmaktan yana kullanıyorum. Umarım bir gün “toplu öyküler” tarzı bir derlemeyle yeniden buluşuruz kendisiyle. Kalemine sağlık, diyorum.

Nikolay Leskov - Mtsenskli Lady Macbeth

Leskov’un doludizgin kara mizahla başlayan muzır öyküsü, Büke’nin nefis tercümesinin de katkısıyla, sizi sımsıkı sarıyor - ta ki Rus kaleminin alametifarikası trajik finale kadar. “Keşke şöyle olsaydı” diyeceğiniz başka başka sonlar var. En azından mizahi dil korunarak hikaye sonlansaymış enfes olurmuş diye düşünmeden edemedim. Ayrıca kitapta bir de kısa ek öykü var ki Lady Macbeth’in ardına hiç yakışmadı. Tek ortak noktaları durmadık yerde karşımıza çıkan kedicikler:) 10 puanlık bir kara mizah şaheseri olabilecekken 8’lik bir kitap olarak kütüphanemizdeki yerini alıyor nihayetinde bu güzel eser.

Arthur Machen - Yüce Tanrı Pan

Ne çeviriyi ne umut vadeden girizgah sonrası hikayenin gidişatını beğenebildim, örülmeye çalışılan esrar perdesi maalesef merak duygusunu bir yere kadar taşıyabiliyor. Finalde önümüze sunulan saptamanın da öncesinde temcit pilavı gibi parça parça sunulmuş olması sözümona çözülüveren düğümde okura hiçbir sürpriz, şaşırma alanı bırakmıyor. Daha iyilerini görmüş gözler için zayıf bir okuma tecrübesinden teşekkül.

Eric Stenbock - Bir Vampirin Gerçek Hikayesi

Kara mizah dozuyla başlayan ilk vampir hikayesi tadında noktalanırken onu takip eden Kurt Adam öyküsü de içerdiği çiçek detayıyla birlikte korku folklorunun bu kök salmış iki temasını ivedilikle besliyor, kitabımızın ebatıyla da kütüphanemizde muhafaza etmelik bir macera sunuyor bizlere.

George MacDonald - Elfler - Altın Anahtar

Elflerle ilgili hikaye dramatik bir finalle noktalanırken, Altın Anahtar "Gizli Bahçe"yi andırır biçimde başlayıp yine Andersen Masalları tadında bir finalle son buluyor. Her iki öykü de keyifli lakin beklenti çocuklara okumak yönünde olmasın, kesinlikle.

Raymond Carver - Azgın Mevsimler

Carver öykülerinde benzer motifler bulmak mümkün: Eksiltilmiş karakterlerin ilişki problemleri, içki, sigara bağımlılıkları; mekan tercihinde arabada geçen diyaloglar, misafir oturmasında karşılıklı sohbet eden iki çift, banliyö evinin bahçesinde karşı evde olup biteni gözleyenler, sülünler ve tavus kuşları… "Katedral"de üç bomba gibi öykü bulmak mümkündü, burada ise bir gömlek aşağı 4 öykü var not düşebileceğim: Başarılı geri dönüşlerle anlatılan “Harry’nin Ölümü”, Yukarıda bahsini geçtiğim temalardan çift ziyaretini konu alan “Ne Görmek İsterdiniz?”, komşu evi ve yine ölüm temalı “Rüyalar” ile çocuklu, boşanmış çiftimizin yeni sevgililerini bekleterek bir araya geldikleri yaz macerası “Bana İhtiyacın Olursa Ara”. Öykü sayısı 15 olunca bu rakam epey düşük kalıyor kitaptan toplu olarak keyif almaya. Neyse bitiş lezzetli ve en iyi öykü en sona kalmış.

Carver külliyatı kütüphanede ya hep ya hiç tutulacak cinsten. Kitapların biri diğerine tercih edilir şekilde değil de bir arada tutmak, okutturmak, hele de yeni baskıların günbegün azaldığı ülkemiz yayıncılığında daha kalıcı bir tercih sanki. Diğer iki kitabına göz gezdirmiştim ancak onları da tekrar okuyacağım. Umarım bir gün bu külliyatın da bir gün tek ciltte toplu bir basımı yapılır.

Kitapta tek tük basım hatalarıyla karşılaştığımı da olası yeni basımlarla gözden geçirilmesi umuduyla paylaşayım.

Raymond Carver - Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz

Katedral ve Azgın Mevsimler’den sonra okuduğum üçüncü öykü kitabını ağırlık olarak daha dengeli buldum. Katedral’deki "Küçük iyi Bir Şey"in taslağı diyebileceğimiz "Banyo"nun mükerrerliğini bir kenara bırakırsak, “Neden Dans Etmiyorsunuz?”, “Çardak”, “Kesekağıtları”, ülkemizdeki kadın cinayetlerine emsal sayılabilecek “Gittiğimizi Kadınlara Söyle” ve Denys Arcand’ın "The Decline of the American Empire"ını gözümün önüne getiren ve bu sefer çift sayımızı üçe çıkaran kitaba ismini vermiş hikayemiz “Aşk Konuştuğumuzda Neler Konuşuruz” kitabın en iyi öyküleri. “En Küçük Şeyleri Bile görebiliyordum” ile berber sadakatine selam çakan “Huzur” da okuması keyiflilerden.

Kitapta 17 öykü var, yarıya yakınını beğendim. "Fil"i de okuduktan sonra yazarın öykü külliyatını tamamlamış olacağım. Keyifli bir okumaydı, özellikle diyalog yaratmadaki ustalığıyla öne çıktığını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır.

Raymond Carver - Fil

Carver’in son öykü kitabı “Fil” 7 hikayeden oluşuyor: Kitaba adını veren 5. hikaye “Fil” hiç kuşkusuz aralarında en iyisi. Onu takip eden “Çocuk Oyuncağı” maalesef "Azgın Mevsimler"de yer alan "Bana İhtiyacın Olursa Ara"da bir gece vakti evin önünde otlayan atların tasvirine kadar tekrarlı motifler barındırmasıyla yaratıcılık adına hayal kırıklığı yaratıyor, yine ayrılmanın eşiğinde bir çiftle elbette. Son hikayede ölümüne tanıklık ettiğimiz Çehov’un yazarın esin kaynaklarından olması ve bu öykünün de kaleme aldığı son eser olması ironik. 4 kitabı içinde en zayıfı bu olabilir.

İlk öykü kitabı "Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen"in kapak çalışması tamamlandığında Can Yayınları tarafından yeniden basılacağının da müjdesini verelim.

Carver ve Cheever aynı okulda ders verirlerken birlikte takılıp içtikleri, sonra rehabilitasyon gördükleri, her ikisinin de alkolizmle başlarının belada olması ve "Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz"un okurlar tarafından en sevilen hikayesi seçilmesi yine edinmesi keyifli notlardan. Her kütüphanede bulunması gereken bir yazar Carver ve külliyatını -şimdilik- bitirmekten memnunum.

Cuniçiro Tanizaki - Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın

Tanizaki’den su gibi akan bir hikaye. Kedi tabiatını ustaca detaylarla betimlemesine hayran kalmamak mümkün değil, üstüne eski ve yeni eşlerle baskın anne karakteri arasında sıkışmış silik erkek profili tam da ülkemiz aile yapısını yineler nitelikte. Kitabı okurken "keşke"ler final için bir yeniden buluşma yönüne kayıveriyor ancak bölüm sonuymuşçasına “şıp!” diye bitiveriyor öykümüz. Kitabın adı “3 kadın” olarak da çoğaltılabilirmiş, anne karakterine yönelik. Öyle görünüyor ki, kedimiz gittiği yere mutluluk götürür biçimde çiziyor nihai resmi, yoksunluğunda hayatlar boş, yalnız ve acımasız. Tüm hayvanseverlere hediye edilebilir, sıcacık bir eser olmuş. Japoncanın usta mütercimi Sinan Ceylan çevirisinden, Jaguar Yayınları’ndan okunmalı ve dipnotlarla bu kültüre dair bilgi zenginliği sağlanmalı, diyorum.

Stanley G. Weinbaum - Mars Serüveni

Sıfır Çemberi sonrasında Planetary Series öykülerini de iki ciltte okuma serüvenine giriştim ve ilk cildi noktaladım. ilk 2 öykü ile 4. ve 5. öyküler kendi aralarında bağıntılı. İlk ikili zaten meşhur, Bir Mars Destanı kitabında da yer alan Marslı dost canlımız ve kaşiflerle başlıyoruz serüvene. 3. hikaye ve onu takip eden ikili, bu yabancı diyarlarda ölümle burun buruna gelen kadın ve erkeğin hem coğrafyaya hem birbirlerine olan mesafelerini katetmeleriyle ilerliyor. Bu ilk beşliden gayet keyif aldım, fakat kitap editörlüğünde hatalar bulunduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Stanley G. Weinbaum - Bir Mars Destanı

10 öykülük Planetary Series’in sadece ilk 2 öyküsü, van Manderpootz Üçlemesi’nin de ilk iki bölümü yer aldığından, bu kitap yerine, yazarın dilini beğenenlere şu 3 kitabı öneriyorum kütüphane raflarında muhafaza için: Sıfır Çemberi, Mars Serüveni, Kuşku Gezegeni.

Stanley G. Weinbaum - Kuşku Gezegeni

10 öykülük Gezegen Serisi’nin ilk yarısını Mars Serüveni kitabında sunan Laputa Kitap, bu ikinci yarıda daha düzgün bir editörlükle bizleri karşılıyor. Öykülerin sıralaması karışık, ilk kitapta son iki öyküde yer alan kahramanların tekrar sahne aldığı öykü mesela kitabın başında yer almamış. Yazarın ömrü yetmediği için kızının tamamladığı Med Cezir Ay da kronolojik sırada sonda yer alması gerekirken kitapta ortanca öykü olarak yer buluyor. Öykülerin kalitesine gelirsek, maalesef burada ilk kitabı takiben hissedilen, tekrara düşen motifler var. Atmosfer ve mekan değişiyor ancak kahramana aşık olan (ve ondan bir şekilde daha üstün) kadın karakter daima merkezde bizi karşılıyor. Erkek bir şekilde üstün geliyor, burada ataerkil bir eleştiri de getirmek mümkün. Sadece seriyi tamamladığı için elimde tutacağım bir kitap olacak nihayetinde, söylenecek başkaca bir şey yok.

Joseph Roth - Aziz Ayyaş Efsanesi

Scorsese’nin tamamı bir gecede geçen After Hours’u ile kendilerini büyüten kiliseyi kurtarmak için para kazanma yolculuğuna çıkan The Blues Brothers’ı anımsatan öykü ilerledikçe renk paletini dolduruyor ve keyfekeder sonlanıyor. Ben kitabı önce Can sonra Alfa’dan çıkan öykü derlemelerinde yer almadığı düşüncesiyle edinmiştim ancak toplamda varmış. Ekstradan okumuş oldum. Keyifli bir okuma sundu nihayetinde.

Alphonse Daudet - Tarasconlu Tartarin

Cervantes’in Don Kişot’unun takipçisi gibi görünen bu serüven, tanıtırken övgülere boğduğu baş kahramanını düştüğü yolculukta gülünç durumlara sokmaktan da geri kalmaz. Kasabalının ondan beklediği aslan avının peşinde maceradan maceraya koşan Tartarin’in daha sonra iki kitabı daha yazılmıştır. Kitapta yer yer kendini gösteren (zenciler, müslümanlar ve Türkler) ırkçı söylemlere takılmamanızı tavsiye eder, iyi okumalar dilerim.

Not: Pembe Panter çizgi dizisinin develi bölümü izlenerek finalden alınan keyif perçinlenebilir.

Jules Verne - Doktor Ox’un Deneyi

Verne zaten prestiji eleştirmenlerce tartışmalı bir yazarken, bu sevdiğimiz kalemin bu denli kötü bir eserini böylesi bir seride sunmak olabildiğince kötü bir karar olmuş. İlla her eserini basmak zorunluluğu olmadığı gibi, mesela hala daha Gezgin Melmoth gibi eserlerin dilimize kazandırılmadığını düşündükçe, her yayınevinin birbirinden kopya bastığı birbirinin aynı eserlere boğularak dar bir çıkmazda kaldığımızı görmek de üzüyor açıkçası. Kitaba dair diyecek hiçbir şeyim yok, tamamıyla zaman kaybı.

D. H. Lawrence - Tilki

Romanlarını kadın karakterler üzerine inşa etmesine alıştığımız İngiliz yazar Lawrence bu sefer bir kıskançlık ve baştan çıkarma öyküsüyle karşılıyor bizleri. Fakat gerilim yerini karakterlerde olduğu gibi umursamazlığa bırakırken, finalde gerçekleşen meşum olay da sonradan eklenen baba karakterinin tepkisi beklenirken ortadan yok oluvermesiyle son şansı kaybediyor. Çiftlik gibi keyifli bir mekanın betimlemelerine de pek gerek duymamış yazar. Üç karakter arasında teatral bir psikolojik savaş var ve düğüm maalesef erken çözülüyor. Yine de kaliteli bir eser olduğunun altını çizmek gerek.

Nina Berberova - Eşlikçi Kız

Kitabı çevirmeninden bir kitap daha okuyacak olmanın heyecanıyla edinmiştim ancak içerik beni ne sardı ne sürükleyip sonuna değin sürecek bir akıcılıkla kavrayabildi. Kitaplığımdan çıkaracağım bir eser oldu benim için.

Osamu Dazai - Öğrenci Kız

Bir genç kızın iç konuşmalarıyla ilerleyen kitap, merak duygusunu bir an bile yitirmeden keyifli sonuna ulaşıyor. Bu yolculukta Tristana, Çocuk Kalbi gibi bildik kitaplar yanı sıra bugüne ancak 4 dakikalık kesiti ulaşabilen Tojin Okichi’nin bahsi, imkansız zaman yolculuğuyla, insanı buruyor. Hayata kah karamsar kah neşeli bakabilen baş karakterimiz gayet ustaca yazılmış, ancak İthaki’nin sayfa kurgusunun göz yorucu olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Keşke daha önce aldığım Can edisyonunu iade etmeyip kendime kıyaslama şansı bıraksaymışım.

Johann Wolfgang Von Goethe - Kurnaz Tilki

Tıpkı Voltaire’in Micromegas’ta yaptığı gibi, Goethe de yüzyıllar öncesinden bugünün ve her devrin adamının (insanının) değişmez davranış modellerini mükemmel bir gözlem gücü ve işçilikle işlemiş, bu masalın içine yerleştirmiş. BAYILDIM. Tek eleştirim kitaba değil çağın bakış açısına yönelik: Bugün kedilerden bile daha sevilir hale gelmiş tilkinin zamane fabllarında çocuk aklına kurnazlıktan öte sinsilikle yerleştirilmiş olması. Bu öyküde de binbir dolapla, defaten, aynı insanları kandırmayı başarıyor ve özellikle sonlara doğru kahkahanızı tutamıyorsunuz. “Zaman değişti” temalı finale karşın bugün aynı teranenin sürüp gittiğini biliyor okuyucu. Güleriz ağlanacak halimize, diyerek bu güzel kitabı herkesin okumasını tavsiye ediyorum.

André Gide - Pastoral Senfoni

Yetişkin erkek ile genç kız ilişkileri, çoklukla da platonik biçimde, oldum olası edebiyatın ve sinemanın temel konularından biri olmuştur. Aynı biçimde baba ile oğulun aynı kızın peşinde koştuğu hikayeler de. Beyaz perdede Damage (1992) bunun çarpıcı bir örneğiydi. Genç kızın kör olduğu bir örnekse Sidney Poitier’in ne aşk ne de -Johnny Belinda gibi- duygu istismarı içeren A Patch of Blue’suydu (1965). Bu kitaptaysa din motifi -maalesef- fazlaca ön plana çıkarak akıcılığa ket vuruyor ve tuzsuz bir yemek sunuyor okuyucuya. Bildik klişelerin ustalıksız bir örgüsü, sonuçta raflarda korunacak bir eser sunmuyor benim görüşüme göre. Kızın 15 yaşında olduğunu da belirteyim. Ha, unutmadan, kitap günlükler şeklinde ilerliyor. Bu yönden kolay bir okunuş sunuyor.

Shiro Hamao - Şeytanın Çırağı

Temayı seven okurlara daha çok hitap edecek olsa da, özellikle ilk dosyanın akıcı anlatımıyla okuru saran, Werther’e bolca göndermelerle bir aşk cinayetini ardına dizen kitap, tatmin edici, sinemasal bir deneyim bırakarak, bir çırpıda sona eriyor. Japon Edebiyatı Serisi parçası olarak değil de, dediğim gibi, polisiye romanların bir parçası olarak düşünmek ve ona göre alıp okumak daha verimli olacaktır. Zira yerel değil evrensel temalar bunlar. ve gizem, her zamanki gibi, olayın değişmez bir parçası.

P.S. Editöryal hatalar kitapta mevcut, ne…ne… bağlacının olumsuz çatıdan atlayıp intihar etmesi gibi. Ardından gözyaşı dökmeyiniz.

Izumi Kyoka - Büyücü ve Diğer Gotik Öyküler

Keşişler, rahipler, cadılar… Kimi kısa kimi uzun fakat hiçbiri doyum sağlamayan, belki folklorunun gereklerini yerine getiren fakat genel edebiyat zevkine hitap etmeyecek öyküler antolojisi… Japon yapıştırıcısı bile dağılan kurguya kâr etmedi. Kısmet başka bahara.

Ueda Akinari - Yağmur ve Ay Öyküleri

9 öykülük derlemenin ismini sayacağım beşi gayet keyifli, dördü ise vasatın altında seyreden bir okumaydı: “Krizantem Vaadi”, “Rüyadaki Sazan”, “Kibitsu Kazanı”, “Yılanın Büyük Aşkı” ile “Yoksulluk ve Zenginlik Üzerine” öyküleri tek başına derlenseymiş daha dengeli bir antoloji çıkabilirmiş ortaya.

Keikiçi Osaka - Ginza Hayaleti ve Diğer Gizem Öyküleri

Sıradan bir Columbo bölümünün taklidi gibi, birbirinin aynı şekilde sonlanan öyküler. Şöyle ki; her öyküde sorumlu tutulan hayalet, polis şefinin, halktan birinin de yardımıyla vakayı çözüp sıradan bir katile indirgemesiyle son buluyor. Fowles’in sinemanın düzyazıya göre avantajlı olduğu söylemi kendini açığa çıkarıyor. İronik olarak, kitabın sonunda yer alan cümle benim ona ve ülke edebiyatına olan güvenime nükte taşıyor:

“Bu olaydan çıkarılacak çok ders var bizler için… İnsan kimseye körü körüne güvenmemeli.”

H. P. Lovecraft · Edebiyatta Doğaüstü Korku

Kitap feci derecede zengin bir eser havuzu sunuyor, ülkemizde çevrilmiş olanları da dipnotlarda belirtmişler çoğunlukla. Okunmayan eserler için spoiler da barındırıyor elbette. Benim de yavan bulduğum Otranto Şatosu’nun önemine karşın kötü bir eser olduğunun altını çizmesi hoşuma gitti. Başlığı atma sebebime gelelim: Sayfalarca irdelediği, gotik edebiyatın temel taşı Gezgin Melmoth’un halen dilimize çevrilmemiş olması büyük ayıp. Herkesin çocukluğunda bir şekilde yolunun kesiştiği Clementine’deki “ateş adam” Malmoth’un da adını buradan aldığını bilmeniz belki yayınevlerine baskı yapmanıza yarar diye düşündüm. Yayınevinin diğer araştırma kitaplarına nazaran dolu bir eser. Çeviriler, çeviri dili maalesef kötü bu kitaplarda, bu dahil. İsimler ve olaylar kurtarıyor bu eseri neyse ki. Türe ilginiz varsa edinilmeli, diye düşünüyorum. Raddcliffe, Bronteler, Poe ve daha niceleri. Yazarın modern takipçilerinden Arthur Machen’e özel bir ilgisi olduğu da görülebiliyor.

Osamu Dazai - Yeşil Bambu ve Diğer Fantastik Öyküler

Dazai’nin bu öykü antolojisini sevemedim. Koş Meloş’u da okuyacağım yakın zamanda. Akıcılık ve merak duygusunu tetikleyecek temalar bekliyorum öykü anlatısında. Çeviri de buna köstek olunca sonuç hüsran kaldı, kendi kıstaslarım adına.

Osamu Dazai - Koş Melos!

Tamamen Öğrenci Kız’ın Sinan Ceylan çevirisi için aldığım kitabın öncesinde yer bulan öyküleri, tıpkı Yeşil Bambu gibi, bana göre vasatın çok çok altındaydı. İlginç olan şu ki, İthaki’de İrem Akçay’ın çevirdiği metni "Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın"ın nefis mütercimi Ceylan’ın Öğrenci Kız çevirisinden çok daha doyurucu bir Türkçeye sahip. Can’ınkini vaktiyle alıp okumadan iade ettiğim için kıyasa katamayacağım ancak şu halde bu kitap bu raundu kaybetti. Dazai benden bu kadar.

8 Beğeni

Geçmiş incelemeleri eklemeye devam. Part 2.

Bram Stoker - Tuhaf Öyküler

Türe aşina gözler için doyurucu olmaktan uzak bir derleme. Falcı çingeneler, balçıkta büyüyen amipler, bedenden ayrı nefes alan organlar… Kulağa güzel geliyor ancak hem öykülerin gelişim süreci yavaş ve “tuhaflıklarla” kucaklaşma son yarıda ancak peydah oluyor (giriş öyküsüyle Bram Stoker’i istirham ederim) hem de yedi öykünün ikisinde görüldüğü üzere tekrar eden temalar seçilmiş. Baştan sona akıcı öyküler bulmak isteyenler için yetersiz bir tercih olacaktır.

Rudyard Kipling - H. P. Lovecraft’ın Favori Korku Hikayeleri

İki arada bir derede bırakan bir kitap: İçinde yer alan 13 öyküden sadece ikisi, yani 300 sayfanın 60’ını teşkil eden bölüm kayda değer ölçüde etkili. Ancak bu etki öyle yabana atılır cinsten değil: Her ikisi de birer arzu nesnesine sahip - Animula ve Clarimonda- biri su damlasının içinde, diğeri ise uğursuz karşı apartman dairesinde yaşıyor. Bir çılgın bilim adamı ve bir aşk kurbanı genci odağına alan bu öyküler, son derece akıcı ve merak uyandırıcı biçimde ilerliyor. Gerilim duygusunu ikinci yarısında nispeten kaybeden "Elmas Lens"e karşılık, günlükler şeklinde ilerleyen “Örümcek” giderek büyüyen dehşeti ve tekinsiz atmosferi iliklerinize kadar hissettirerek isminin hakkını veriyor. Bu iki öykü kitapta 4. ve 10. sırada yer alıyor. Daha kısa yahut daha dengeli bir antoloji içinde yer alsalar gözü kapalı tavsiye edeceğim öyküler, şu halde 300 sayfalık bir kitabı muhafaza etmeye yeterli olur mu, işte günün sorusu.

Not: Elmas Lens, yazarın yine Laputa’dan çıkan “Keramet Ustası” öykü derlemesinde de yer alıyormuş.

Maurice Level - Cehennemin Kapıları

“Mahsur kalmak” diyebiliriz, kitaptaki öykülerin ortak noktasına. Hapishane hücresinden kuyulara, kaybedilen gözlerden en yakın dost ile aldatan eşe, zindan olan yaşamlarla, dilencilerle, kasıtsız cinayetlerle, insanın kendi cehenneminde yani vicdanında ve çaresizliğinde yatıyor isminin gizi; bu kısa öykülerle dolu antolojinin. Öykülerin bu kadar -hiçbiri 10 sayfa sürmüyor- kısa olmasının bir dezavantajı, yukarıda saydığım temaların birçok kere tekrar edilmiş olması. En çok aklımda kalanlar, başta, sonda ve ortada yer almak suretiyle; “Bıçak Hakkı”, “Horoz Öttü”, “Duvar Saati”, “Tahsildar”, “Bir Manyak” ve kitabı beklenmedik bir duygusallıkla kapatan “Baba” oldu. Tek bir kalemden 26 öykülük derleme tek bir ciltte kütüphanenizde rahatlıkla yer alabilir, diye düşünüyorum. Son tahlilde, ara ara açıp okunabilecek, ortalama bir eser.

Caroline Taylor Stewart - Kurt Adam Batıl İnancının Kökeni

20 sayfası inceleme, 40 sayfası notlardan teşekkül, çerezlik bir kitap. Kuzey Amerika Kızılderilileri ve Cermenler merkezde olmak üzere, 4-5 maddede inancın kökenine sebepler sunulmuş ama bana göre doyurucu olmaktan uzak bir çalışma olarak kalmış. Beklediğimi bulamadım.

Agnes K. Murgoci · Romanya’da Vampir

Romen kültüründe vampir inanışları, ölüm ve ölü gömme gelenekleri kitapta mercek altına alınıyor. Bildiğinizin dışında, kimi zaman saçma bulabileceğiniz inanışlar da mevcut, eğer ki bu mitosu yüceltecek bir kaynak arıyorsanız bu kitap size göre değil. Derinlemesine bir araştırma da yok, çerezlik, ince bir eser.

Emily Gerard - Transilvanya Batıl İnançları

Üç çeşit batıl inançla açıyor sayfalarını kitap: Yerlilerin, Saksonların ithalinin ve gezici karavanlarıyla serseri çingenelerin. Bu sınıflandırmadan sonra, hurafe diye bildiğimiz onlarca yerel inanışa kah madde madde kah yaşandığı söylenen vakalarla göz gezdiriyoruz. Bu seriden edindiğim üç kitap da beni doyurmadı, dolayısıyla öneremiyorum. Bol bol alıntı girdim, herhalde içeriğe dair fikir verecektir.

Yankı Enki - Maskenin Düştüğü Yer

Çok başarılı bir derleme. Yazarın kaleme aldığı ana başlıkları şöyle bir sıralarsak;

Gotik edebiyat ve bunun içinde Fransız İhtilali Dönemi giyotin edebiyatı, hayaletler, Hugo ve Dumas;
Hayal kurucu ile rüyagören arasındaki temel farklar ve bunun sanata yansıyışı, fantastik, Goya;
Maupassant ve korku edebiyatına bıraktığı miras;
Frankenstein, ölümsüzlük, Dracula, evsiz yabancı, Mary Shelley, Jane Austen;
Gotik mekan, mimari, Vathek, X, The Invisible Man, Lovecraft, De Quincey;
Ev, The X-Files, Poe;
Kurtadam, Underworld, Van Helsing, Moonlight, Twilight;
Maskeler, Jekyll ve Hyde, Jung, Avrupa (Batı) ve Türkiye (Doğu).

Bu başlıklarda Polidori’nin Vampir’inden Dr. Moreau’nun Adası’na yine pek çok eser ve sanatçı satır aralarında geziniyor, bin katırla koşturduğu okuru bin satıra bölerek nihai uyuşukluğundan kurtarıyor. “Benim” diyen pek çok araştırma kitabından daha doyurucu, faydalı bir kitap yaratmış yazılarıyla Enki.

Gotik olsun, korku olsun, bilimkurgu olsun, fantastik olsun, kitaplığınızda ayrıksı bir “tür” rafı barındırıyorsanız, kesinlikle yer vermeniz gereken bir kitap, kaynak olacaktır “Maskenin Düştüğü Yer.” Kesinlikle tavsiye ediyorum.

Voltaire - Candide Ya Da İyimserlik

Candide, Voltaire’in hiciv sanatını üst perdeden konuşturduğu pikaresk bir serüven. Yolculuğun kendisi bir heyecan dalgası; karadan denize, zenginlikten fakirliğe, El Dorado’dan Türkiye’ye, birbiri ardına katılan yoldaşlarıyla Candide, gönül verdiği kadına dönmek için türlü badireler atlatır, birbirinden renkli insanlar tanır. Voltaire’in konuşturduğu karakterler satır aralarında filozofun çokça aşina olduğumuz fikirlerini sunarlar, pekiştirirler; biz düşünce seline kapılıp gittiğimizi biliriz.

Geçerliliğini bugün bile koruyan, bireye ve toplumlara dair kimi saptamalar gerçekten dudak uçuklatırken, yazarın neden Aydınlanma’nın sembolü haline geldiğini ve bugün dahi süregelen şöhretini altında ezilmeyen kaleminin coşkusunu rahatlıkla görebiliyorsunuz.

Jerome K. Jerome - Bir Kayıkta Üç Kafadar

Bir sinefil için müthiş bir kaynak: İngiliz kara mizahının inceliklerini kâh Monty Python ekibinden kâhsa gerçek hayattaki dostlardan ilham almakla Larry David ve Seinfeld ekibinden çok önce, Frasier ve Niles Crane kardeşlerin refahına yaraşır bir zenginlikte bizlere sunan yazar, İngiliz günlük yaşantısının vazgeçilmezi can dostu köpeği de D’Artagnan kontenjanından romana dahil ediyor. Yer yer tabiata ve insana dair duygusal ve dramatik pasajların kendini göstermesine rağmen kitap gücünü Buster Keatonvari bir soğuklukta anlatılan durum komedisinden alıyor.

O kadar çok anı var ki, not almadan hatırlamanız mümkün değil: Hastalık hastası evhamından kokmuş peynirin yolculuğuna, bavul toplamaktan meteoroloji tahminlerine, konserve kutusundan it dalaşına, kıymalı börekten cep saatine, boydan fotoğraftan banjo resitaline, han duvarındaki alabalıktan nehirde yenen küfürlere, kimi dört-beş sayfayı bulan, ardı ardına dizilmiş kahkaha tufanı, arada “200 yıl sonra bu sıradan eşyalar gelecekte sanat eseri mi sayılacak?” gibi kehanetler de mevcut. Yazarın sıklıkla dile getirdiği iş disiplini is günümüz stand-up sanatçılarının ciddi yüz ifadesiyle bizlere sunduğu "one-liner"ların atası gibi.

Voltaire - Safdil

Voltaire’in diğer kısa romanlarına nazaran zayıf kalışını ikinci yarısında karakterin “talihli” serüvenler komedyasından aşıkların trajedisi içine düşmesine borçlu görünen Safdil, bugün klişeye dönüşmüş kimi bölümlerinin, yazarın her daim güncel kalan görüşlerine karşın, eskimesinin sıkıntısını taşıyor: Kocasını kurtarmak için "ahlaksız teklif"i kabul etmek zorunda kalıp yataklara düşen kadın gibi. Zindanı dar olmaktan kurtaran bilge mahkum da daha sonra Monte Cristo Kontu ve Kelebek gibi eserlerde sıklıkla karşımıza çıkacak. Sonraki eserlerle kademeyi yükseltmek adına yazara giriş seviyesi olarak okumak doğru bir tercih olabilir.

Voltaire - Sadık veya Kader

Sadık, pikaresk anlatısıyla kendisinden sonra gelecek Candide ya da İyimserlik ile yoğun benzerlikler taşıyor fakat kesinlikle bir taslak vasfında değil. Rastgele gelişen olaylar dizisinde detaylar birbirine öyle güzel bağlanıyor ki, eserden aldığınız lezzet son lokmada tepeye varıyor. “İyilik yap, kötülük bul” ile yolumuza devam ettiğimiz macerada bizi Hızır ile Hz. Musa kıssasından alışık olduğumuz bir ters köşe de bekliyor. Voltaire’in günümüzde geçer akçe metinlerinden herhalde ülkemizde en çok saygı duyulacak olanı da bu kitapta geçiyor: Kocasından ölümüne dayak yiyen kadını kurtaran kahramanımız ondan saygı görmek yerine ağız dolusu küfür yiyor! Felsefi derinliği bir yana, bunu aktaracağı romana kurduğu çatıda bile ustalığını konuşturan büyük düşünüre, üç asır sonra hâlâ insanlığın yolunu aydınlattığı için şapka çıkarmak gerek. Hayran kalmamak mümkün değil. Eserlerini gerek dipnotları gerek akıcılığıyla en titiz biçimde dilimize kazandırmış Berna Günen’e de çevirilerinden dolayı teşekkürü borç biliyorum.

Victor Hugo - Bir İdam Mahkumunun Son Günü

Victor Hugo kitaba öyle bir girizgâh döşüyor ki, tarihin kanlı meydanlarında düzenlenen bu gösteriye ön sıradan tanık olmakla kalmıyor, hep şehir efsanesi olarak duyduğumuz “bir türlü ölemeyen” kurbanların kan donduran trajedisine şahit oluyorsunuz. Hugo’nun idam karşıtlığına tanık göstermek için çağırdığı tarihin hayaletleri Dumas’ın sayfaları (Binbir Hayalet) arasına karışırken, biz tek bir kişinin iç çatışmalarına tanık olmak üzere, romana girişiyoruz. Claude Gueux’un aksine, “aramızdan biri” olması adına karakter eksiltme zirveye çıkmış, ne adamın ne suçunun adı konmuştur. Birini öldürmüştür ama saikler belirsizdir. Gorki’nin Ana’sında defterine at çiziktiren hakim gibi, kanun soğuk ve kibardır (Voltaire’in kalemiyle “kibar namussuzlar!”), düşünülmesi gereken geride kalan, kederinden ölecek eş ve anadan öte, yetim kalacak, belki de (büyük olasılıkla) babasından yiyeceği damga ile hayatı şimdiden buruşturulup çöpe atılmış küçük Marie’dir. Romantizm akımını iliklerinize kadar hissettiğiniz eserde, duyguları nasırlaşmış rahipten “son dakika piyangosu” jandarmaya, kürek mahkumlarından “bir sonraki” idamın neşeli ve yorgun eşkıyasına, hikayeye katman katman eklenen karakterler içsel yolculuğa eşlik ediyor ve “insanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar” ile özetlenecek, içimizdeki en ilkel korkuya davet çıkarmak üzere, gotik edebiyatın giyotinle dilinmiş sayfaları arasına eklemleniyorlar. İsimsiz kahramanın kürek mahkumiyetine tercih ettiği idam cezası gibi bizler de kırk katır yerine kırk satırı tercih edişimize, kasapların elindeymişçesine, bin pişman olacağız. Hugo’nun daha sonra kaleme alacağı eserlerinin ismen de olsa satır aralarında geçmesi gülümsetirken, her ayrıntısını betimlediği sekiz metrekarelik zindandan gözlemine bizi ortak ettiği kürek mahkûmlarını da (Ben-Hur 'a selam olsun) usta bir kalemin elinden doyamadığımız sayfalar boyu ete ve kana bürüyor, “keşke,” dedirtiyor, “bir uzun öykü de onlar için yazsaydı!” Kitabın yazımındaki ve birebir duygu aktarımındaki ustalığı bir yana, birçokları tarafından çeviri dili eleştirilen Volkan Yalçıntoklu’nun Hugo’nun diline hakimiyetinin hakkını vermek gerek. Her şekilde, gerek klasik gerek romantik gerek gotik edebiyat, gerekse tarih meraklısı olun, kütüphanenizin baş köşesinde yer alması gereken bir eser.

Alexandre Dumas - Binbir Hayalet

Gotik edebiyatın giyotin sehpasından doğduğu yıllarda kaleme alınmış Binbir Hayalet, tıpkı Lord Byron, John William Polidori, Percy Bysshe Shelley ve Mary Shelley’in toplanıp birbirlerine hikayeler anlattıkları gecedeki gibi, her bir anlatıcının başından geçen doğaüstü olayları aşırıya kaçmadan hikayeliyor: Kesildikten sonra yaşamın son bulmadığı kafalarla anılagelen kitabın finali ise daha vurucu: Tek başına Olalla’yı nakavt eden benzer hikayede lanetli bir aile ve vampir unsurları var, yetmiyor, Dumas’a özgü swashbuckler kılıç düellosu görüyoruz, biri ölü biri canlı iki kardeş arasında. Ve elbette bir kadın, paylaşamadıkları. Zaten en uzun bölüm de bu ve tek başına bir novella bile olurmuş. Bu beklenmedik tür kaynaşımı kitabın ederini bir gömlek artırıyor.

Tormesli Lazarillo

İlk pikaresk roman olarak edebiyat tarihinde yer bulan Lazarillo, ilk 3 bölümüyle Don Kişot’a denk akıcılıkta bir serüven sunarken, kimilerine göre 7 Ölümcül Günah’a tamamlanacak yedi bölüme ulaşmak üzere eklenen dörtte birlik ek bölümde maalesef bu titrini yitiriyor ve ilk dörtte üçlük kısmıyla başyapıt olabilecekken, şu halde bayat çayla kapanış ikramı yapılan güzel bir yemek olarak kalıyor.

Kör sahiple geçen ilk bölüm zaten başlı başına Oliver Twist’ten iyi. Papaz sanıyorum kitabın anonim olarak yayınlanmasına sebep olacak şimşekleri üzerine çeken bölüm. Fakir ama gururlu asilzadeyle sonlanan üçüncü bölüm, kitabın pik yaptığı, bana göre final olmayı hak eden kısım. Zaten sonrasında ilki tek sayfalık 4 bölüm var ve hepi topu 16-17 sayfa. Oysa ilk 3 bölüm 51-52 sayfalık bir hacim teşkil ediyor. Dolayısıyla, burada da bir orantısızlık var: Her şekilde, ya başka kalemler tarafından ya alelacele bitsin diye başkaca bir zaman (doğaçlamayı kesen zamanaşımı) ele alınmış bir bölüm hissiyatı veriyor bu “yama gibi duran” kısım. 10 puanlık bir kitap olacakken 8’de kalıyor: Zaten Goodreads’teki 3.49 düşük puan ortalaması da bu savımı kanıtlıyor.

Chaplin’den Kemal Sunal filmlerine kadar esin vermiş açıkgöz karakteriyle her sinefilin ve kitapseverin tanışması gereken bir genç Lazaro. Keyifli okumalar diliyorum.

Fitz James O’Brien - Keramet Ustası

H. P. Lovecraft’ın Favori Korku Hikayeleri kitabında Elmas Lens’i çok beğenip fazlasını umarak aldığım bu kitapta çevirinin de kösteğiyle aradığımı bulamadım: Vision’u vizyon (“sana yemin ederim Hammond, bu bir vizyon değil”, s.127), Crystal Palace’ı kristal saray (günümüzde Kristal Saray’a ait bir alana dönüştürülen…", s.79) gibi tarzanca çevirmek bir yana, Liszt’i Listz olarak basmak (s.14), editörlük adına benim gözümde facia. Sefiller olsaydı bu kitap yine rafıma koymazdım. Franz Liszt’i de tanıyın be kardeşim. Tavsiye etmiyorum. Zaten Elmas Lens de direkt diğer kitaptan metin olarak çekilmiş. Gidip onu alın, en azından içinde “Örümcek” var.

Bram Stoker - Dracula’nın Konuğu ve Diğer Tuhaf Öyküler

Kara Çınar serisinden çıkan Tuhaf Öyküler antolojisinde “Bir Çingene Laneti” öyküsünü beğenip fazlası için bu kitabı edinmiştim fakat hayret-i muciptir ki, mütercimin çeviriyi biteviye, mutmain gibi sözcüklere boğmasından sebep gram lezzet alamadım. Poe öykülerinden ve Black Sunday filminden fırlama Kızılderili Kadın ile Habil ile Kabil hikayesi Abel Behenna’nın Gelişi hikayelerinin bile keyfini çıkaramıyorsunuz. Kitabın sonlarına geliyorum, mesela, şu cümleye bakar mısınız: “Arzın esfeline itilmiş ruhu direngen bir kuvvetle bir kez daha eşrefe değin sıçramış gibiydi.” İşin kötüsü birkaç cümlede bir aynı kalıplar (x’ten sebep) kullanılıyor, hatta üç cümle art arda aynı kelimeyle biten yahut ikili öbeklerin ardı sıra cümlelerde yinelendiği durumlar görüyoruz: Bu da bize çeviri dilinin ağdalı olmasından da kötüsü, çevirmenin zengin olması gereken kelime haznesinin sığlığına işaret ediyor. Velhasılıkelam, Stoker’den bile önce bir zamandan ışınlanıp gelmiyorsanız, çeviri dili bu öykülerden alacağınız keyfe ket vuracaktır. Değerlendirmenizi de en az 3 puan aşağı çekeceğini söylememe herhalde gerek yok.

Not: Gaddar Öyküler kitabını da aynı isim çevirmiş, ama onda bu durumu yaşamamış, aksine çok keyif almıştım. Bunu da belirtmiş olayım.

H. G. Wells · Zaman Makinesi

Wells bana göre - hemen tüm eserlerinin ilk uyarlamalarını izlediğim için olsa gerek- fikirleri perdede daha başarılı işleyen bir düş adamı (Dünyalar Savaşı hariç). Bu kitabın da neredeyse tek sekansıyla En İyi Görsel Efekt Oscarı 1960 film uyarlaması, esere oldukça sadık kalmakla beraber, onu okumadan seyretmeniz halinde de, tüm detayları üstüne leziz bir görüntü yönetmenliğiyle sunuyor. Gelecek tasvirleri bir yana, kitabın müzik sanatına bir katkısı da Eloiler elbette: Alman space rock grubu Eloy ismini buradan alıyor.

Leonid Andreyev - Yahuda İskariot

Şeytan’ın aslında Tanrı’yı en çok seven melek olduğu inanışına paralel bir savı öyküleyen Yahuda İskariot, baş kişisini İsa’nın öğrenci/havarilerine duyduğu kıskançlık ekseninde konumlar. Yer yer bu “diğerler” kümesinin iradeden yoksun oluşundan dem vuran Yahuda nihayetinde İsa’nın yanında “kendince” yer almayı başaracaktır. Hıristiyan misyonerlerin kendi inançlarını gittikleri yerlerin mitolojilerine yerleştirdiği bilinen bir olgu, işbu nedenle şu kitapta yazılanları animasyona da uyarlanan Thor - Loki mini serisinde de görmek kimseyi şaşırtmayacaktır. Velhasılıkelam, edebi lezzetten çok bir “what if” bakış açısıyla okunacak bu novella için eklenecek çok bir şey yok. Rusça tercüman Mustafa Kemal Yılmaz kendi yetkinliğini Yahuda’nın diline dökerek akıcılığı perçinlemede ustalıkla kullanmış. Andreyev külliyatını sevenler için kütüphanede bulundurulabilecek bir eser.

Leonid Andreyev - Kızıl Kahkaha

Fowles 60’larda yazdığı denemelerinde sinemanın edebiyattaki betimlemeleri çok daha iyi resmettiğini, bu nedenle artık roman yazmanın eskisinden daha zor olduğunu belirtir. Bu kitabı okurken aklımda sürekli Kubrick’in "Paths of Glory"de bu dehşeti kanlı canlı önümüze “zaten” sunmuş olduğu kıyası geldi.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Kendim sürgün bölgesinde askerdeyken içinde bulunduğum ruh hali neticesinde dışarıdaki -çoğu arayıp hal hatır sormamış- arkadaşlarımın gündelik konulara takılır biçimde yaşantılarını sürdürmeleri bana oldukça saçma gelirdi. Tamamen izole, özlük hakları devredilmiş biçimde, bambaşka bir dünyada, kafada yaşıyordunuz günlerinizi, her biri döndüğünüzde adapte olmanın üstüne konan bir taş ağırlığında… Oradayken “Nefes” adlı kışla filmini izlemek istemelerini anlamlandıramadım arkadaşların çünkü zaten "siz"i anlatıyordu, bırakınız başkaları sizi merak etsin, o yaşamı simüle etsindi. Şimdi ancak empati kurabilirim o dönemde yaşamış "bizler"e, çünkü gömlek değiştirir gibi kimlik değiştiriyoruz her saniye “The Prestige” illüzyonu misali yeniden doğan bedenimizle ve ölüp dirilen, değişen, evrilen ruhumuzla.

Şimdi, bu halim bana diyor ki: Bu kitap altıncı bölümdeki hastane sekansıyla pik yapıyor, evde geçen iki bölümü takiben, son iki bölümde yeniden savaş alanı ve nihayetinde -leitmotiv gibi- akış boyunca yinelenen "ev özlemi"nin kızıl kahkahaya bulanması ile son buluyor. Burada da “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” ile “Askerin Türküsü” çağrışıyor gözümde. Yine daha iyi anlatımlar, örnekler. Ha, bir günde deliren ve topluma karşı yürüttüğü anarşik savaşı bir yüzyıla yakın süredir sürdüren “The Joker” karakteri de (Hugo’nun "The Man Who Laughs"unun '28 tarihli uyarlaması esin verir ona da) baskın çıkıyor zihnimde yer etmiş ve artık edebi külliyatın bir parçası olmuş onlarca hikayesiyle.

Velhasılıkelam, zaten merdümgiriz (mizantrop) bir insana dönüştüğüm için bende şok edici bir etki uyandırması imkansız (nihil admirari) bir öyküydü “Kızıl Kahkaha”. Yedi bini aşkın filmden ve beş yüzü aşkın diziden sonra okumaya tekrar dönmüş olmamın kaçınılmaz kıyasları etkilidir ancak hiçbir sinemacının da Hugo, Voltaire gibi kalemleri perdede o ustalıkla resmedemeyeceği vaki, karşımızda bir başyapıt yok bu minvalde. Ayrıca insanlık tarihinin savaşlardan ve bunların romantize edilmesinden ibaret olduğunu düşünen ve bunlardan fazlaca yorulan bir beyne, tıpkı dini yahut politik kaygılı kitaplarda olduğu gibi, dönüp dönüp aynı hikayeyi milyonuncu kez dinlemenin bıkkınlığı kalıyor geride.

Jack London - Kızıl Veba

London’un diğer eserlerine nazaran ayrıksı bir yerde duran bu kıyamet sonrası romanı, bir yandan onun natüralist ve romantik doğasını bünyesinde taşırken, diğer yandan yüz yıl sonrasının dünyasına ve toplumlarına dair hayranlık verici tespitlerde bulunuyor: Dünya nüfusundan tutun da sadece 8 yıl sonrasında hortlayacak pandemiye kadar. Burun ve kulak deldirme kısmına hiç girmiyorum. Bu elbette bir bilimsel çalışma değil, içinde enfes bir anlatı gücü var, öyle ki, bolca filme çekilen Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı’ndan çok daha sağlam bir sinematik malzeme sunuyor (zaten günümüz zombi dramalarıyla yolu bolca kesişiyor).

Geriye dönük anlatı zaten kafadan açılış sekansı. Tüm bu ıssızlığın ardında, geçmişte yatan ve kıymetini bilmediğimiz bolluk (Soylent Green), adaya düşen grupta uşağın soylu kadının aşığı olması (Male and Female, 1919; Cecil B. DeMille - fakat orada şiddet değil romans vardır), nereye bassanız altında can çekişen ölüler (The Walking Dead), tümünden daha korkuncu cehaletin pençesinde kibire boğulmuş genç kuşak (bugünün bilgi çağında fark varmış gibi)… London hikayesini 60 sayfa içinde öyle sıkı örüyor ve hünerini yarının dünyasını resmetmekte öylesine döktürüyor ki, başka bir kitap yazmasaydı da, tek başına şununla yaşayan bir kalem olurdu diye düşünüyorum.

Daha önce okuyup da inceleme bırakmadığım kitaplarını da -diğer kimi yazarlarla birlikte- tekrar elden geçirmek ümidiyle, London’u saygıyla selamlıyorum.

Leonid Andreyev - Şeytan’ın Günlüğü

Death Takes a Holiday ve yeniden çevrimi Meet Joe Black’te işlenip daha sonra Lucifer dizisinde hizmetkarını da yanına katmasıyla perçinlenen klişede şeytanın yeryüzüne tatile indiğini çokça izlemişizdir. Bunun yazın edebiyatında karşılığını bulan örneklerinden, bu bitmemiş kitapta Bakire Meryem - Fahişe Kompleksi’ne de göndermeler katılarak, yine günümüz seyircisi için Chinatown veyahut Eşkîya gibi tanıdık filmlerde dahi işlenen başka bir “twist” ile Şeytan sudan çıkmış balığa dönüyor ve intikamını alamadan, Şahane Hayat’ın Bay Porter’ini aratmayan esas kötümüz Magnus’un tiradıyla kapanış yapılıyor. Andreyev’in Kızıl Kahkaha ve özellikle Yahuda İskariot’ta da bolca kullandığı iç monologlar burada okumayı sekteye uğratan bir unsura dönüşmüş. Zira Magnus ile Şeytan’ın kedi-fare oyununu andıran diyalogları romanı sürükleyen belki de yegâne faktör. Hâl böyleyken tansiyon bir yükselip bir sönüyor ve yemeği sıcak yeme şansına bir türlü erişemiyorsunuz. Yeryüzünde güçlerini de kullanamadığı için aslında Şeytan’ın, dolayısıyla romanın fantastik bir yönü bulunmuyor; bu sebeple okuma yapmak isteyenleri özellikle bu hususta uyarmak gerektiğini düşünüyorum. Felsefik boyutunda, zaten üstüne onlarca eser yazılmış bir tema, sadece bir çeşitleme olduğu bilinciyle okunursa daha çok keyif alınması mümkün olacaktır. P.S. Çevirmenin Andreyev üzerine verdiği bilgilere ayrıca övgü düzmek lazım. Rus edebiyatının nasıl bir eleştiri gücüne maruz kaldığının da altı özellikle çizilirken, Gorki, Tolstoy ve nicelerinin yazara bakışı da roman öncesinde mercek altına alınıyor.

Daniel Defoe - Veba Yılı Günlüğü

Kitap gerek aldırdığı notlar, gerekse bitirmem akabinde yazmama müsaade etmeyen iş yoğunluğu nedeniyle epey bir zamanıma mal oldu, işbu nedenle okuduklarımı unutmamak adına aldığım kısa notları aktarmayı kendi yorumuma öncelik tutuyorum. Zaten kırka yakın alıntı aktardığım için bunları özet geçiyor ve uzun kimi sinematik anları da okumasını okura bırakmak üzere üstünkörü paylaşıyorum.

Salgın özellikle Ağustos-Eylül aylarında Londra’yı kasıp kavurmuş.

Belediye, sulh hakimleri ve dahi sahipsiz mallar kendisine ait olmasına karşın bunları belediyeye hibe eden kral sayesinde yoksullara yardım eli hep uzanmış, gıda stoku tükenmeyip, ölü sayısına rağmen sokaklar temiz kalmış. Kurulan veba evlerinde de üst düzeyde bakım sağlandığı için buradaki kayıplar dip seviyede kalmış.

O zaman da tam kapanma sırasında çok sayıda ihlal yaşanmış. İnsanlar gerek bıkkınlıktan gerekse cehaletten bir süre sonra tamamen boşlayıp salgını tekrar canlandırmışlar.

Denizde olanlar yakayı kurtarmış. Kıyı ticareti de kenti besleyen bir damar olmuş. (S.237)

Türkler ve Müslümanlar ihmalin, umursamazlığın ve kaderciliğin birer sembolü olarak kitapta anılıyor.

Çok sayıda hayvan itlaf edilmiş. Her hanede 5-6 kedinin yaşadığı bu dönemde 40 bin kadar köpeğin ve 200 bin kadar kedinin öldürüldüğü söyleniyor.

Emziren annelerin ve bebeklerin kaderini açık açık yazmaya gerek yok.

Sirke ve kömür, tütsü vb. kokular tercih edilmiş korunma yöntemlerinden kimileriymiş (S.214, 236).

Pazar yerleri sağlıklı insanları evlerine ölümle geri göndermiş.

Etkinlikler iptal edilmiş fakat borsa açık kalmış.

Hastalık bulaşmış her ev işaretlenmiş.

Sahte doktorlar, falcılar, şifacılar, her türlü şarlatanlar yine her dönemde olduğu gibi insanların zaaflarından faydalanmış. Abrakadabra yazılı muskaları (binom piramidi gibi her satırda bir harf azaltılarak) boyunlarında taşıyan insanlar olmuş. Salgın öncesi kayan kuyruklu yıldızın da nasıl bir inanışa yol açtığını söylemeye gerek yok. Tam kapanmada kapılara dikilen bekçilerin hakaretamiz davranışları nedeniyle yoğun öfke seli oluşmuş, öyle ki ölümlerine dair soruşturma dahi açılmamış. Hakimler atlarıyla kapılara kadar bizzat kontrole gelerek işlerini layıkıyla yapmışlar. (S.152-153-217) Halkın bağışlarından da övgüyle söz ediliyor. (S.91-93) Salgın şehrin bir kesiminde hızlanıyorken diğerinde yavaş ilerlemiş, yazar bunun Tanrı’nın lütfu olduğu inancında (S.181) Boşvermişlik öyle bir raddeye gelmiş ki, fil mezarlığı gibi, insanlar açılmış çukurlara kendilerini bırakıp oracıkta ölüvermişler. Arada çarpıcı insan hikayeleri de var. Bunlardan bazıları: Halkın sevgilisi haline gelmiş bir kavalcı bir balyanın üstünde sızıp kaldığı bir gecenin sabahında öldü zannedilip vebalı cesetlerle birlikte at arabasına atılmış. tam gömülecekken uyanmış ve çevresindekilere şok yaşatmış. (S.87-88) Başka birinin söylenceye göre başı omuzlarının arasına değin gömülmüş, yüzü öne doğru bakarken köprücük kemiklerine yaslanıyormuş. Bir yıl kadar sonra da ölmüş. (S.116) Farklı sebeplerle sağlık sorunu yaşayan bir aile karantinanın bitmesi akabinde tekrar ve tekrar eve kapatılmış, bu şartlar yüzünden sürekli hastalanmışlar ve gerçekte veba olmadıkları halde eve gelen doktorların vb. yüzünden hastalığı kapıp ölmüşler. (S. 155) 156. ve 157. sayfada iki şok edici olay karşılıyor bizi: Biri gece vakti vebalı biri tarafından öpülen kadın, diğeri ise bir aile üst katta yemek yerken koşarak evlerine girip merdivenleri çıkarak veda etmek istediğini söyleyen bir adamın “nereye gittiği” sorusuna “ölüyorum, vebalıyım” yanıtı vermesi akabinde yaşananlar. Kimi 30 sayfa süren birkaç sıkıcı insan hikayesi var, bunlar kitabın dörtte birini işgal ediyor. İlk 30 sayfayı da katarsak, 240 yerine 150 sayfaya inse daha dengeli bir metin olurmuş. Yazar kaderciliği Doğu inanışıyla bağdaştırsa da, özellikle son bölümde vebanın bitişini Tanrısal bir dokunuş olarak paragraflarca yorumlaması ve dahi bu şekilde kapanış yapması, maalesef kitabın bütününü nesnel bir belge olmaktan çıkarıp, tarihi roman havasına bürüyor. Zaten türüne dair farklı görüşler mevcut. Fakat yukarıda andığım detayların her biri, hem 400 yıl sonra güncelliğini koruyan sosyolojik olgular olmanın ötesine geçiyor hem de kan donduran, sinema salonunda dahi sizi bugün koltuğunuzdan zıplatabilecek anlar mevcut: Özellikle “yemeğe gelen misafir” anı unutulacak gibi değil. Ayrıca Camus’un Veba’sının Defoe’nun önsözüyle başladığını da hatırlatmam gerek. İşbu sebeple, her kütüphanede bulunması gerektiğinin elzem olduğunu düşünüyorum. Yanlarına Jack London’un Kızıl Veba’sını da katmanız yerinde olacaktır. Not: Kantemir’in çevirisinin esas metnin sıkıntılı gramerini daha okunur kıldığı söyleniyor. O kısmı bilemiyorum fakat çeviri dili gayet leziz. Oradan da bir gömlek yükseliyor kitap.

Albert Camus - Veba

Veba’yı Jack London’un Kızıl Veba’sı ve Daniel Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü’nden sonra okudum. Zaten bu son kitaba atıfla, Defoe’dan alıntıyla başlıyor kitap. Fakat bu iki kitap ardı ardına okunduğunda, neredeyse aynı kitabı özetiyle okumuş gibi oluyorsunuz. Farklar var elbet: Defoe kalemini Tanrı için yorarken, Camus vebanın içimizde bizi kemirmekte olan çürümüşlüğün ta kendisi olduğunu sıklıkla dile getiriyor. Benzer görüşlere hakim bir okuyucu iseniz de size yeni bir perspektif sunmuyor. Hatta ben “diğeri varken neden değerli zamanını bu kitap için harcamış?” diye içlendim bol bol, üçlemenin ikincisinden sonra grip kapıp hasta olan bünyem bir an önce yeni ufuklara yelken açmak istiyordu lakin aynı anlatıya dönüp dönüp durmak oldukça yordu. Biri İngiltere’de biri Fransa’da, farklı zamanlarda peydah olan iki salgına dair bu iki kitapta benzer ifadeler de mevcut. Defoe bu örneklerde çok daha çarpıcı bir anlatıma sahip, bunu yineledikten sonra örneklere geçeyim: Defoe’nun kitabında bir gece vakti bir kadının vebalı olduğunu söyleyen biri tarafından kıskıvrak yakalanıp öpüldüğü ve kadının yaşadığı şok anlatılıyordu. * Camus’un kitabında 80. sayfaya bakıyoruz: “Cottard’da vebaya dair doğru yanlış hikayeler pek çoktu. Anlattıklarına göre, şehir içinde bir sabah veba belirtileri taşıyan bir adam, hastalığın sayıklamaları arasında kendini dışarı atmış, vebaya tutulduğunu bağırarak karşısına çıkan ilk kadını kucaklamıştı.” “Ne var, herkesin başına gelebilir”, “tek salgına özgü bir vaka olmak zorunda değil” diyebilirsiniz. O halde şunu ileri sürerim: Daha önce anlatılan, salgına yönelik bir tanıklığı, kendi anlatısı için kullanmak özgün bir kalem için kabul edilebilir midir? Üstelik Nobel’i bununla almışsanız. Devam ediyorum, Defoe’nun kitabında 78. sayfadaki anlatıya bakalım: Bir gün Lothbury’deki Token House Yard’dan geçerken başımın üzerinde birden bir pencere açıldı ve bir kadın üç kez tiz bir sisle çığlık attıktan sonra, “Ah! Ölüm, ölüm, ölüm!” diye benzeri duyulmamış bi şekilde haykırdı. Dehşet içinde kaldım, adeta kanım dondu. Sokakta başka kimse yoktu, açılan başka pencere de olmadı… İnsanlar artık ne olup bittiğini merak bile etmiyor, kimse de kimseye yardım etmiyordu. Ben de yoluma devam edip Bell Sokağı’na geçtim. Tasvir çarpıcı, olayın sonrasında olanlarla zenginleştirilmesi etki gücünü artırıyor. Camus’un eserinde 113. sayfaya geliyorum. Buyrun: “Salgının seyre değer dokunaklı manzaralarını kaydetmekteydi. Örneğin, tenha bir mahalleden geçerken bir kadın, kapalı panjurları açarak pencereye çıkmış, iki acı çığlık attıktan sonra, panjurları karanlık odasının üzerine yeniden çekmişti. Tarrou, eczanelerde nane pastillerinin tükendiğini, çünkü bazı kimselerin muhtemel hastalık bulaşmasını önlemek için bu pastilleri emdiklerini de not etmeyi unutmamıştı.” Olay neredeyse birebir aynı. Sonrasındaki cümlenin ilgisizliğiyle, etkisi de Hitchcock’un “gerilim ve şaşırtmaca” örneğindeki gibi, kısa sürüyor. Kurgu veya değil, Defoe’nun öykülemeleri çok daha başarılı. * ilk örnekteki paragrafı da buldum, 156. sayfaya bakalım: “Söylenenler doğruysa varlıklı bir Londralının eşi olan zavallı bir talihsiz hanımefendi, böyle bir mahluk tarafından Aldergate Caddesi veya civarında öldürülmüş. Besbelli aklını kaçırmış olan adam sokakta şarkı söyleyerek gidiyormuş. İnsanlar sadece sarhoştu diyor, ama o kendisinin vebalı olduğunu söylüyormuş ve açıkçası doğrusu da bu gibi görünüyor. Hanımefendiyle karşılaştıklarında kadıncağıza sarılıp öpmüş. Bu yaptığını adamın terbiyesizliğine veren kadıncağız korku içinde kaçmaya başlamış. Cadde nispeten boş olduğundan ona yardım edebilecek kadar yakında kimse de yokmuş. Kadın, adamın kendisini yakalayacağını anlayınca dönüp adamı hızlıca itmiş. Zaten takati olmayan adam geriye doğru savrulmuş, ama maalesef yakınında olduğu için düşerken kadını da yere çekmiş ve yeniden öpmüş. En kötüsü de kalktığında vebalı olduğunu ve onun da olmaması için bir neden olmadığını söylemiş. Zaten yeterince korkmuş olan kadın bir de bunu duyunca bir çığlık atıp bayılmış veya kriz geçirmiş, bir süre sonra kendine gelmiş, ancak birkaç gün sonra ölmüş. Kadının vebaya yakalanıp yakalanmadığını ise hiç öğrenemedim.” Mukayeseye dahi girmeden, hemen sonrasında bu kitabın en çarpıcı bölümü olan “yemek masası” olayının aktarıldığını söylersem herhalde meramım anlaşılır. Hemen 2 sayfa sonrasında, 158. sayfada bir hastanın hemşireden de kurtulup üstünde gömleğiyle Thames Nehri’ne atlayıp karşıya yüzdüğü, sonra ustalıkla geri gelip yattığı ve bu sayede çalıştırdığı kaslarıyla şişliklerini patlatarak vebadan kurtulduğu uzunca anlatılıyordu. Camus bunu 259. sayfada Rieux ve Tarrou’nun dostluklarını pekiştiren bir olayın içinde eritir. “İkisi dünyadan uzak, şehirden ve vebadan kendilerini sıyırabilmiş tek başlarına yüzdüler.” ve “yeniden giyindiler, tek kelime söylemeden geri döndüler.” gibi cümlelerle tanıdıklık pekişir. [Ayrıca, iki kitapta da vebanın sıcak mevsim olan yazı sevdiği, fakat Eylül bitiminde sonlanan Londra Vebası’nın aksine, Fransa’da Kasımda da etkisini sürdürdüğünü görüyoruz. Ve fiyatlar İngiltere’de neredeyse hep aynı kalır, halk gıda stoğundan mahrum bırakılmazken, Camus’un eserinde fiyatlar fahiş biçimde artmaktadır. (S.236)] Bonus olarak, 266. sayfada muhtemelen pek çok kez kullanıldığı için klişe olan (fakat yine kullanımı uygun görülmüş) bir bölüm de Kızıl Kahkaha’dan tanıdık gelecek: Aklını yitirmekte olan hastanın elli sayfa kadar doldurduğu müsveddelerde sürekli aynı cümleyi “sınırsız bir şekilde yeni baştan kopya edilmiş, düzeltilmiş, zenginleştirilmiş veya zayıflatılmış” biçimde yazdığı anlatılır. Bu da bahsettiğim “diğer” kitapta yine daha etkili bir anlatı olarak öne çıkıyor. Peki hep altta kalan örnekleri öne sürdünüz, hiç mi etkili bölüm yoktu derseniz de, kurşuna dizme infazının anlatıldığı kısmı Victor Hugo’un giyotine dair yazdıklarının ardına ekleseniz herhalde sırıtmaz. Kitaptan kalan en özgün bölüm kanımca budur. Çok daha iyi bir kitap bekliyordum, kendi beklentilerimi -öncesinde okuduğum kitapların da etkisiyle- karşılamadığı için Camus’tan alacağım keyfi Yabancı ve Sürgün ve Krallık öyküleriyle, başka bir güne bırakıyorum. Çeviride çoklukla şikayetler duyduğum için ben Oktay Akbal tercümesini okumayı uygun buldum. Memnun da kaldım (elimde ciltli Nihal Önol çevirisi de mevcuttu, okumadan evvel onu da başlıca örneklerle karşılaştırdım). Cem Kitabevi’nden çıkmış metni daha sonra Sabah Gazetesi Nobel serisinde basmıştı, her iki edisyon sahaflardan bulunabilir.

Mihail Bulgakov - Genç Bir Doktorun Anıları

Anton Çehov gibi kendisi de bir doktor olan Bulgakov’un enfes anlatımıyla, vakaların içine sonsuz bir gerilimle süzülerek, tıbbın gerektirdiği ve getirdiği bilgiye ve soğukkanlılığa bir kere daha hayranlık duymamıza vesile olmuş, birbiriyle bütünlük sağlayan hikayelerle de nefis bir kitaba dönüşmüş eser. Ampütasyonla başlayıp, trakeotomi, ters doğum, difteri ve geçmişin belası frengi gibi hastalıkların semptomlarından cerrahi operasyonların ayrıntılarına ve bunlara eşlik eden çocuk ve genç, fakir köylülere kurulan empatiye, cehalete duyulan öfkeye inip çıkan duygudurumları ve ameliyat masasında kah kazanılıp kah kaybedilen savaşların verdiği yorgunluklar, biriken gerilimi boşaltırken, ötedeki doktorun bunları aşmak için kullandığı morfinin bağımlısı olması ve başka bir yerde, insanlar sebepsizce savaşırken, "kasıtlı cinayet"in nerede, nasıl zuhur ettiğini yine meraklı gözlerle takip ederek kitabı sonlandırıyoruz.

Raymond Carver’in iki kitabında yer verdiği (Katedral’de Küçük iyi Bir Şey ile son halini alan) hasta/doktor hikayesinden kelli bu kitabı ayıla bayıla okumuş olduğunu hayal edebiliyorum. Hastam geldiği için de yazıyı burada noktalıyorum.

Mihail Bulgakov - Köpek Kalbi

Kitabın özetini okuyan herhangi bir okur karşısında Frankensteinvari bir hiciv bulma umudu taşıyacaktır ancak söz konusu operasyonun dahi kitabın neredeyse ortasında gerçekleştiğini ve ne öncesinde ne sonrasında bu seride yer almayı hak edişini anlamlandırabileceğiniz bir kurgu bulunduğunu söylemem sanıyorum ki kendi hayal kırıklığımı yansıtacaktır. Ölümcül Yumurtalar ile birlikte bu iki kitabın Bulgakov külliyatını genişletmek adına diziye katıldığını düşünüyorum, aksi halde dilimize çevrilmemiş Pamela, Cold Comfort Farm, Melmoth the Wanderer vb. klasikler varken bu karar iki taraf için de zaman kaybından başka bir şey değil. Siyasi alt metin arıyorsanız yine daha başarılı metinler sizleri bekliyor, doğru adres burası değil. Umuyorum ki, Genç Bir Doktorun Anıları ile güzel başladığım Bulgakov’a, bu iki zayıf halkadan sonra, Usta ve Margarita ile yine güzel bir kapanış yapacağım.

Mihail Bulgakov - Ölümcül Yumurtalar

Bulgakov’un Köpek Kalbi ile birlikte bu seride yer almayı hak etmediğini düşündüğüm iki zayıf novellasından biri. Son 15-20 sayfadaki canlılıkta H.G. Wells karıncalarına dönüş yapmış kadar oldum, Genç Bir Doktorun Anıları’ndan sonra bu iki kitap basbayağı hayal kırıklığı idi; Usta ile Margarita sonrasında Leonid Andreyev’in altında kalıp kalmadığına kani olacağımı düşünüyorum.

Jerzy Kosinski - Bir Yerde

Filmle aradaki farkları merak ederek okumaya koyulmadan evvel sayfa sayısı şüphede bırakmıştı ancak neredeyse tüm önemli detayları kitapta görmek, uyarlamanın da aslına sadık oluşu bakımından memnuniyet uyandırdı. Filmde ekstradan leziz final ve müziklerin oluşu elbette onu kitabın önüne geçiriyor ancak sonrasında kitabı okumak da üstüne krema mahiyetinde ayrı bir keyif. Kara mizahla tanışmak isteyen herkesin yolunun kesişmesi farz. Film ise, yönetmenin bir diğer kara mizah başyapıtı Harold and Maude ile birlikte, sinema tarihinin en iyilerinden.

Heinrich Böll - Cüce ile Bebek

Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer öykü kitabından neredeyse elli sene sonra basılmış bu antolojide toplam 21 öykü yer alıyorken o kitaptaki 25 hikayenin de altısı bu toplama alınmaya uygun görülmüş. Ki en iyilerinden bazıları da bunlar. Kalan 15 öyküden -belki Gülücü haricinde- hiçbiri etkili gelmedi, gelemedi, zaten oldukça da kısalar ve diyaloglar, iç monologlar yok denecek kadar az. Diğer kitabın aksine, yıkım edebiyatını yansıtan bir karanlık da yok. Böll için daha iyi öyküler seçilebilirdi diye düşünüyorum. Veya öykülerden ziyade direkt romanlarına yoğunlaşmak gerek.

Emeric Pressburger - Cam İnciler

Jack Cardiff’in görüntü yönetmenliğinde film tarihine damga vuran İngilizler, Powell ve Pressburger “The Archers” adı altında The Red Shoes’tan Black Narcissus’a, 49th Parallel’den Matter of life and Death’e, geriye yarım düzineyi aşkın başyapıt bırakmışlarken, gölgede kalan üye Pressburger’in dilimize çevrilmiş espiyonaj romanını okumamak sinemaya duyulan aşka ihanet olurdu. Dahası, sonsözü de yazan yönetmen Kevin MacDonald’ın onun torunu olduğunu da bu vesileyle öğrenmiş oluyoruz. Kitaba gelirsek, özeti okuyup son tempo bir soğuk savaş aksiyonu beklerken, pek aklı evvel olmayan Helen ile yaşanan romansın ve yolculuğun ön planda olduğunu görüyoruz. Tempo sık sık aksıyor, kitap size 3 saatlik süre için yazılmış ve kurgu masasında şeklini almayı bekleyen senaryoymuş hissi veriyor -ki, sonu düşünüldüğünde aslında meta bir düşünce bu.

Son dönemde Helen Mirren ve Ian McKellen ile çekilen The Good Liar’ı anımsadım sık sık, gerilim çok daha başarılı şekilde kotarılabilirdi. Bu olmadan sondaki “twist” maalesef etkisini yaratamıyor, katharsis oluşturacak bir duygusal birikim yok çünkü. Her aksamada sıfırlanıp yeniden hikayenin içine giriyoruz. Fakat tam bir kopma yaşatmadığı ve -en azından- son lokmada pik yaparak, iyi başlayıp kötü biten bir eser olmaktansa, ortalama bir anlatımı bu şekilde noktalayarak, elinde mevcut olanlar için kütüphanedeki yerini korumayı sürdürüyor - almadıysanız da, azılı bir sinefil değilseniz- daha başarılı örnekleri varken iki kere düşünmekte yarar var.

Leo Perutz - Dokuzla Dokuz Arasında

İş Kültür Modern Klasikler Serisi içinde en özgün eserlerden biri, bir kara mizah başyapıtı. Scorsese’nin After Hours’unu andıran bir keşmekeş içinde geçen yarım günde, baş karakter Demba’yı Roth’un kısa öyküsü Aziz Ayyaş Efsanesi’nin ve Andreyev’in Yahuda İskariot’unun karakterlerinin iç monologlarını andırır bir kabalıkta ve saflıkta buluruz ve dahi bir ara hikayede Zweig’in "zanaatkar"ıyla da yolumuz kesişir, Tenten kötülerinden birini ödünç almışçasına, keyifle kovalamacaya karışırız. Başkası adına utanmak duygusundan da beslenen bu durum komedileri aslında edebi olmanın ötesinde sinemasal anlar yaratır: Smoke, Clerks, Night on Earth gibi filmlerden aşina olduğumuz çoklu hikaye çizgisi içinde birbiri ardına yeni mekanlar ve kişilerle yan öyküler yaratan kitapta absürdü, karakterin kitabın ortasında nedeni açıklanan kelepçelere mahkum olmasıyla beraber, bir pelerinin ardında saklanan ellerinden mahrum şekilde (ki bunu çoklukla zekasını test etmekle parlak çözümler üretmek için kullanır) iletişime ve eylemlere zorlanması oluşturur ve yazar bunu gayet doğal biçimde sunar - kendi zeka parıltıları yaldız olup sayfalara dökülür. Klasik bir aksiyon filminde önemsiz bir sahnede elden çıkıveren kelepçelerin (Hitchcock’un 39 Basamak’ı ayrı bir saygı duruşunu hak eder) koca bir kitaba bunca olayı sığdırması takdire şayan. Karakter tahlilleri, tehdit altında anında değişiveren iki yüzlü madalyonlar ve asıldıkları, tutundukları apoletler, etiketler elbette yergi konusu fakat kitabın özünü, dimağa kattığı lezzeti bu kara mizah oluşturuyor. Blues Brothers’tan Midnight Run’a, Voltaire’den Tormesli Lazarillo’ya, bu absürdün, taşkın hayal gücünün yarattıklarının bir takipçisi, hayranı olmuş iseniz, bu kitaba bayılmamanız Buster Keaton’un bile yüzüne hayret ifadesi konduracaktır. Leziz!

Leo Perutz - Şeytan Tozu

Perutz’un İş Kültür Modern Klasikler Serisi’nden çıkan üç kitabının kronolojik sırada ortada yer alan 1933 tarihli bu kitabında yine şahane bir kurgu ve soluksuz bir hikaye var: Tam da WW2 öncesi yazılmış metinde, günümüzde zombilere kaynaklık etmek üzere kullanılan mantarların insanları “dönemin” inancına kavuşturmak amaçlı kullanmış yazar ve verdiği örnekler arasında henüz edebiyatta yahut sinemada potansiyeli kullanılmamış Çocuk Haçlı Seferleri’ni de görmek gülümsetti. Önceki romandan kalan alışkanlıklarıyla, yine meşru yollardan elde edilemeyen kitaplara susuzluğundan sürekli dokuzu vuran saatlere, detaylarda imzasını solumak mümkün.

Jacob’s Ladder gibi başlayan hikaye Inceptionvari biçimde bitiyor: Hangi gerçekliği seçeceği okura kalıyor, zamanının ötesindeki, bu leziz romanda: Yine ilk romandaki gibi merkeze oturaklı bir romans yerleştirilmiş, yan hikaye yavaş fakat ustaca pişiyor, gizem, sonunda Frankenstein’in gözü dönmüş köylülerine varana değin, heyecanını üst düzeyde tutmayı başarıyor. Casablanca’yı anımsatan enfes hastane finalinde soğuğun damarlarınıza kadar işlediğini hissedebiliyorsunuz. Durun, yoksa bu dışarıdaki kış soğuğundan mı tesir ediyor?.. Hangisi hoşunuza giderse…

Dokuzla Dokuz Arasında, devam: 9/10.

Leo Perutz - Leonardo’nun Yahuda’sı

Leo Perutz’un 3 kitabını yan yana koyduğum vakit, içinde bayılacağım hikayeler anlattığını hissediyordum. Dünden beri kronolojik sırayla okudum ve nihayet bitirdim. Sinematik bir anlatım dili olduğundan, öncelikle, üçlemenin son filminde ödüllere boğulan LOTR’a yapıldığı gibi, bu kitaba ekstradan 1 puan (diğer ikisinin önünde, 10 ediyor) vereceğimi peşinen söyleyeyim. Benzerliklerle başlayayım: Bu kitap da diğer ikisi gibi kurgu harikası, ilmek ilmek işlenmiş hikaye örgüsünü finalde taçlandırarak son lokmayı bu son yemekte ağzımıza afiyetle veriyor. Aslında bu “ters köşe” az çok tahmin ediliyor ancak Leonardo ve eşrafının aralarındaki sohbete “tanık olmak” dahi kendi iç sesinizi bastırarak bu "twist"ten zevk almanızı sağlıyor. Dönem itibarıyla daha ilgi çekici bir kesit ve elbette önemli bir isim, tam da gerektiği gibi, baş karakter olarak değil, yan karakter olarak, sinema diliyle, az ekran süresiyle daha etkili biçimde resmediliyor (benim Atatürk filmi senaryom da bu şekildedir). Perutz, hayal gücünün kaynağında sadece bir yazar değil, benim gözümde iyi de bir yönetmen. Benzer yöntemlere başvuran Nolan’dan da Scorsese’den de iyi bir anlatıcı olarak. Filmlerini okumak büyük bir keyifti. Bu kitapları bize kazandırdığı için İş Bankası’na ve mütercim Zehra Yılmazer’e teşekkür ediyorum.

Nikolay Leskov · Büyülü Gezgin

Lady Macbeth’ten sonra çevrilmiş bu kitabı son derece keyifli ve pikaresk bir yol öyküsü. Kendine has üslubuyla kara mizahın ortasına yumruk gibi dramı yine indiriveriyor, trajedinin olmazsa olmazı ölümlerle. Tatarlara özgü geleneklerden at yetiştiriciliğine, kırbaç düellosundan çingenelere, Rusların olmazsa olmaz içki ve inanç kültürüne değin, Ivan’ın yolculuğuna eşlik ediyoruz. Macbeth’teki sevgili kadar kurnaz fakat bu sefer baş kişi olduğundan dolayı karakteri daha derin işlendiği için iç dünyasında vicdan ve yürek sahibi olduğunu biraz da yanındaki kişilerin kaypaklığından, acımasızlığından fark ediyoruz - özellikle Prens karakteri bana Lazarillo’daki eşdeğerini hatırlattı. Kitaba dair tek şikayetim, adını veren hikaye sonlandığında başlayıveren kısa hikayelerin zayıflığı. Hatta Büyülü Gezgin de son 2-3 bölümünde zayıflayarak “keşke Çingene kızla final yapsaydı” dedirtiyor. Yine de üslubunu her iki kitapta ortak donelerle oturtmuş bir yazarı -hele de keyif alıyorsak- bu zayıf argümanlarla eksiltmek lüzumsuz. 8/10 veriyor ve daha fazla kitabını raflarımızda görmeyi umuyorum.

Albert Camus - Yabancı

Yabancı şahane bir roman olmasına karşın şu günün insanına hiç de yabancı değil. Zira “cezanın özgürlüklerin yitirilişi” olduğunu hatırlarsak, bizimki gibi üçüncü dünya ülkelerinde milyonlarca insan bu sefaletin pençesinde zaten umutlarını, hayallerini geride bırakmış ve (kayıtsızlık içinde) rüzgârda sürüklenir durumda. Gelişmiş ülkelerde ise kara mizah öğesi olarak görüyoruz bunu: “Her şey hakkında hiçbir şey” sloganlı sit-com Seinfeld’den Peter Sellers’in yüzünü verdiği Bir Yerde’ye, Brezilya’dan çıkma O Cheiro do Ralo (2006)'dan taa sessiz dönem deadpanlarıyla Buster Keaton’a, bencillikleriyle Monty Python, Coupling vb. İngiliz güldürü ekiplerine… Kaldı ki Meursault mahkemesinin bir bölümünde duygu seline kapılıp, kendisine karşı duyulan nefrete karşı hayatında ilk kez hüngür hüngür ağlamak istediğini söyler. Bu karakterlerin hiçbirinde ise bu duygunun esamesi okunmaz. Daha güzel bir örneği Peter Cook’un Bedazzled’deki Şeytan tiplemesi için söyleyebiliriz (1967). İngilizler bu işin piri olmuşlardır. Karakterimiz aynı zamanda roman boyunca şehvet duyar, temel ihtiyaçlarından sadece bu öne çıkar gibi görünse de, hücrede geçirdiği günlerin 16-18 saatini uykuda geçirmekten de keyif duyar. Verdiği esinlerin önünde, kendisi de finalinde Hugo’nun Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nden etkilenmiş gibidir. Topluma, düzene, insanlığa yabancılaşmışsanız ve “dünya” denince sadece doğayı ve hayvanları görüyorsanız, romanı özyaşam öykünüz gibi okumamanız için hiçbir sebep yok. Sadece Lost’un Jack’i gibi, anne-babanızı madden/manen kaybetmiş ve bunun acısını içinizde yaşıyor iseniz, okumayı süresiz bekletebilirsiniz. Zaten size açacağı yeni bir ufuk da yok. Bunun için Pollyannalar sıraya girebilir.

Albert Camus - Sürgün ve Krallık

Tahsin Yücel’in dilinin ağır eleştirildiğini biliyordum da, bu kadar kötü vuracağını tahmin etmemiştim. Bunca Arabın ve neredeyse diyalogsuz öykünün onsuz daha çok tat verip vermeyeceğinden emin değilim ancak Türkçesinin, hele de Rekin Hoca başta olmak üzere, dilin üstatları yanında “lezzet katili” olduğunu -gönül rahatlığıyla değil- büyük bir iç sıkıntısıyla söyleyebilirim. artık 80.-90. sayfalarda cümlelerini not almaya başladım. Aşağıya onları bırakıyorum, yazıklar olsun diyorum, niyeyse hep de Fransızcası iyi kalemlerin Türkçesi ağdalanır böyle, sinema kitaplarında da Oğuz Adanır temsilcisidir. Görelim:


Tutuklunun ikinci devinisinde, hazır durumda doğruldu. Arap, nerdeyse bir uyurgezer devinisiyle, kollarının üstünde ağır ağır doğruluyordu. (S.76)

Jonas’ın sağ eli kımıltısızlaştırılıp da en sonunda can sıkıntısından aşka ilgi duyması için, Rateau’nun, arkasında dostu, fazla hızlı sürdüğü motosikletle kaza yapması gerekti. (S.84)

Böyle bir iççağrı Jonas’ın devinimsizliğe ve üstünlüğe olan eğilimiyle çok güzel uyuşmaktaydı. (S.84)

Baba, çocuğunun ciğersel yeteneklerine hayran durumda, hemen onu pışpışlamaya koşuyor, çok geçmeden de yerini karısı alıyordu. (S.89)

Ciğersel bir devinimle haykırmak istedim ancak Yücel tarafından kımıltısızlaştırılan iççağrım beni susmam için pışpışlıyordu…

Thomas Mann - Seçme Öyküler

Thomas Mann’in 6 kısa, 4 uzun öykü (novella) seçkisinden oluşan ve kuvvetle muhtemel mütercim Kâmuran Şipal’in Çağdaş Alman Öykü Antolojisi’nde yaptığı türden bir filtrelemeyle karşımıza çıkmış kitap, bu karışımın yarattığı farklılıklarla, homojen olmaktan uzak bir duygu ve tat bırakıyor geride. 100 sayfayı bulan 4 novella, sonuncusu Aldatılmış Kadın haricinde, giriş ve sonuç bölümleri dışında kurguda atılmamış sayfa yığınlarıyla karşılıyor bizleri. Gelişme bölümleri o kadar sündürüyor ki bu uzun öyküleri, güzelim girizgahlar neredeyse harcanmış görünüyor gözünüze. Özellikle Tonio Kröger: O ne güzel bir "en yakın dostun en yakın dostu olmak özlemi"dir, hemcinse duyulan manevi sevginin yüceltilmesi bugün rastlamamızın neredeyse imkansızlaştığı bir anlatı. Gerçi Mann’in hemen her öyküde erkek bedenine yönelik betimlemeleri onun Venedik’te Ölüm’de pik yapan eşcinsel eğilimini haykırıyor. Lakin, dediğim gibi, bu öykü bambaşka bir yöne sapıyor ve damakta hiç de beklediğiniz bir lezzet yoğunluğu bırakmıyor. Tristan, Büyülü Dağ’daki gibi, bir sanatoryumda geçiyor ve gücünü diyaloglardan (ve bir mektuptan) alan en başarılı iş olmuş görünüyor. Mario ve Sihirbaz, Hitchcock’un “şaşırtmaca ile gerilim” ikileminin ortasında, beklenen gerilimin hakkını duygusal monologlarla vermek yerine ani bir eylemle sonuçlandıran, orta karar bir uzun öykü. Son novella Aldatılmış Kadın ise, Camille, Madame Bovary tarzı trajedileri sevenler için, finale doğru temposu yükselen ve ilk kısımları atılsa da etkisinden bir şey kaybetmeyecek, kitabın son lokması olduğundan mütevellit, işini layığıyla yapan, en başarılı -uzun- öykü. Aldatan bu sefer sevilen değil, doğanın tam kendisi. Kısa ve uzun öykülerin ortak noktalarında grotesk, çarpık bedenler ve ruhlar yer almakta. Bu ruhlardan en çirkini hiç kuşkusuz evcil köpeğinin acı çekmesinden ve ona hastabakıcılık etmedikçe merhamet duygusu hissedemeyen Tobias Mindernickel. Küçük Friedmann’da ise, bu kişi âşık olunan meş’um kadın ile, antagonist oluyor. Gömütlük Yolu belki mizah duygusunu duyumsayabileceğiniz tek öykü. Sarhoş Piepsam’ın bisikletliyle giriştiği amansız mücadele, kitabın azar azar yüklediği dramı bir ölçüde dengeliyor. Gardırop ve Alman Öykü Antolojisi’nde de yer bulan Harika Çocuk ve Tren Kazası (Otobüs kazası hikayesi ile Cehennemin Kapıları’nı hatırlarız) ise, bana göre kitabın zayıf halkaları. Okuma sırasına bakarsak, ilk yarıda karşımıza çıkan öyküler çok daha başarılı iken, son yarı, Tonio Kröger’in başı ile Aldatılmış Kadın’ın sonu arasında, maalesef üstüne koymak yerine, birikmiş etkiyi sayfa sayfa harcıyor. 6 öyküden dördü, 4 novelladan da biri diğerlerinden öne çıkıyor ve küsuratlarıyla, öykülerin yaklaşık 100, novellaların ise 300 sayfa tuttuğunu dikkate alırsak, tablonun beklentiyi nasıl bir hayal kırıklığına teslim ettiğini görebilirsiniz. Yine de, önemli bir yazardan önemli bir kitabı -2 iş gününde- bitirmenin hazzını yaşamak güzel. Darısı romanlarına diyor, bizi bu öykülere kavuşturan çevirmen Kâmuran Bey’e, tekrardan, sonsuz saygılarımı sunuyorum.

Kurt Vonnegut - Mezbaha Beş

Güncel örneğiyle Loki dizisinin son sezonuna dahi -Lost son sezonlarıyla birlikte- zaman atlamalarıyla ilham kaynağı olmuş, savaş karşıtlığını kara mizah bir üslupla kaleme alışıyla, Madde 22 ile beraber (Televizyondaki kuzenleri M.A.S.H.) ayrıksı bir yerde duran kitap, kült yazar Vonnegut’un kalemiyle tanışmak isteyenler için -bana göre- ideal bir başlangıç noktası değil. Kendi nedenlerim, bilemiyorum ne kadar özeldir, savaş temasını zaten sinemada doz aşımıyla almış, bilim-kurgunun her türlüsünü ayıla bayıla izlemiş ve dahi kara mizahı da perdeden çıkıp kendi hayatına değin yedirmiş biri olarak, bu kitap hiçbir sayfasında beni şaşırtmak veya hayran bırakmak gibi bir duyguya teslim etmedi. Bir süreklilik de barındırmadığından, etkisi sıfır şekilde bitti. Vonnegut’un diliyle, “olmuyor işte”. Avrupalı birinin Haçlı Seferleri için söylemlerini çok cüretkâr bulduğumu, yorumdan bağımsız, söylemeliyim. Mütercim Hamdi Koç özellikle Austen çevirilerinde çok tartışmalı bir isimdi; burada tek falso olarak “zerafet” çevirisini mimledim, zarafet adına bunu belirtmek isterim.

6 Beğeni

Geçmiş İncelemeler, part 3.

Pierre Boulle - Maymunlar Gezegeni

Beş filmlik ilk seri, bir yeniden çevrim ve dördüncüsü yolda bir prequel üçleme ile perdede 5, edebiyatta 60 yılı devirmiş bir eser Planet of the Apes. Kitapla uyarlama arasındaki 5 yıl, yazarın bir diğer incisi Kwai Köprüsü’nde de vardır (1952-1957). Filmlere -özellikle ilk seride 1. ve 3. (Escape) film ile prequel seride ilk 2 film- bayılan bir sinefil olarak, kitabın yeni bir tat sunamayacağından endişeliydim ancak sayfalar ilerledikçe bu endişe yerini meraka ve tatmin duygusuna bıraktı. Bunda çevirmen S. İpek Ortaer Montanari’nin akıcı dilinin etkisi büyük. Editoryal hatalar ve kimi çatı bozuklukları göz ardı edildiğinde, İthaki çıtası için başarısı yüksek bir iş. Peki ne bekliyor bizi kitapta? Bunu 10 filmlik seride kullanılan sahnelere göre anlatacağım. Maymunları ilk gördüğümüz sahne -ki yaklaşık kitabın ikinci çeyreğinin başları oluyor- ormanda bir av partisi ve amaç deneyler için insan toplamak. Bu, prequel üçlemenin ortanca ayağı "Dawn"da geyik avına tekabül ediyor. Deneklerden birinin ilk uyanışı anlattığı bölümde, maymunların evvela emre karşı gelerek “hayır” demesi, ilk üçlemenin TV için çekilen son iki filminde de görülse de, daha çok ilk prequel film "Rise"ta karşımıza çıkıyor. Ve kitabın -bonus kapanışı saymazsak- finalindeki karşılama komitesi ise sadece Tim Burton’un yeniden çevriminde kullanılmış. Lincoln heykeli tabii ki ilk filmdeki “diğer” heykel gibi perdeye özgü. Diğer farkların başında, Nova’nın hamileliği yer alıyor. Bu yan hikayenin sonlanışı ise, aslında tersi yönde bir hikayelemeyle bizi ilk serinin ortanca filmi "Escape"ye götürüyor. Yani her film kitaptan bir şeyler kullanmış. Bu denli zengin bir katman var. En akılda kalıcı ortak payda bağnaz orangutan, ancak burada gerçeği bilen sinsi yaratıklar yok. Bu, muhtemelen Twilight Zone mimari Rod Serling’in parlak zekasının eseri. Burton ise bu ganimetten "Betelgeuse"yi almış (Beetlejuice). Ben bu filmi küçükken -malum meşhur sahne yüzünden- 2001 ile karıştırırdım. Her ikisini herhalde 10 yaşına gelmeden TV’de görmüştüm. Terminator serisi ile birlikte aslında insanlığın egemenliğini kendi yaratılarına, denek hayvanlarına kaybetmesi paranoyası özünde, bilimkurgunun dış uzay kümesi dışında kalan alanında, en “timeless” ve kanımca halen daha değeri bilinmemiş serisi Maymunlar Cehennemi. Bir tesadüf olarak, prequelleri aynı sene başladığı için, X-Men serisi de bir tık “light” olarak kürsüye aday sunulabilir mutant temasıyla (Magneto’nun homo superior söylemi - “biz insanları yok etmezsek onlar bizi yok edecek.”) Hal böyleyken, Frankenstein yahut Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi klasiklerden daha gerçek, daha korkunç, daha olası bir distopya bu çünkü iktidarın, erkin kaybedilmesi var ve Terminator serisinin aksine, bunda “düşük olana karşı” alınmış bir mağlubiyet, kitabın baş kişisinin “tavus kuşu dansı” ve “hayvanat bahçesi” -ki Rod Serling bu temayı da TZ’de çok iyi kullanır- ile çok iyi hissettirdiği gururun çiğnenişi, onurun ayaklar altına alınışı söz konusudur. Kitabın mizahı da filmden kat kat iyi: Zira’nın insan deneği “neredeyse” öpecekken duraksayıp “çok çirkinsin” dediği sahne, filmdeki klişe öpücükten çok daha etkili (aynısını siyah/beyaz ırk öpüşmesiyle Star Trek’te de görürüz). Zekanın, öğrenilmiş çaresizliğin gözlerden okunuşu betimlemesi yine dahice. Profesörün başına ne geldiğini alenen duymuyoruz bu arada - filmlerde lobotomi gösteriliyordu yanılmıyorsam. Bu arada, filmleri izlememiş seyirciler için, asla ve asla 2. filmin övülmesi rezilliklerine kapılmayın - değil serinin, sinema tarihinin en kötü filmlerinden biridir. Direkt atlayıp 3’ten devam edebilirsiniz. Yazarın bu geri kalmış insan topluluğu fikrini Wells’in Zaman Makinesi’nden almış olması da muhtemel - ki bu tema sıklıkla kullanıldı - kitapta da yazdığı gibi her asırda birkaç kitap çıkar, diğerleri onu taklit edip temayı çoğaltır. Kitabın övülmeye değer yanlarından biri şu ki, sinemada Fantastic Planet animasyonu Fransız elinden çıkma nadir bilimkurgulardan biri olduğu için nasıl övülüyorsa, edebiyatta da türü Amerikan boyunduruğundan çıkarıp klasik, kült bir esere dönüşmek her babayiğidin harcı değil. Maymunlara Fransızca öğretilmesi, İngilizce konuşuluyor olmaması, klişeleri yıkan cüretkar hamlelerden sadece biri. Family Guy’da Jackie Chan ve Ethan Hawke üzerinden verilen “her ırkın insanı birbirine benziyor” yabancılığını da kara mizah sosuyla finale yedirmesi takdire şayan. Nihai finalde her şeyin yaşanmış bir hikaye yerine bir maymunun hayal gücü olabileceği ihtimali de günümüzde "bir uzaylının dönem ödevi miyiz"e değin uzanan simülasyon teorilerine göz kırparak gülümsetiyor. Herhalde Philip K. Dick bugünleri görse yüzüne Glasgow gülümsemesi kondurur, sokaklarda çırılçıplak koştururdu. Sözün özü, gerek akışı gerekse bir an bile ağdalanıp aksamayan çevirisiyle çok beğendiğim bir kitap oldu. Sinemada Terminator’un gölgesinde kalmış olabilir ancak kaynaklık eden eseri sayesinde bu klasmanda bayrağı elden bırakmıyor Apes. Rhesus, Aids, Ebola derken, maymunları haber küpürlerinin ötesinde, en büyük kabuslarımızın, belki de Evrim Teorisi’ne dayanan bir aşağılık kompleksinin orta yerinde göreceğimiz günler belki de gelecektir - İsa’nın dönüşü kadar muğlak bir şey bu. Belki baskın tür yunuslar, kargalar, hatta Eddie Izzard’ın parodisindeki gibi flüt çalan sincaplar olacak. Kimbilir? Bekleyip görelim.

Arthur C. Clarke - Çocukluğun Sonu

Bizde 2001 ile tanınan Arthur C. Clarke’ın uzay temalı pek çok romanından biri olan eser, bugünden geçmişe bakıldığında hala daha eskimemiş, pek çok edebiyat, sinema ve dahi müzik eserine (Iron Maiden!) esin vermiş, sonlara kadar taşıdığı büyük gizemle bir solukta okunan bir bilim-kurgu başyapıtı. 2001 ile ortak noktaları olduğu gibi, Alex Proyas’ın Knowing yahut The Midwich Cuckoos ve ondan uyarlanan The Village of the Damned filmlerine, Weinbaum’un Mars serüvenlerine, Fantastic Four’un Kang’a dahi evrilecek şahane çocuklarına (o da Incredibles’e ilham verir) kadar uzanıyor bu bağlantılar. Pek güzel, şahane, peki roman özelinde yaratılan bu final, daha doğrusu bu final için yazıldığı belli olan şahane giriş ve gelişme sonrası olan-biten okuyucuyu tatmin edebiliyor mu?

Şeytan tasvirinin ve dahi doğmamış çocuğun anneye tesirine kadar pek çok şeyin zamandan bağımsız zihinlerimize kazınmış olması gibi üzerine daha çok gidilebilecek alanların şahane bir kurgu içinde eriyip gitmesi, tüm leziz yemeklerden sonra, paranormalin bilime eşlik etmesi gerekliliği gibi, algı kapıları kapalı olmayan okura ufuk açmayacak, aksine etkilenimini düşürecek bir tatlıyı çölde servis etmesi (dessert/desert), fqzlasını bekleyen bizlere reva mı? Bence değil, ve ne kadar iyi olursa olsun bu kitabın başyapıt sayılan türdeşlerine nazaran daha az duyulmuş olmasının yegane nedeni. Tek şaşırdığım, adam akıllı bir filminin çekilmemiş olması.

İthaki’nin bu serisine çevirmen ve editörlük bakımından yavan bulduğum için girmemiştim ancak bu kitaptaki dil gayet akıcı ve tatmin edici. Tereddütü olan varsa kenara atıp okumaya koyulabilir.,

edit: "Gözcüler"le alakalı olarak “The Day the Earth Stood Still” -ki kitabın 2 sene öncesinde çekilmiştir ve elbette sonrasında Marvel Comics "Watcher"ları yine referanslara eklenebilir.

Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya

1984 ile giriştiği amansız mücadeleyi kazanmış gibi gözüken 1931 tarihli distopya, 1946 tarihli önsözünü takiben, Huxley’in 1958’de kaleme aldığı Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret ile birlikte okununca daha çok değer kazanıyor. İçine yedirilmiş çok iyi öngörüler var fakat bütün olarak bir roman tadından ziyade (mesela bunu Kızıl Veba ile London’da almak mümkün) felsefik bir yapıt olarak değerlendirmek daha işlevsel olabilir. Çocukların kendi aralarındaki cinsel oyunları bana Pagan kültü The Wicker Man’i anımsattı. Star Wars’ın Clone Wars cumhuriyet askerleri de bu tek tip birey üretiminden esinlenmiş kurgu yaratımlardan sadece biri. Bu arada, sinema demişken, 1984’ün bu alanda rakibini alt ettiğini de söylemek lazım. Yanında Brazil ile birlikte girdiği sokak dövüşünde kazananın kim olduğunu söylemeye gerek yok. Velhasılıkelam, Huxley "Algının Kapıları"nı Jim Morrison ve pek çoklarına açmak suretiyle ilham kaynağı haline getirmiş önemli bir düşünürdür, bu sebeple “Ziyaret” kitabını daha çok beğendiğimi söylemek isterim.

Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret

Huxley’in iyi bir romancıdan ziyade gözlemleri ve tespitleri son derece güçlü bir düşünür olduğunu yazmıştım Cesur Yeni Dünya yorumumda. Bu kitapta Fromm’dan Freud’a, Skinner’dan Jefferson’a, tarihin pek çok tanığıyla beraber, özellikle WW2 ve Hitler Avrupası sonrasında şekillenen dünyaya dair Huxley’in düşündükleri, söyledikleri, pek çoğu bugün için de geçerli olan sonuçlara ulaştırıyor bizi ve kalemi -maalesef çevirmenin bunu tam manasıyla yansıtamayan ağdalı ve ruhsuz dili için aynı şeyi söyleyemeyeceğim- çok derece keyifli. Özellikle toplumbilim ile ilgiliyseniz, kitabı es geçmişseniz dahi okumanızda fayda var. Bernays anılmıyor ancak onun alanına da giriyor kitap. Propaganda, reklam, zihinlerin yönetimi vb. günümüzde de tartışılan pek çok konu geleceğe ışık olması adına masaya yatırılıyor. Kesinlikle 1931’de yazılmış romandan daha iyi, ta ki kitabın bir gün başyapıt düzeyinde bir filmi çekilene kadar.

Orhan Veli Kanık - Bütün Öyküleri

Orhan Veli’nin hepi topu 7 öyküsünden en çok “Baharın Ettikleri”, “Öğleden sonra” ve "Denize Doğru"yu beğendim, zaten son ikisi sahil fonunda geçmekte. Sıcacık dilini özlemişim garibin, iyi ki var, iyi ki hâlâ okuyoruz. Kısacık ama sıcacık bir kitap.

Can Yayınları - Lacivert Klasikler

Henry James - Son Derece Tuhaf Bir Durum

Henry James’in “aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” temalı eserlerinin bu ayağında, "Güvercinin Kanatları"ndaki gibi nefret uyandıracak karakterler yok, baş kişimizin saygı duyduğu bir rakip ve himayesi altına girdiği bir kadın mevcut; aşka tutulduğunda da kahrından öleceği bir travmaya maruz bırakılmıyor. James’in yer yer okurla konuştuğu, hızlı kurguda bırakmayı seçtiği boşluklar için okuru bilgilendirdiği, betimlemelerle ustaca örülmüş kısa öykü, tam tadında bitiyor ve damakta bıraktığı lezzet bayatlamadan dimağımıza işleniyor. Seçtiği genel temalar açısından, yazarla tanışmak için ideal bir kitap olabilir.

Barbey d’Aurevilly - Perde Arkası

Nasıl kuru bir anlatım, nasıl sıkıcı bir üslup… Kitabı kırk katıra bağlamak yerine kendi satırlarında doğramayı uygun gördüm:

“Zavallı Sibylle sizin hikayenizi istememekte neredeyse haklıymış. Gerçekten de bu akşam hayal gücünüz berbat çalışıyor.” (S.40)

D. H. Lawrence - İki Mavi Kuş

İkinci öyküde güneş çarpması sonucu memeler ve rahimler sayıklanır dururken ben de uyuyakalmışım. Yalnız bu vesileyle, yazarın TÜM ÖYKÜLERİ külliyatını Alfa/Everest veya telif süresi bitmediyse Can başta olmak üzere, yayınevlerinin basması temennimi dile getirmek isterim. Bu seçki ise olabildiğince zayıf iki hikayeyi ele almış - ki bu da bizim şanssızlığımız olmuş.

Irene Némirovsky - Don Juan’ın Karısı

50 kitaplık Lacivert Klasikler serisinden uzun süre kendi seçtiklerim dışında, yorumlara da güvenerek, alıma girmedim ancak neredeyse bedava denecek Amazon kampanyaları sonrasında tümünü kitaplığıma katmıştım. Sanıyorum ki bir düzineden azını elde tutup kalanını kütüphanemden çıkaracağım. Bu kitapta da iki öykü var - İlki mektuplarla ilerlerken ikincisi hatrımda hiçbir şey bırakmadı. Ne öykülerde ne romanlarda şu serideki kadar kopukluk yaşadığımı hatırlıyorum. Seri editörüne seçim kıstasını sormak lazım, veyahut tek kişinin mi zevkine bırakıldığını. Okuduğum kitaba dair dişe dokunur bir şeyler yazmayı özlemişken, serinin sonraki kitaplarının daha doyurucu çıkmasını umuyorum.

Arthur Conan Doyle - Kara Şato’nun Kontu

Paranormal olaylara ilgisiyle tanınan Doyle’un 3 öykülük kısa antolojisinde, sondan başa doğru, kısa bir hayalet öyküsü, ters köşe bir savaş öyküsü ve en güçlü ayağı temsil eden, Karloff’un Mumya’sını anımsatır bir romansta Tot’un Yüzüğü yer alıyor. Müzede başlayan hikaye, karşılaşmanın ardından yüzüğü arayan kadim ziyaretçinin ağzından geriye dönük anlatıyla devam ederek tam tavında sonlanıyor. İkinci öykü daha çok Bulgakov ya da Buzzati’nin tarzında bir psikolojik dönüşümü yine kahramanının (antagonistin mi diyelim) ağzından bizlere aktarıyor. Aslında bakarsanız 4 sayfalık son kısacık öykü de.

Seride okuduğum 5. kitap ve Henry James ile birlikte seçkisi tat veren iki yazardan biri oldu. Devamını merakla bekliyorum.

Lafcadio Hearn - Ölünün Sırrı

Kwaidan’dan seçme öykülerin yer aldığı bu tematik antoloji, Japon kültürünün inanışlarına mercek tutuyor; hayaletler, ölümden sonra yeniden şekillenen ruhlar, ve dahi onlardan teşekkül havasıyla resme alınmış hayali bir kent -ki alt metninde Batı etkisi altında geleneklerini yitiren bir Japonya eleştirisi görmek mümkün- bu fantastik yolculuğun duraklarında karşımıza çıkıyor. İkinci öykü Yuki-Onna’daki alicengiz oyunu Âşık Şeytan’dan fırlamış gibi. Bu kitabı okuduktan sonra Kwaidan’ı baştan sona bitirme isteği oluştu.

Grazia Deledda - Üç Erkek Kardeş

Sardunyalı yazarın kendi yöre efsanelerini kaleme aldığı öykülerde, Şeytan, Meryem Ana, aforoza uğramış köylüler vb. bir bütünün parçasını oluşturuyorlar - en iyi parça ise fantastik Doğu masallarından esinlenmiş gibi duran ve kitaba adını veren Üç Erkek Kardeş. Çerezlik bir antoloji, ancak kurgu yahut çeviri sebebiyle okumada aksaklık yaratmadığı için, gömüldüğü kadar kötü olmadığını da belirtmek isterim.

Geza Csath - Bilinmeyen Evde

Herhalde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bir kitaba adını veren hikaye kötüyse, muhtemelen diğer öyküler de beklentinizi kurtarmayacaktır. Tüm bu kısa öyküler içinde en dişe dokunuru olan “Cerrah” bile "zamanın insan beyninden çekilip alınışı"nı o kadar sıradan, heyecansız biçimde anlatıyor ki, yazarın kaleminde hissedemediğiniz o duyguyu doğal olarak siz de ona yansıtamıyorsunuz. Lacivert Klasikler’e duyulan beklentiyi mosmor eden bir kitap daha. Rahatlıkla geçilebilir.

Mahmut Yesari - Sivrisinekler Kralı

Bektaşi fıkralarına aşina okuru gülümsetecek nüktedanlığa ve mübalağaya sahip eski İstanbul hikayeleri, pek çoğu ortaoyun misali finaliyle taçlanan mizahıyla parlarken, okurun yabancısı olduğu kelimelerin dipnotlara yolculukla okumayı kesintiye uğratması da kitaptan aldığınız lezzeti o derece eksiltiyor. 50 kitaplık serinin 11’i yerli kalemlere ayrılmış, içlerinde tek kitapla temsil edilen tek yazar da Yesari. Bu tanışıklığın daha başka kitaplarla sürdürülmesi adına zayıf bir seçki olduğunu söyleyerek yazımı noktalıyorum.

Osman Cemal Kaygılı - Uhreviler Diyarında Geceler

Eski İstanbul hikayelerinden ziyade Evliya Çelebi misali, gezi notlarından teşekkül bir derleme hüviyeti taşıyor eser: Semt semt İstanbul övgüsü, 35 sene bu şehre dayanmış ve nihayetinde önce Ankara, sonra İzmir’e göçmüş bendenizi gram etkilemedi. Eski sanatçılarımızın İstanbul övgüsünü de anlayamıyorum zaten, her zaman aynıydı, neyse. Mahmut Yesari’nin bu serideki kitabı daha iyiydi, burada öyküleme adına keyif veren bir üslup bulamadım.

Osman Cemal Kaygılı - Karagöz’ün Son Günleri

Kaygılı’nın serideki diğer kitabı gibi Köşe Bucak İstanbul kitabından alınma hikayeler, o yazıda da söylediğim üzere, semtleri tanıtan gezi rehberi niteliğinde. İstanbul’dan bıkmış bendeniz için hayal kırıklığı.

Lafcadio Hearn - Kvaidan

Japon ve Çin efsanelerinden yola çıkan öyküler arasında Lacivert Klasikler’de de yer bulan Yuki-Onna ve Horai haricinde beğendiğim öyküler “O-Tei’nin Öyküsü”, “Diplomasi”, “Cikininki”, “Mucina” ve “Rokuro-Kubi” oldu -ki bunlarda korku öğeleri de yoğundu. Yeniden doğuş, intikam güden hayaletler, lanetlenen ruhlar, yüzsüz suretler (Spirited Away) ve gövdeleriyle buluşamayan kesik başlar (Sleepy Hollow) gibi kimi perdeden tanıdık bu halk hikayeleri kitabı değerli kılmaya yetecek yoğunluğa sahip. Lacivert Klasikler’e yapılan seçkinin ayıklamayla değil ardışık (ve son) 8 öyküden teşekkül olduğunu da belirtmek gerek - bunlar maalesef öncülleri kadar güçlü değiller - bu yüzden Ölünün Sırrı başarısız bir seçki olmuşken, bu antoloji çok daha doyurucu bir okuma serüveni sunuyor.

Mehmet Rauf - Bir Hastalığın İlacı

İlki gayet kara mizah, iki öyküden teşekkül derleme, henüz Halid Ziya’ya gelmemişken, Yesari ve Kaygılı sonrası, bu serideki dişe dokunur yerli eser oldu. Rauf’un diğer kitabını da okumayı sabırsızlıkla bekliyorum.

Mehmet Rauf - Uzaktan

Mehmed Rauf’un bu serideki iki kitabından “Uzaktan” ikili ilişkilere zarafeti elden bırakmayan bir yoğunlukla yaklaşımıyla çok daha başarılı: Erkeğin hatalarını, taşkınlıklarını, kadının her daim koruduğu sakinliğini öne çıkaran ilişkilerde saygı hitapta bile bir an olsun eksik olmuyor. “Uzaktan” zaten gayet damardan bir öykü ve çok başarılı bir anlatım- “herhalde Henry James buna bayılırdı” demeden onu takip eden "Hastayken"in "James’in yine bu seride yer bulan Son Derece Tuhaf Bir Durum ile benzeşirliği bu düşüncemi perçinlemiş oldu. Velhasıl, Rauf’un bu iki kitabını çok beğendim - keşke ilkindeki kara mizah hikayeyle buradaki iki hikaye tek kitapta birlikte yer alsaymış, bütünü bozan parçalar da buradaki âşıklar gibi beni mahvediyor.

Saygıyla…

Halid Ziya Uşaklıgil - Mai Yalı

4 öykülük kitabın sağlam halkaları son ikide yer alınca, haliyle damakta bıraktığı lezzet de daha yoğun oluyor ve yazarın serideki diğer iki seçkisine duyulan merakı canlı tutuyor. “Bravo Maestro!” (düşmüş Salieri) ve kitaba adını veren “Mai Yalı”, “Bir Aşk Hikayesi” ile birlikte, aslında aynı çıkış noktasını paylaşıyor: Büyük hayallerinin altında ezilen küçük insanların umutlarının giderek ufalandığı kurgularda toplumdaki yabancılaşmanın getirdiği umursanmayış ve bunun okurda/aynada yarattığı acımasızlık duygusu son derece başarılı bir tahlille sunulmuş.

Mehmed Rauf’tan sonra Uşaklıgil kitapları da serinin düşük çıtasını bir nebze yukarı taşıyor. Burada da, keşke lezzeti bir tık yukarı olanlar bir arada sunulsaymış (da kitaplara tam puan verebilseymişiz) diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Sıradaki öyküler gelsin.

Halid Ziya Uşaklıgil - Fena Bir Gece

Lacivert Klasikler’de şu ana dek okuduğum en iyi seçki. “Evliliğe Düşman” ve “Kara Haber” birbiriyle kol kola Mehmet Rauf’un Bir Hastalığın İlacı’ndaki kara mizah tadını verirken, “Kırda Aşk” yine Uşaklıgil’in 'Barba’lı "Bir Aşk Hikayesi"ndeki gibi pastoral arka planda bir gençlik dramasını bizlere sunar. “Günlükten Alıntı” hık demiş, Bulgakov’un Genç Bir Doktorun Anıları’ndan düşmüş. Kitaba adını veren son öykü ise, gotik lezzetler barındırmasına karşın bu yoğun aromanın en zayıf halkası oluvermiş. Üçü mizah, biri dram ağırlıklı bu dört öyküyle beraber kitap dengeli bir seyir izliyor ve üçte biri bitmiş serinin şu ana kadarki en iyi seçkisi olmaya hak kazanıyor.

Halid Ziya Uşaklıgil - Sade Bir Şey

Yazarın serideki üç kitabı içinde en zayıf antoloji olmuş. “Kadın Pençesi” en akılda kalan hikaye iken gerisi maalesef çıtanın altında seyretmiş. İstanbul’dan İzmir’e göçmesinde kendi yolculuğumu gördüğüm yazarın bu kitaplarının günümüz diline uyarlanmasında “ne…ne…” bağlacının sıklıkla olumsuz çatıda yanlış kullanımının da göze battığını söylemeden geçemeyeceğim.

Ömer Seyfettin - Üç Nasihat

Ömer Seyfettin’in Lacivert Klasikler dizisinde yer verilen üç öykü antolojisi içinde eskimeye en az maruz kalan kitap Üç Nasihat. Benzerleri gibi kıssalardan oluşan bu hikayeler, elbette yine evrenselden ziyade yerel ananelere, inanışlara bolca sırtını dayıyor: Kitaba adını veren ilk öykü -son nasihate kadar- en evrensel olanı. Tolstoy’dan Anar’a kadar pek çok yazarın kaleminde yinelenen, lakin Doğu kültüründen, masallarından çıkma bilgelik nasihatleri, ikinci öyküde kabaran milli duygularla mübalağa sanatına bırakıyor yerini, öyle ki “kahramanın” sersefil sürecek yaşamına üzülmeye kalmadan kendimizi son öyküde, Çağrı (The Message) gibi, savaşın orta yerinde buluyoruz (Sleepy Hollow).

İkinci öykünün özündeki karamsar son tam da Ömer Seyfettin’in neden çocuk kitapları yazarı olarak anılmaması gerektiğinin basit bir örneği. Andersen için de aynı şey söylenebilirdi - eğer fantastik dünyalara kapı açmamış olsa idi. Seyfettin’in diğer iki kitabı dolayısıyla, tıpkı Altın Kitaplar’dan çıkmış Kaşağı gibi, bunu da kütüphanemden uzaklaştırma kararı aldım, zaten bu seride yerli kalemlerimizden sadece Rauf ve Uşaklıgil bugüne olduğu gibi yarınlara kalmayı hak ediyorlar bence. Fakat “Seyfettin’in hangi kitabı bu seriden okunmalı” sorusuna cevap aranıyorsa, o bu kitap olacaktır.

Ömer Seyfettin - Ant

Ömer Seyfettin’le 3 kitaplık Lacivert Klasikler yolculuğunun ikinci ayağındaki dört öyküde, ilki (“İlk Namaz”) dînî, ikincisi (“Bahar ve Kelebekler”) Fowles ve Cheever’i de anımsatır, fakat katı bir muhafazakarlığa tutunur yerel motiflerle maziyi anar ve karamsarlık kapısını aralarken, üçüncü öykü (“Ant” - sinemada karşılığı “Kuduz”) bu kapıya tekmeyi hızla koyveriyor. Son öykü (“Falaka”) bugün yazılsa idi muhtemelen hayvan hakları derneklerinin yaylım ateşine tutulurdu. Son iki öykünün odağına çocukları alması ebeveynleri yanıltmasın, Seyfettin çocuklar için okutulacak bir yazar değil. Son öyküdeki mizah da sağlıklı bir mizah değil. Akıcı bir kalem olduğu su götürmez ancak yarattığı duygular hasebiyle empati kurulabilecek bir yazar değil. Kaşağı’yı kütüphanemden uzaklaştırmıştım, bu üç kitap için de farklı bir metot göremiyorum.

Ömer Seyfettin - Dama Taşları

6 öykülük bu antoloji yazarın serideki en zayıf seçkisi. “Dama Taşları” ile açılıyor kitap: Professor X ve Magneto tadı almayı beklerken yazardan beklemediğimiz bir şokla "13 Beloved"in dünyasında buluyoruz kendimizi: John Waters ve Pink Flamingos dersem belki sinefillere bir nebze ipucu vermiş olurum.

Bunu takip eden diğer 5 öykü, yazarın kendi kaleminde dahi zayıf kalıyor. Arada “Annem daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.” (S.30) cümlesi ilk öyküden kalma bulantıyı perçinliyor. 3 kitabı da kütüphanemden çıkarmayı uygun gördüğümü söylemek istiyorum son kertede. Yerli kalemlerimizden sadece Rauf’un ve Uşaklıgil’in seçkilerini beğendim bu seride. Kalanı maalesef vasat olmuş.

Joseph Conrad - Gençlik

Conrad’ın bu serideki iki kitabından tek öykü barındıran “Gençlik”, elbette yazarın favori teması denizcilikle bağıntılı, fakat içinde yan hikayeler bulmak pek mümkün değil. Son paragraftaki geriye dönük melankoli belki başta verilse daha duygusal yaklaşabilirdik. Captains Courageous uyarlaması görmüş bu gözler için pek yavan. Geçiniz.

Joseph Conrad - Lagün

Conrad’ın serideki ikinci kitabı Lagün, içinde ismini aldığı ilk hikayeyle beraber Altı Öykü antolojisini sonlandıran Il Conde’yi de barındırıyor -ki bu kitabı almamış olanlar için elde tutmaya yeter sebep bir öyküdür - Zweig’in "Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma"sını da anımsatır fakat verdiği gerilim daha çok Agatha Christie, Columbo ve dahi Tenten polisiye maceralarına özgüdür. Altı Öykü’deki Hasan Fehmi Nemli çevirisine karşılık burada Erhun Yücesoy bizi karşılıyor. Ayrıca Batman orijininden Hitchcock’un "Çok Şey Bilen Adam"ına kadar yine bu öyküden alınabilecek referanslar, arayana bolca mevcut.

Maksim Gorki - Çelkaş

Vuruculuğunu finalinde saklayan, ağır seyreden bir öykü. Gorki’nin Cem seçkilerinde yer almadığını belirteyim. Yazarın tüm eserler külliyatının Çehov ve Tolstoy sonrasında duyurulan Dostoyevski sonrasında Turgenyev ile birlikte Alfa’dan çıkacağı inancındayım. O zamana kadar bu tek öykülük sayı kendi dizisi içinde elde tutulabilir.

Jack London - Çinago

Üç öykünün uzak doğu temalı son iki öyküsü ne İş Bankası ne Cem ne de Can antolojilerinde yer almakla beraber şahaneler ve neden yazarın tüm öykü külliyatının hale ülkemizde basılmadığını sorgulatıyorlar. Sonuncusu masal tadında olmakla beraber, ortanca öykü giyotin temasıyla Hugo’ya ve Dumas’a selam çakıyor, 20 sayfayı bulmayan öyküdeki ustalıklı kurgu yazarın öykü yazmaktaki hünerini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Charlotte Perkins Gilman - Sarı Duvar Kağıdı ve Diğer Öyküler

Yazarın kaleminin ve öykülerinin neyi ifade ettiğini biliyoruz, ancak bunlardan alacağımız lezzet elbette değişken. Ben bir erkek olarak en çok idealize edildiğimiz “Kulübecik” öyküsünü beğendim - bunda elbette mekanın pastoral seçiminin etkisi yoğun. "Keşke Erkek Olsaydım"da ise, erkeklerin dünyasında, beyninde, kadınların ve tercihlerinin nasıl yorumlandığına, eleştirildiğine dair güzel tespitler var ve bunlar öfkeyle savrulmuş fikirler olmaktan ziyade karşıdakini düşünmeye sevkedecek, doğru analizler. Diğer hikayeleri bu ikisi kadar etkili bulamadım, ancak benim gibi kaliteli öyküler biriktirmek yerine temaya önem veriyorsanız, kitabı kütüphanenizde tutmak için daha çok sebep bulabilirsiniz.

Unutkan edit: Kitaba adını veren öykünün sinemasal uzantısı; Cassavetes’in “A Woman Under the Influence (1974)” filmi nazarımda -ki onu da overrated bulurum. Meraklısına önermiş olayım.

Kenji Miyazawa - Galaktik Trenyolu’nda Gece Vakti

Miyazaki’nin Totoro’sundan Pixar’ın "La Luna"sına, Neverending Story’den Polar Express’e, Last Action Hero’ya, sihirli biletle fantastiğe yapılan yolculuğun çocuklar için yepyeni, bizler için tanıdık tatlar vereceğine hiç şüphe yok. Sonu itibarıyla da okura bırakılmış yorum kitabın sinematik etkisini perçinliyor. Yolculuğun kitabın ancak ikinci üçte birlik bölümünde başlıyor olması “zaten kısacıkken nasıl yetişecek” merakı uyandırsa da, çocukları kendine hayran bırakan yolcularıyla trenimiz gayet keyifli bir macera sunuyor.

Kate Chopin - Bir Çift İpek Çorap ve Başka Öyküler

Irkçı söylemler bir yana, kulaktan dolma söylentileri amatörce ele almış izlenimi bırakan, ikili ilişkilere dair, kuru bir anlatımla heba edilmiş öyküler bütünü. Daha usta bir elde daha doyurucu hale gelebilirdi, bunu da hissediyorsunuz.

Kullanmamam gereken kolumu yormama değecek oykuler ayrimini yapmadan yazimi noktaliyorum.

Yeni yila saglik sorunlariyla girmis olmaktan ötürü aksattigim okumalarima donmek umidiyle, daha iyi kitaplara…

6 Beğeni

515XLaBL22L.SY445_SX342

Mark Lawrence - Yanmayan Kitap :closed_book::closed_book::closed_book:

Ev ahalisinin hasta olduğu ve uykuya çekildiği zaman diliminde başlayıp bir elli sayfa okuduktan sonra neredeyse vazgeçecek olduğum kitabı henüz ana hatlarının belli olmayışıyla biraz daha okudum ve her elli sayfada bir sezon arası finali kabilinden nabza şerbet verildiğine kanaat getirdim: Amaç 200’de bırakmaktı. Lakin kazın ayağı öyle olmadı ve ortalamaya böldüğümde sayfa başına 35 sn. olan okuma sürem gece okuma lambası altında ağrıyan gözlerimi otomatiğe alıp 25’lere kadar indi ve 521 sayfalık kitabı 4 saat gibi bir sürede bitirip notlarım için ekran görüntülerini de aldım.

Şimdi; öncelikle kitabın bir üçleme olduğunu ve son kitabın henüz yayınlanmadığını şuradan biliyoruz. Bu, finalde kendini ağızda yarım bir tat bırakmaksızın gösteriyor. Dolayısıyla tek başına yeter bir okuma sağlayan bir fantezi var elimizin altında. Peki ne anlatıyor ve ana kahramanları kimler?

Kitap bize iki koldan bir anlatı sunarak başlıyor, öyle ki bölüm adları bile bunlardan ibaret: Evar ve Livira. Her iki karakter, içine çekildikleri kütüphanenin ne olduğunu, nasıl çalıştığını, neye hizmet edip hangi geçmişin kalıntılarından miras kaldığını kâh yardımcı elemanların ağzından kâhsa "havuz"larla ulaştıkları “Değişim” denen yerin onlara gösterdiği yaşanmışlıklara tanıklık ederek, birlikte öğrenirler.

200 sayfada da anlatılabilecek bir öykü bu: Yukarıda söylediğim üzere, Evar’ın mevzubahis kitapla tanışması 5. bölüm sonu 49.-50. sayfalarda, Livira’nın Kütüphane’ye stajyer olarak adım atması ise 11. bölümle 100. sayfayı devirdiğimizde gerçekleşiyor ve serüvenimizin hepsi 70 bölüm. “150’de ne var” derseniz, 18. bölüm sonu tam bir sezon finali: Evar, havuz dediğimiz yere atlıyor ve macera asıl o zaman başlıyor. İkilimizin buluşması 178. sayfada gerçekleşiyor ve kim olduklarını, zamanın kendileri için neden farklı çalıştığını yavaş yavaş öğreniyorlar. (sonra 250 ve 358. ilk öpüşme 375)

Şimdi Kütüphane’nin geçmişine bakalım (S.206, S. 400 ve S.448). Şehirlerin ilk kurucusu Hanok’un oğlu İrad buraya bir kütüphane inşa eder. Kıskanç küçük kardeşi Jaspeth ise burayı yıkmaya kararlıdır. Jaspeth insanlara cehaletin mutluluk olduğunu, bilginin tehlike ve günah getirdiğini fısıldarken, İrad insanların iradelerine güvenir ve sorularını içtenlikle yanıtlar. Habil ve Kabil gibi birbirlerini öldürmeyip uzlaşmaya varırlar: Bunun vücuda gelmesi Kütüphane ile olur. Bilgi alınmak için oradadır, esirgenmez, ancak ulaşılması için çaba gösterilmesi, amiyane tabirle “ağza düşümünün beklenmemesi” gerekmektedir.

Bir de Montagueler ve Capuletler gibi birbiriyle düşman iki grup var ve her biri diğeri için “sabber” yani düşman olarak görünür. Fakat “Değişim” odasında diller ve görüntüler istediğiniz gibi biçimlenir ve hikayemizin önemli bir “tılsım odası”/bug işlevini görür. Kütüphanenin odalarında mahsur kalan halk, çocuklarını Mekanizma içinde kaybeder fakat birkaçı Mekanizma’nın dışarıya geri bırakmasıyla bundan muaf olmuştur. (S.254)

Kütüphaneyi korumak isteyen görevlilere Asistan, ona karşı çıkmak görevini ifa edenlere ise Kaçış adı verilmişti. Biri onun etinden, diğeri ise kanından yaratılmıştı (S.497).

Havuzların zaman içinde ileri ve geri gitme özelliği sağladığı da Livira’nın keşfiyle öğreniliyor: Karakterlerimizin biri diğerinin geçmişinde, öteki ise geleceğinde yaşıyor. Fakat bunu değiştirebilecekler mi? Evar’ın “Kill Bill” O-ren Ishii esintili bir travmaya sahip ablası da denkleme dahil olunca işler kızışıyor ve “hayalet surette zaman gezisi” bir trajediyle yeni bir boyut kazanıyor. Değişim Odası karakterlerimizin duygu ve düşüncelerini de kalıcı olarak değiştirecek ve bozulan düzeni onarmak için ikisi birlikte el ele vereceklerdir.

Evan’ın Oz, Livira’nın Alice göndermeleri yanı sıra, Interstellar, Benjamin Button, Borges/Kısa Bir Cehennem Ziyareti, Cheever’in "Yüzücü"sü gibi diğer başka referanslarla beraber, Poe, David Copperfield ve Axl Rose gibi kelime oyunlarında kendini bulan pop kültür dokundurmaları okur için keyifli ve basit beyin cimnastiği egzersizleri sunuyor.

Çeviri ve editörlükte, birkaç yerde (ilki s.112) “rasgele” kullanımı gördüm lakin bu tercih çoğu çevirmen tarafından yapılıyor. Haricinde okumaya ket vuracak bir sıkıntı yaşatmadı.

Velhasılıkelam, düğümü okudukça çözülen, o bilgiye ulaşmak için gösterilen çabayı “meta” biçimde ödüllendiren bir eser var karşımızda ve başlangıçla devamına kapı aralayan bitişteki handikabı göz ardı ederseniz, kitaplığınızda keyifle ağırlayacak olmanız kaçınılmaz. Benim kitaba puanım bu sebeple 3 çünkü Snow Queen’den Kurşun Asker’e kadar giden referanslarla, özgünlük arayışımı tatmin etmekten, daha da önemlisi, kurgusunu dağınık yerine diri tutmaktan uzak kalması, aldığım keyfi törpüledi. Birlikte yaşamaya devam etmek bile yeterli övgü bana göre, okurunu memnun edeceğinden, büyük beklentileri yoksa hayal kırıklığına uğratmayacağından eminim. Herkese keyifli okumalar dilerim.

Kitaptan kayda değer kimi alıntılar:

İnsanlar teker teker iyi ya da kötü olabilir. Toplum neredeyse her zaman kötüdür. (S.212)

Çok bilgi çok tehlikelidir. Bir sopayı nasıl bileyeceğini bilen bir adam komşusunu bıçaklayarak öldürebilir. Cehalet mutluluktur. Yaradılış efsanesinde ilk kadın ve ilk erkek mutluluk içinde, mükemmel bir bahçede yaşar ve tek bir yasak bilgi kırıntısı her şeyi mahveder. (S.262)

Çeviri, büyük bir zeka gerektiren güçlü bir sanattır. Önyargısız yürütülebilecek bir süreç değildir. Sayfada yazarın, dinleyicinin ve çevirmenin de mercekleri dahil olmak üzere birden fazla mercekten bakılır. Her biri metne yeni bir şey katar. (S.456)

Geri dönemezsiniz. Zaman bir nehirdir ve ona karşı yüzemezsiniz. Geri dönemezsiniz. Dün sizi beklemez. Geçmiş yanar. Geri döndüğünüzde bulacağınız şey bulacağınız şey küller olacaktır. (S.468)

Hayaletler etrafımızı sarar. Onların akıntılarında yüzer, onları içimize çeker, hayatlarımızı onların önünde yaşarız. Ve yine de sadece bizim tarafımızdan değil, birbirleri tarafından da görülmezler. Çok sayıda yalnızlık, çığlıklarla dolu kalabalık bir sessizlik. (S.472)

Unutkan edit: Kitap neydi? Özet spoiler şuydu.

5 Beğeni

Çok geçmiş olsun.
2020

Cok tesekkur ederim.

1 Beğeni

Sayenizde şu andan itibaren kitaba karşı “güvenli” ve popülerite ötesinde bir merak duymaya başladım. :slight_smile: Yakın zamanda edinirim ben de.

Müthiş bir inceleme olmuş. Kaleminize sağlık. :kalp:

3 Beğeni

Marie Kondo (KonMari) - Hayatı Sadeleştirmek İçin

Kazıklı Maria’nın videosuyla haberdar olduğum Marie Kondo’nun kitabını okumak için hazır hissedene kadar bekledim. Çünkü metodunun hayatımı değiştireceğini seziyordum.

Hep dağınık bir çocuk oldum. Dolabım kendiliğinden dağılıyordu. Azar yedim, “Dağınık, tembel, umursamaz” olarak etiketlendim. Büyüdüğümde de bu durumun değiştiği söylenemez. Artık bu işe bir dur demenin vakti gelmişti. Üstelik eşyalarımdaki dağınıklığın zaman yönetimi, kariyer seçimi gibi hayata dair konularda da beni etkilediğini hissetmekteyim.

Marie Kondo, Japon bir ev düzenleme uzmanı. Bu kitapta da önerdiği metot basit:

  • İlk olarak, elinizdeki eşyaları kategorilerine göre ayırarak tek bir yere topluyorsunuz. Örneğin, kıyafetler… Evde size ait bütün kıyafetleri bir yere yığmanız gerekiyor. Kirli çamaşırlar hariç her şey orada toplanacak.
  • Daha sonra her bir eşyaya tek tek dokunup -her seferinde tek bir eşyaya odaklanıp- duygularınızı yokluyorsunuz. Size haz veriyor mu? Temel soru bu. “Hayır, haz vermiyor ama…” dışında bir bahaneyi kabul etmiyor Marie. O eşyayı atmanız gerekiyor.

Büyük temizliği tek seferde yapacak ve mükemmelliği hedefleyeceksiniz. Öyle ki bittiğinde fazlalık olan, sevmediğiniz tek bir eşya kalmayacak. Evdeki her şeyi sevip bağ kurmuş olacaksınız. Tabii ki tek seferde derken tek gün yetmiyor. Fakat sürekli-rutin olarak yapılacak bir şey değil, bir kez yapılacak ve bitecek.

Ben kıyafet kategorisini bitirdim. 7-8 saatimi aldı. Sırada kitaplar var ve şimdiden tırsıyorum. :slight_smile: Çünkü “bir gün okurum” diye aldığım ya da sırf kitaplığımı doldursun diye sakladığım çok kitap var ve KonMari metodunu takip edeceksem çoğunun gitmesi gerekecek.

Büyük temizliğe başlamadan önce hedefinizi somut bir şekilde belirlemenizi istiyor yazar. Nasıl bir yaşam şekline ulaşmayı hedefliyorsunuz? Ayrıntılı bir şekilde hayalinizde canlandırmanız gerekiyor.

Her eşyaya tek tek dokunup onları atıp atmamaya karar verdikçe, karar verme yetiniz gelişiyor. Benliğinizi daha yakından tanıyorsunuz. Benim gibi, kişilik testlerinde “arabulucu” çıkan, karşıdakine katılmaya meyilli olan ve kendi sesini unutan insanlar için son derece değerli bir yeti…

Yazarın Japon olduğunu söylemiştim. Japonya’nın milli dini Şintoizm, animistiktir, her şeyin, taşların, ağaçların, hayvanların ve hatta cansız nesnelerin bile bir ruha sahip olduğuna inanır. Bu da ne demek? Eşyaların ve hatta bizzat evin ruhu var demek. Şintozim bu yönüyle İslâm öncesi Türklerin inancı olan Tengriciliğe benziyor. Bu yüzden bizim kolektif bilincimize de hitap ediyor.

Marie Kondo, eve girdiğinde selam veriyor. Atacağı eşyalara o güne kadar ona yardımcı olduğu için teşekkür ediyor. Çoraplarını lastikleri dinlensin diye birbiri içine geçirip top yapmıyor ya da çantasını eve her geldiğinde boşaltıyor. Bana çok tatlı geldi bu. Eşyaların enerjisine, yani kendilerince bir tür ruha sahip olduklarına ben de inanıyorum ama henüz yazar kadar iyi davranamıyorum.

Kitaba gelecek olursak, maalesef özellikle giriş bölümde tekrarlar var. Bazen bir şeyi o kadar çok söylüyor ki “Ay, tamam anladım!” diyesiniz geliyor. Sanırsam editörler kitabı hacimli olsun diye biraz şişirmiş. 50 sayfa eksik olsa bile anlatmak istediğini anlatırmış.

Kimi kitaplar okunur geçilir, kimisi de uygulanır. Ben niyet ettim evimi ve hayatımı düzenlemeye. Dağınıklıktan kurtulmak isteyen herkese öneriyorum.

10 Beğeni