Geçmiş incelemeleri eklemeye devam. Part 2.
Bram Stoker - Tuhaf Öyküler
Türe aşina gözler için doyurucu olmaktan uzak bir derleme. Falcı çingeneler, balçıkta büyüyen amipler, bedenden ayrı nefes alan organlar… Kulağa güzel geliyor ancak hem öykülerin gelişim süreci yavaş ve “tuhaflıklarla” kucaklaşma son yarıda ancak peydah oluyor (giriş öyküsüyle Bram Stoker’i istirham ederim) hem de yedi öykünün ikisinde görüldüğü üzere tekrar eden temalar seçilmiş. Baştan sona akıcı öyküler bulmak isteyenler için yetersiz bir tercih olacaktır.
Rudyard Kipling - H. P. Lovecraft’ın Favori Korku Hikayeleri
İki arada bir derede bırakan bir kitap: İçinde yer alan 13 öyküden sadece ikisi, yani 300 sayfanın 60’ını teşkil eden bölüm kayda değer ölçüde etkili. Ancak bu etki öyle yabana atılır cinsten değil: Her ikisi de birer arzu nesnesine sahip - Animula ve Clarimonda- biri su damlasının içinde, diğeri ise uğursuz karşı apartman dairesinde yaşıyor. Bir çılgın bilim adamı ve bir aşk kurbanı genci odağına alan bu öyküler, son derece akıcı ve merak uyandırıcı biçimde ilerliyor. Gerilim duygusunu ikinci yarısında nispeten kaybeden "Elmas Lens"e karşılık, günlükler şeklinde ilerleyen “Örümcek” giderek büyüyen dehşeti ve tekinsiz atmosferi iliklerinize kadar hissettirerek isminin hakkını veriyor. Bu iki öykü kitapta 4. ve 10. sırada yer alıyor. Daha kısa yahut daha dengeli bir antoloji içinde yer alsalar gözü kapalı tavsiye edeceğim öyküler, şu halde 300 sayfalık bir kitabı muhafaza etmeye yeterli olur mu, işte günün sorusu.
Not: Elmas Lens, yazarın yine Laputa’dan çıkan “Keramet Ustası” öykü derlemesinde de yer alıyormuş.
Maurice Level - Cehennemin Kapıları
“Mahsur kalmak” diyebiliriz, kitaptaki öykülerin ortak noktasına. Hapishane hücresinden kuyulara, kaybedilen gözlerden en yakın dost ile aldatan eşe, zindan olan yaşamlarla, dilencilerle, kasıtsız cinayetlerle, insanın kendi cehenneminde yani vicdanında ve çaresizliğinde yatıyor isminin gizi; bu kısa öykülerle dolu antolojinin. Öykülerin bu kadar -hiçbiri 10 sayfa sürmüyor- kısa olmasının bir dezavantajı, yukarıda saydığım temaların birçok kere tekrar edilmiş olması. En çok aklımda kalanlar, başta, sonda ve ortada yer almak suretiyle; “Bıçak Hakkı”, “Horoz Öttü”, “Duvar Saati”, “Tahsildar”, “Bir Manyak” ve kitabı beklenmedik bir duygusallıkla kapatan “Baba” oldu. Tek bir kalemden 26 öykülük derleme tek bir ciltte kütüphanenizde rahatlıkla yer alabilir, diye düşünüyorum. Son tahlilde, ara ara açıp okunabilecek, ortalama bir eser.
Caroline Taylor Stewart - Kurt Adam Batıl İnancının Kökeni
20 sayfası inceleme, 40 sayfası notlardan teşekkül, çerezlik bir kitap. Kuzey Amerika Kızılderilileri ve Cermenler merkezde olmak üzere, 4-5 maddede inancın kökenine sebepler sunulmuş ama bana göre doyurucu olmaktan uzak bir çalışma olarak kalmış. Beklediğimi bulamadım.
Agnes K. Murgoci · Romanya’da Vampir
Romen kültüründe vampir inanışları, ölüm ve ölü gömme gelenekleri kitapta mercek altına alınıyor. Bildiğinizin dışında, kimi zaman saçma bulabileceğiniz inanışlar da mevcut, eğer ki bu mitosu yüceltecek bir kaynak arıyorsanız bu kitap size göre değil. Derinlemesine bir araştırma da yok, çerezlik, ince bir eser.
Emily Gerard - Transilvanya Batıl İnançları
Üç çeşit batıl inançla açıyor sayfalarını kitap: Yerlilerin, Saksonların ithalinin ve gezici karavanlarıyla serseri çingenelerin. Bu sınıflandırmadan sonra, hurafe diye bildiğimiz onlarca yerel inanışa kah madde madde kah yaşandığı söylenen vakalarla göz gezdiriyoruz. Bu seriden edindiğim üç kitap da beni doyurmadı, dolayısıyla öneremiyorum. Bol bol alıntı girdim, herhalde içeriğe dair fikir verecektir.
Yankı Enki - Maskenin Düştüğü Yer
Çok başarılı bir derleme. Yazarın kaleme aldığı ana başlıkları şöyle bir sıralarsak;
Gotik edebiyat ve bunun içinde Fransız İhtilali Dönemi giyotin edebiyatı, hayaletler, Hugo ve Dumas;
Hayal kurucu ile rüyagören arasındaki temel farklar ve bunun sanata yansıyışı, fantastik, Goya;
Maupassant ve korku edebiyatına bıraktığı miras;
Frankenstein, ölümsüzlük, Dracula, evsiz yabancı, Mary Shelley, Jane Austen;
Gotik mekan, mimari, Vathek, X, The Invisible Man, Lovecraft, De Quincey;
Ev, The X-Files, Poe;
Kurtadam, Underworld, Van Helsing, Moonlight, Twilight;
Maskeler, Jekyll ve Hyde, Jung, Avrupa (Batı) ve Türkiye (Doğu).
Bu başlıklarda Polidori’nin Vampir’inden Dr. Moreau’nun Adası’na yine pek çok eser ve sanatçı satır aralarında geziniyor, bin katırla koşturduğu okuru bin satıra bölerek nihai uyuşukluğundan kurtarıyor. “Benim” diyen pek çok araştırma kitabından daha doyurucu, faydalı bir kitap yaratmış yazılarıyla Enki.
Gotik olsun, korku olsun, bilimkurgu olsun, fantastik olsun, kitaplığınızda ayrıksı bir “tür” rafı barındırıyorsanız, kesinlikle yer vermeniz gereken bir kitap, kaynak olacaktır “Maskenin Düştüğü Yer.” Kesinlikle tavsiye ediyorum.
Voltaire - Candide Ya Da İyimserlik
Candide, Voltaire’in hiciv sanatını üst perdeden konuşturduğu pikaresk bir serüven. Yolculuğun kendisi bir heyecan dalgası; karadan denize, zenginlikten fakirliğe, El Dorado’dan Türkiye’ye, birbiri ardına katılan yoldaşlarıyla Candide, gönül verdiği kadına dönmek için türlü badireler atlatır, birbirinden renkli insanlar tanır. Voltaire’in konuşturduğu karakterler satır aralarında filozofun çokça aşina olduğumuz fikirlerini sunarlar, pekiştirirler; biz düşünce seline kapılıp gittiğimizi biliriz.
Geçerliliğini bugün bile koruyan, bireye ve toplumlara dair kimi saptamalar gerçekten dudak uçuklatırken, yazarın neden Aydınlanma’nın sembolü haline geldiğini ve bugün dahi süregelen şöhretini altında ezilmeyen kaleminin coşkusunu rahatlıkla görebiliyorsunuz.
Jerome K. Jerome - Bir Kayıkta Üç Kafadar
Bir sinefil için müthiş bir kaynak: İngiliz kara mizahının inceliklerini kâh Monty Python ekibinden kâhsa gerçek hayattaki dostlardan ilham almakla Larry David ve Seinfeld ekibinden çok önce, Frasier ve Niles Crane kardeşlerin refahına yaraşır bir zenginlikte bizlere sunan yazar, İngiliz günlük yaşantısının vazgeçilmezi can dostu köpeği de D’Artagnan kontenjanından romana dahil ediyor. Yer yer tabiata ve insana dair duygusal ve dramatik pasajların kendini göstermesine rağmen kitap gücünü Buster Keatonvari bir soğuklukta anlatılan durum komedisinden alıyor.
O kadar çok anı var ki, not almadan hatırlamanız mümkün değil: Hastalık hastası evhamından kokmuş peynirin yolculuğuna, bavul toplamaktan meteoroloji tahminlerine, konserve kutusundan it dalaşına, kıymalı börekten cep saatine, boydan fotoğraftan banjo resitaline, han duvarındaki alabalıktan nehirde yenen küfürlere, kimi dört-beş sayfayı bulan, ardı ardına dizilmiş kahkaha tufanı, arada “200 yıl sonra bu sıradan eşyalar gelecekte sanat eseri mi sayılacak?” gibi kehanetler de mevcut. Yazarın sıklıkla dile getirdiği iş disiplini is günümüz stand-up sanatçılarının ciddi yüz ifadesiyle bizlere sunduğu "one-liner"ların atası gibi.
Voltaire - Safdil
Voltaire’in diğer kısa romanlarına nazaran zayıf kalışını ikinci yarısında karakterin “talihli” serüvenler komedyasından aşıkların trajedisi içine düşmesine borçlu görünen Safdil, bugün klişeye dönüşmüş kimi bölümlerinin, yazarın her daim güncel kalan görüşlerine karşın, eskimesinin sıkıntısını taşıyor: Kocasını kurtarmak için "ahlaksız teklif"i kabul etmek zorunda kalıp yataklara düşen kadın gibi. Zindanı dar olmaktan kurtaran bilge mahkum da daha sonra Monte Cristo Kontu ve Kelebek gibi eserlerde sıklıkla karşımıza çıkacak. Sonraki eserlerle kademeyi yükseltmek adına yazara giriş seviyesi olarak okumak doğru bir tercih olabilir.
Voltaire - Sadık veya Kader
Sadık, pikaresk anlatısıyla kendisinden sonra gelecek Candide ya da İyimserlik ile yoğun benzerlikler taşıyor fakat kesinlikle bir taslak vasfında değil. Rastgele gelişen olaylar dizisinde detaylar birbirine öyle güzel bağlanıyor ki, eserden aldığınız lezzet son lokmada tepeye varıyor. “İyilik yap, kötülük bul” ile yolumuza devam ettiğimiz macerada bizi Hızır ile Hz. Musa kıssasından alışık olduğumuz bir ters köşe de bekliyor. Voltaire’in günümüzde geçer akçe metinlerinden herhalde ülkemizde en çok saygı duyulacak olanı da bu kitapta geçiyor: Kocasından ölümüne dayak yiyen kadını kurtaran kahramanımız ondan saygı görmek yerine ağız dolusu küfür yiyor! Felsefi derinliği bir yana, bunu aktaracağı romana kurduğu çatıda bile ustalığını konuşturan büyük düşünüre, üç asır sonra hâlâ insanlığın yolunu aydınlattığı için şapka çıkarmak gerek. Hayran kalmamak mümkün değil. Eserlerini gerek dipnotları gerek akıcılığıyla en titiz biçimde dilimize kazandırmış Berna Günen’e de çevirilerinden dolayı teşekkürü borç biliyorum.
Victor Hugo - Bir İdam Mahkumunun Son Günü
Victor Hugo kitaba öyle bir girizgâh döşüyor ki, tarihin kanlı meydanlarında düzenlenen bu gösteriye ön sıradan tanık olmakla kalmıyor, hep şehir efsanesi olarak duyduğumuz “bir türlü ölemeyen” kurbanların kan donduran trajedisine şahit oluyorsunuz. Hugo’nun idam karşıtlığına tanık göstermek için çağırdığı tarihin hayaletleri Dumas’ın sayfaları (Binbir Hayalet) arasına karışırken, biz tek bir kişinin iç çatışmalarına tanık olmak üzere, romana girişiyoruz. Claude Gueux’un aksine, “aramızdan biri” olması adına karakter eksiltme zirveye çıkmış, ne adamın ne suçunun adı konmuştur. Birini öldürmüştür ama saikler belirsizdir. Gorki’nin Ana’sında defterine at çiziktiren hakim gibi, kanun soğuk ve kibardır (Voltaire’in kalemiyle “kibar namussuzlar!”), düşünülmesi gereken geride kalan, kederinden ölecek eş ve anadan öte, yetim kalacak, belki de (büyük olasılıkla) babasından yiyeceği damga ile hayatı şimdiden buruşturulup çöpe atılmış küçük Marie’dir. Romantizm akımını iliklerinize kadar hissettiğiniz eserde, duyguları nasırlaşmış rahipten “son dakika piyangosu” jandarmaya, kürek mahkumlarından “bir sonraki” idamın neşeli ve yorgun eşkıyasına, hikayeye katman katman eklenen karakterler içsel yolculuğa eşlik ediyor ve “insanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar” ile özetlenecek, içimizdeki en ilkel korkuya davet çıkarmak üzere, gotik edebiyatın giyotinle dilinmiş sayfaları arasına eklemleniyorlar. İsimsiz kahramanın kürek mahkumiyetine tercih ettiği idam cezası gibi bizler de kırk katır yerine kırk satırı tercih edişimize, kasapların elindeymişçesine, bin pişman olacağız. Hugo’nun daha sonra kaleme alacağı eserlerinin ismen de olsa satır aralarında geçmesi gülümsetirken, her ayrıntısını betimlediği sekiz metrekarelik zindandan gözlemine bizi ortak ettiği kürek mahkûmlarını da (Ben-Hur 'a selam olsun) usta bir kalemin elinden doyamadığımız sayfalar boyu ete ve kana bürüyor, “keşke,” dedirtiyor, “bir uzun öykü de onlar için yazsaydı!” Kitabın yazımındaki ve birebir duygu aktarımındaki ustalığı bir yana, birçokları tarafından çeviri dili eleştirilen Volkan Yalçıntoklu’nun Hugo’nun diline hakimiyetinin hakkını vermek gerek. Her şekilde, gerek klasik gerek romantik gerek gotik edebiyat, gerekse tarih meraklısı olun, kütüphanenizin baş köşesinde yer alması gereken bir eser.
Alexandre Dumas - Binbir Hayalet
Gotik edebiyatın giyotin sehpasından doğduğu yıllarda kaleme alınmış Binbir Hayalet, tıpkı Lord Byron, John William Polidori, Percy Bysshe Shelley ve Mary Shelley’in toplanıp birbirlerine hikayeler anlattıkları gecedeki gibi, her bir anlatıcının başından geçen doğaüstü olayları aşırıya kaçmadan hikayeliyor: Kesildikten sonra yaşamın son bulmadığı kafalarla anılagelen kitabın finali ise daha vurucu: Tek başına Olalla’yı nakavt eden benzer hikayede lanetli bir aile ve vampir unsurları var, yetmiyor, Dumas’a özgü swashbuckler kılıç düellosu görüyoruz, biri ölü biri canlı iki kardeş arasında. Ve elbette bir kadın, paylaşamadıkları. Zaten en uzun bölüm de bu ve tek başına bir novella bile olurmuş. Bu beklenmedik tür kaynaşımı kitabın ederini bir gömlek artırıyor.
Tormesli Lazarillo
İlk pikaresk roman olarak edebiyat tarihinde yer bulan Lazarillo, ilk 3 bölümüyle Don Kişot’a denk akıcılıkta bir serüven sunarken, kimilerine göre 7 Ölümcül Günah’a tamamlanacak yedi bölüme ulaşmak üzere eklenen dörtte birlik ek bölümde maalesef bu titrini yitiriyor ve ilk dörtte üçlük kısmıyla başyapıt olabilecekken, şu halde bayat çayla kapanış ikramı yapılan güzel bir yemek olarak kalıyor.
Kör sahiple geçen ilk bölüm zaten başlı başına Oliver Twist’ten iyi. Papaz sanıyorum kitabın anonim olarak yayınlanmasına sebep olacak şimşekleri üzerine çeken bölüm. Fakir ama gururlu asilzadeyle sonlanan üçüncü bölüm, kitabın pik yaptığı, bana göre final olmayı hak eden kısım. Zaten sonrasında ilki tek sayfalık 4 bölüm var ve hepi topu 16-17 sayfa. Oysa ilk 3 bölüm 51-52 sayfalık bir hacim teşkil ediyor. Dolayısıyla, burada da bir orantısızlık var: Her şekilde, ya başka kalemler tarafından ya alelacele bitsin diye başkaca bir zaman (doğaçlamayı kesen zamanaşımı) ele alınmış bir bölüm hissiyatı veriyor bu “yama gibi duran” kısım. 10 puanlık bir kitap olacakken 8’de kalıyor: Zaten Goodreads’teki 3.49 düşük puan ortalaması da bu savımı kanıtlıyor.
Chaplin’den Kemal Sunal filmlerine kadar esin vermiş açıkgöz karakteriyle her sinefilin ve kitapseverin tanışması gereken bir genç Lazaro. Keyifli okumalar diliyorum.
Fitz James O’Brien - Keramet Ustası
H. P. Lovecraft’ın Favori Korku Hikayeleri kitabında Elmas Lens’i çok beğenip fazlasını umarak aldığım bu kitapta çevirinin de kösteğiyle aradığımı bulamadım: Vision’u vizyon (“sana yemin ederim Hammond, bu bir vizyon değil”, s.127), Crystal Palace’ı kristal saray (günümüzde Kristal Saray’a ait bir alana dönüştürülen…", s.79) gibi tarzanca çevirmek bir yana, Liszt’i Listz olarak basmak (s.14), editörlük adına benim gözümde facia. Sefiller olsaydı bu kitap yine rafıma koymazdım. Franz Liszt’i de tanıyın be kardeşim. Tavsiye etmiyorum. Zaten Elmas Lens de direkt diğer kitaptan metin olarak çekilmiş. Gidip onu alın, en azından içinde “Örümcek” var.
Bram Stoker - Dracula’nın Konuğu ve Diğer Tuhaf Öyküler
Kara Çınar serisinden çıkan Tuhaf Öyküler antolojisinde “Bir Çingene Laneti” öyküsünü beğenip fazlası için bu kitabı edinmiştim fakat hayret-i muciptir ki, mütercimin çeviriyi biteviye, mutmain gibi sözcüklere boğmasından sebep gram lezzet alamadım. Poe öykülerinden ve Black Sunday filminden fırlama Kızılderili Kadın ile Habil ile Kabil hikayesi Abel Behenna’nın Gelişi hikayelerinin bile keyfini çıkaramıyorsunuz. Kitabın sonlarına geliyorum, mesela, şu cümleye bakar mısınız: “Arzın esfeline itilmiş ruhu direngen bir kuvvetle bir kez daha eşrefe değin sıçramış gibiydi.” İşin kötüsü birkaç cümlede bir aynı kalıplar (x’ten sebep) kullanılıyor, hatta üç cümle art arda aynı kelimeyle biten yahut ikili öbeklerin ardı sıra cümlelerde yinelendiği durumlar görüyoruz: Bu da bize çeviri dilinin ağdalı olmasından da kötüsü, çevirmenin zengin olması gereken kelime haznesinin sığlığına işaret ediyor. Velhasılıkelam, Stoker’den bile önce bir zamandan ışınlanıp gelmiyorsanız, çeviri dili bu öykülerden alacağınız keyfe ket vuracaktır. Değerlendirmenizi de en az 3 puan aşağı çekeceğini söylememe herhalde gerek yok.
Not: Gaddar Öyküler kitabını da aynı isim çevirmiş, ama onda bu durumu yaşamamış, aksine çok keyif almıştım. Bunu da belirtmiş olayım.
H. G. Wells · Zaman Makinesi
Wells bana göre - hemen tüm eserlerinin ilk uyarlamalarını izlediğim için olsa gerek- fikirleri perdede daha başarılı işleyen bir düş adamı (Dünyalar Savaşı hariç). Bu kitabın da neredeyse tek sekansıyla En İyi Görsel Efekt Oscarı 1960 film uyarlaması, esere oldukça sadık kalmakla beraber, onu okumadan seyretmeniz halinde de, tüm detayları üstüne leziz bir görüntü yönetmenliğiyle sunuyor. Gelecek tasvirleri bir yana, kitabın müzik sanatına bir katkısı da Eloiler elbette: Alman space rock grubu Eloy ismini buradan alıyor.
Leonid Andreyev - Yahuda İskariot
Şeytan’ın aslında Tanrı’yı en çok seven melek olduğu inanışına paralel bir savı öyküleyen Yahuda İskariot, baş kişisini İsa’nın öğrenci/havarilerine duyduğu kıskançlık ekseninde konumlar. Yer yer bu “diğerler” kümesinin iradeden yoksun oluşundan dem vuran Yahuda nihayetinde İsa’nın yanında “kendince” yer almayı başaracaktır. Hıristiyan misyonerlerin kendi inançlarını gittikleri yerlerin mitolojilerine yerleştirdiği bilinen bir olgu, işbu nedenle şu kitapta yazılanları animasyona da uyarlanan Thor - Loki mini serisinde de görmek kimseyi şaşırtmayacaktır. Velhasılıkelam, edebi lezzetten çok bir “what if” bakış açısıyla okunacak bu novella için eklenecek çok bir şey yok. Rusça tercüman Mustafa Kemal Yılmaz kendi yetkinliğini Yahuda’nın diline dökerek akıcılığı perçinlemede ustalıkla kullanmış. Andreyev külliyatını sevenler için kütüphanede bulundurulabilecek bir eser.
Leonid Andreyev - Kızıl Kahkaha
Fowles 60’larda yazdığı denemelerinde sinemanın edebiyattaki betimlemeleri çok daha iyi resmettiğini, bu nedenle artık roman yazmanın eskisinden daha zor olduğunu belirtir. Bu kitabı okurken aklımda sürekli Kubrick’in "Paths of Glory"de bu dehşeti kanlı canlı önümüze “zaten” sunmuş olduğu kıyası geldi.
Öncelikle şunu söyleyeyim: Kendim sürgün bölgesinde askerdeyken içinde bulunduğum ruh hali neticesinde dışarıdaki -çoğu arayıp hal hatır sormamış- arkadaşlarımın gündelik konulara takılır biçimde yaşantılarını sürdürmeleri bana oldukça saçma gelirdi. Tamamen izole, özlük hakları devredilmiş biçimde, bambaşka bir dünyada, kafada yaşıyordunuz günlerinizi, her biri döndüğünüzde adapte olmanın üstüne konan bir taş ağırlığında… Oradayken “Nefes” adlı kışla filmini izlemek istemelerini anlamlandıramadım arkadaşların çünkü zaten "siz"i anlatıyordu, bırakınız başkaları sizi merak etsin, o yaşamı simüle etsindi. Şimdi ancak empati kurabilirim o dönemde yaşamış "bizler"e, çünkü gömlek değiştirir gibi kimlik değiştiriyoruz her saniye “The Prestige” illüzyonu misali yeniden doğan bedenimizle ve ölüp dirilen, değişen, evrilen ruhumuzla.
Şimdi, bu halim bana diyor ki: Bu kitap altıncı bölümdeki hastane sekansıyla pik yapıyor, evde geçen iki bölümü takiben, son iki bölümde yeniden savaş alanı ve nihayetinde -leitmotiv gibi- akış boyunca yinelenen "ev özlemi"nin kızıl kahkahaya bulanması ile son buluyor. Burada da “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” ile “Askerin Türküsü” çağrışıyor gözümde. Yine daha iyi anlatımlar, örnekler. Ha, bir günde deliren ve topluma karşı yürüttüğü anarşik savaşı bir yüzyıla yakın süredir sürdüren “The Joker” karakteri de (Hugo’nun "The Man Who Laughs"unun '28 tarihli uyarlaması esin verir ona da) baskın çıkıyor zihnimde yer etmiş ve artık edebi külliyatın bir parçası olmuş onlarca hikayesiyle.
Velhasılıkelam, zaten merdümgiriz (mizantrop) bir insana dönüştüğüm için bende şok edici bir etki uyandırması imkansız (nihil admirari) bir öyküydü “Kızıl Kahkaha”. Yedi bini aşkın filmden ve beş yüzü aşkın diziden sonra okumaya tekrar dönmüş olmamın kaçınılmaz kıyasları etkilidir ancak hiçbir sinemacının da Hugo, Voltaire gibi kalemleri perdede o ustalıkla resmedemeyeceği vaki, karşımızda bir başyapıt yok bu minvalde. Ayrıca insanlık tarihinin savaşlardan ve bunların romantize edilmesinden ibaret olduğunu düşünen ve bunlardan fazlaca yorulan bir beyne, tıpkı dini yahut politik kaygılı kitaplarda olduğu gibi, dönüp dönüp aynı hikayeyi milyonuncu kez dinlemenin bıkkınlığı kalıyor geride.
Jack London - Kızıl Veba
London’un diğer eserlerine nazaran ayrıksı bir yerde duran bu kıyamet sonrası romanı, bir yandan onun natüralist ve romantik doğasını bünyesinde taşırken, diğer yandan yüz yıl sonrasının dünyasına ve toplumlarına dair hayranlık verici tespitlerde bulunuyor: Dünya nüfusundan tutun da sadece 8 yıl sonrasında hortlayacak pandemiye kadar. Burun ve kulak deldirme kısmına hiç girmiyorum. Bu elbette bir bilimsel çalışma değil, içinde enfes bir anlatı gücü var, öyle ki, bolca filme çekilen Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı’ndan çok daha sağlam bir sinematik malzeme sunuyor (zaten günümüz zombi dramalarıyla yolu bolca kesişiyor).
Geriye dönük anlatı zaten kafadan açılış sekansı. Tüm bu ıssızlığın ardında, geçmişte yatan ve kıymetini bilmediğimiz bolluk (Soylent Green), adaya düşen grupta uşağın soylu kadının aşığı olması (Male and Female, 1919; Cecil B. DeMille - fakat orada şiddet değil romans vardır), nereye bassanız altında can çekişen ölüler (The Walking Dead), tümünden daha korkuncu cehaletin pençesinde kibire boğulmuş genç kuşak (bugünün bilgi çağında fark varmış gibi)… London hikayesini 60 sayfa içinde öyle sıkı örüyor ve hünerini yarının dünyasını resmetmekte öylesine döktürüyor ki, başka bir kitap yazmasaydı da, tek başına şununla yaşayan bir kalem olurdu diye düşünüyorum.
Daha önce okuyup da inceleme bırakmadığım kitaplarını da -diğer kimi yazarlarla birlikte- tekrar elden geçirmek ümidiyle, London’u saygıyla selamlıyorum.
Leonid Andreyev - Şeytan’ın Günlüğü
Death Takes a Holiday ve yeniden çevrimi Meet Joe Black’te işlenip daha sonra Lucifer dizisinde hizmetkarını da yanına katmasıyla perçinlenen klişede şeytanın yeryüzüne tatile indiğini çokça izlemişizdir. Bunun yazın edebiyatında karşılığını bulan örneklerinden, bu bitmemiş kitapta Bakire Meryem - Fahişe Kompleksi’ne de göndermeler katılarak, yine günümüz seyircisi için Chinatown veyahut Eşkîya gibi tanıdık filmlerde dahi işlenen başka bir “twist” ile Şeytan sudan çıkmış balığa dönüyor ve intikamını alamadan, Şahane Hayat’ın Bay Porter’ini aratmayan esas kötümüz Magnus’un tiradıyla kapanış yapılıyor. Andreyev’in Kızıl Kahkaha ve özellikle Yahuda İskariot’ta da bolca kullandığı iç monologlar burada okumayı sekteye uğratan bir unsura dönüşmüş. Zira Magnus ile Şeytan’ın kedi-fare oyununu andıran diyalogları romanı sürükleyen belki de yegâne faktör. Hâl böyleyken tansiyon bir yükselip bir sönüyor ve yemeği sıcak yeme şansına bir türlü erişemiyorsunuz. Yeryüzünde güçlerini de kullanamadığı için aslında Şeytan’ın, dolayısıyla romanın fantastik bir yönü bulunmuyor; bu sebeple okuma yapmak isteyenleri özellikle bu hususta uyarmak gerektiğini düşünüyorum. Felsefik boyutunda, zaten üstüne onlarca eser yazılmış bir tema, sadece bir çeşitleme olduğu bilinciyle okunursa daha çok keyif alınması mümkün olacaktır. P.S. Çevirmenin Andreyev üzerine verdiği bilgilere ayrıca övgü düzmek lazım. Rus edebiyatının nasıl bir eleştiri gücüne maruz kaldığının da altı özellikle çizilirken, Gorki, Tolstoy ve nicelerinin yazara bakışı da roman öncesinde mercek altına alınıyor.
Daniel Defoe - Veba Yılı Günlüğü
Kitap gerek aldırdığı notlar, gerekse bitirmem akabinde yazmama müsaade etmeyen iş yoğunluğu nedeniyle epey bir zamanıma mal oldu, işbu nedenle okuduklarımı unutmamak adına aldığım kısa notları aktarmayı kendi yorumuma öncelik tutuyorum. Zaten kırka yakın alıntı aktardığım için bunları özet geçiyor ve uzun kimi sinematik anları da okumasını okura bırakmak üzere üstünkörü paylaşıyorum.
Salgın özellikle Ağustos-Eylül aylarında Londra’yı kasıp kavurmuş.
Belediye, sulh hakimleri ve dahi sahipsiz mallar kendisine ait olmasına karşın bunları belediyeye hibe eden kral sayesinde yoksullara yardım eli hep uzanmış, gıda stoku tükenmeyip, ölü sayısına rağmen sokaklar temiz kalmış. Kurulan veba evlerinde de üst düzeyde bakım sağlandığı için buradaki kayıplar dip seviyede kalmış.
O zaman da tam kapanma sırasında çok sayıda ihlal yaşanmış. İnsanlar gerek bıkkınlıktan gerekse cehaletten bir süre sonra tamamen boşlayıp salgını tekrar canlandırmışlar.
Denizde olanlar yakayı kurtarmış. Kıyı ticareti de kenti besleyen bir damar olmuş. (S.237)
Türkler ve Müslümanlar ihmalin, umursamazlığın ve kaderciliğin birer sembolü olarak kitapta anılıyor.
Çok sayıda hayvan itlaf edilmiş. Her hanede 5-6 kedinin yaşadığı bu dönemde 40 bin kadar köpeğin ve 200 bin kadar kedinin öldürüldüğü söyleniyor.
Emziren annelerin ve bebeklerin kaderini açık açık yazmaya gerek yok.
Sirke ve kömür, tütsü vb. kokular tercih edilmiş korunma yöntemlerinden kimileriymiş (S.214, 236).
Pazar yerleri sağlıklı insanları evlerine ölümle geri göndermiş.
Etkinlikler iptal edilmiş fakat borsa açık kalmış.
Hastalık bulaşmış her ev işaretlenmiş.
Sahte doktorlar, falcılar, şifacılar, her türlü şarlatanlar yine her dönemde olduğu gibi insanların zaaflarından faydalanmış. Abrakadabra yazılı muskaları (binom piramidi gibi her satırda bir harf azaltılarak) boyunlarında taşıyan insanlar olmuş. Salgın öncesi kayan kuyruklu yıldızın da nasıl bir inanışa yol açtığını söylemeye gerek yok. Tam kapanmada kapılara dikilen bekçilerin hakaretamiz davranışları nedeniyle yoğun öfke seli oluşmuş, öyle ki ölümlerine dair soruşturma dahi açılmamış. Hakimler atlarıyla kapılara kadar bizzat kontrole gelerek işlerini layıkıyla yapmışlar. (S.152-153-217) Halkın bağışlarından da övgüyle söz ediliyor. (S.91-93) Salgın şehrin bir kesiminde hızlanıyorken diğerinde yavaş ilerlemiş, yazar bunun Tanrı’nın lütfu olduğu inancında (S.181) Boşvermişlik öyle bir raddeye gelmiş ki, fil mezarlığı gibi, insanlar açılmış çukurlara kendilerini bırakıp oracıkta ölüvermişler. Arada çarpıcı insan hikayeleri de var. Bunlardan bazıları: Halkın sevgilisi haline gelmiş bir kavalcı bir balyanın üstünde sızıp kaldığı bir gecenin sabahında öldü zannedilip vebalı cesetlerle birlikte at arabasına atılmış. tam gömülecekken uyanmış ve çevresindekilere şok yaşatmış. (S.87-88) Başka birinin söylenceye göre başı omuzlarının arasına değin gömülmüş, yüzü öne doğru bakarken köprücük kemiklerine yaslanıyormuş. Bir yıl kadar sonra da ölmüş. (S.116) Farklı sebeplerle sağlık sorunu yaşayan bir aile karantinanın bitmesi akabinde tekrar ve tekrar eve kapatılmış, bu şartlar yüzünden sürekli hastalanmışlar ve gerçekte veba olmadıkları halde eve gelen doktorların vb. yüzünden hastalığı kapıp ölmüşler. (S. 155) 156. ve 157. sayfada iki şok edici olay karşılıyor bizi: Biri gece vakti vebalı biri tarafından öpülen kadın, diğeri ise bir aile üst katta yemek yerken koşarak evlerine girip merdivenleri çıkarak veda etmek istediğini söyleyen bir adamın “nereye gittiği” sorusuna “ölüyorum, vebalıyım” yanıtı vermesi akabinde yaşananlar. Kimi 30 sayfa süren birkaç sıkıcı insan hikayesi var, bunlar kitabın dörtte birini işgal ediyor. İlk 30 sayfayı da katarsak, 240 yerine 150 sayfaya inse daha dengeli bir metin olurmuş. Yazar kaderciliği Doğu inanışıyla bağdaştırsa da, özellikle son bölümde vebanın bitişini Tanrısal bir dokunuş olarak paragraflarca yorumlaması ve dahi bu şekilde kapanış yapması, maalesef kitabın bütününü nesnel bir belge olmaktan çıkarıp, tarihi roman havasına bürüyor. Zaten türüne dair farklı görüşler mevcut. Fakat yukarıda andığım detayların her biri, hem 400 yıl sonra güncelliğini koruyan sosyolojik olgular olmanın ötesine geçiyor hem de kan donduran, sinema salonunda dahi sizi bugün koltuğunuzdan zıplatabilecek anlar mevcut: Özellikle “yemeğe gelen misafir” anı unutulacak gibi değil. Ayrıca Camus’un Veba’sının Defoe’nun önsözüyle başladığını da hatırlatmam gerek. İşbu sebeple, her kütüphanede bulunması gerektiğinin elzem olduğunu düşünüyorum. Yanlarına Jack London’un Kızıl Veba’sını da katmanız yerinde olacaktır. Not: Kantemir’in çevirisinin esas metnin sıkıntılı gramerini daha okunur kıldığı söyleniyor. O kısmı bilemiyorum fakat çeviri dili gayet leziz. Oradan da bir gömlek yükseliyor kitap.
Albert Camus - Veba
Veba’yı Jack London’un Kızıl Veba’sı ve Daniel Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü’nden sonra okudum. Zaten bu son kitaba atıfla, Defoe’dan alıntıyla başlıyor kitap. Fakat bu iki kitap ardı ardına okunduğunda, neredeyse aynı kitabı özetiyle okumuş gibi oluyorsunuz. Farklar var elbet: Defoe kalemini Tanrı için yorarken, Camus vebanın içimizde bizi kemirmekte olan çürümüşlüğün ta kendisi olduğunu sıklıkla dile getiriyor. Benzer görüşlere hakim bir okuyucu iseniz de size yeni bir perspektif sunmuyor. Hatta ben “diğeri varken neden değerli zamanını bu kitap için harcamış?” diye içlendim bol bol, üçlemenin ikincisinden sonra grip kapıp hasta olan bünyem bir an önce yeni ufuklara yelken açmak istiyordu lakin aynı anlatıya dönüp dönüp durmak oldukça yordu. Biri İngiltere’de biri Fransa’da, farklı zamanlarda peydah olan iki salgına dair bu iki kitapta benzer ifadeler de mevcut. Defoe bu örneklerde çok daha çarpıcı bir anlatıma sahip, bunu yineledikten sonra örneklere geçeyim: Defoe’nun kitabında bir gece vakti bir kadının vebalı olduğunu söyleyen biri tarafından kıskıvrak yakalanıp öpüldüğü ve kadının yaşadığı şok anlatılıyordu. * Camus’un kitabında 80. sayfaya bakıyoruz: “Cottard’da vebaya dair doğru yanlış hikayeler pek çoktu. Anlattıklarına göre, şehir içinde bir sabah veba belirtileri taşıyan bir adam, hastalığın sayıklamaları arasında kendini dışarı atmış, vebaya tutulduğunu bağırarak karşısına çıkan ilk kadını kucaklamıştı.” “Ne var, herkesin başına gelebilir”, “tek salgına özgü bir vaka olmak zorunda değil” diyebilirsiniz. O halde şunu ileri sürerim: Daha önce anlatılan, salgına yönelik bir tanıklığı, kendi anlatısı için kullanmak özgün bir kalem için kabul edilebilir midir? Üstelik Nobel’i bununla almışsanız. Devam ediyorum, Defoe’nun kitabında 78. sayfadaki anlatıya bakalım: Bir gün Lothbury’deki Token House Yard’dan geçerken başımın üzerinde birden bir pencere açıldı ve bir kadın üç kez tiz bir sisle çığlık attıktan sonra, “Ah! Ölüm, ölüm, ölüm!” diye benzeri duyulmamış bi şekilde haykırdı. Dehşet içinde kaldım, adeta kanım dondu. Sokakta başka kimse yoktu, açılan başka pencere de olmadı… İnsanlar artık ne olup bittiğini merak bile etmiyor, kimse de kimseye yardım etmiyordu. Ben de yoluma devam edip Bell Sokağı’na geçtim. Tasvir çarpıcı, olayın sonrasında olanlarla zenginleştirilmesi etki gücünü artırıyor. Camus’un eserinde 113. sayfaya geliyorum. Buyrun: “Salgının seyre değer dokunaklı manzaralarını kaydetmekteydi. Örneğin, tenha bir mahalleden geçerken bir kadın, kapalı panjurları açarak pencereye çıkmış, iki acı çığlık attıktan sonra, panjurları karanlık odasının üzerine yeniden çekmişti. Tarrou, eczanelerde nane pastillerinin tükendiğini, çünkü bazı kimselerin muhtemel hastalık bulaşmasını önlemek için bu pastilleri emdiklerini de not etmeyi unutmamıştı.” Olay neredeyse birebir aynı. Sonrasındaki cümlenin ilgisizliğiyle, etkisi de Hitchcock’un “gerilim ve şaşırtmaca” örneğindeki gibi, kısa sürüyor. Kurgu veya değil, Defoe’nun öykülemeleri çok daha başarılı. * ilk örnekteki paragrafı da buldum, 156. sayfaya bakalım: “Söylenenler doğruysa varlıklı bir Londralının eşi olan zavallı bir talihsiz hanımefendi, böyle bir mahluk tarafından Aldergate Caddesi veya civarında öldürülmüş. Besbelli aklını kaçırmış olan adam sokakta şarkı söyleyerek gidiyormuş. İnsanlar sadece sarhoştu diyor, ama o kendisinin vebalı olduğunu söylüyormuş ve açıkçası doğrusu da bu gibi görünüyor. Hanımefendiyle karşılaştıklarında kadıncağıza sarılıp öpmüş. Bu yaptığını adamın terbiyesizliğine veren kadıncağız korku içinde kaçmaya başlamış. Cadde nispeten boş olduğundan ona yardım edebilecek kadar yakında kimse de yokmuş. Kadın, adamın kendisini yakalayacağını anlayınca dönüp adamı hızlıca itmiş. Zaten takati olmayan adam geriye doğru savrulmuş, ama maalesef yakınında olduğu için düşerken kadını da yere çekmiş ve yeniden öpmüş. En kötüsü de kalktığında vebalı olduğunu ve onun da olmaması için bir neden olmadığını söylemiş. Zaten yeterince korkmuş olan kadın bir de bunu duyunca bir çığlık atıp bayılmış veya kriz geçirmiş, bir süre sonra kendine gelmiş, ancak birkaç gün sonra ölmüş. Kadının vebaya yakalanıp yakalanmadığını ise hiç öğrenemedim.” Mukayeseye dahi girmeden, hemen sonrasında bu kitabın en çarpıcı bölümü olan “yemek masası” olayının aktarıldığını söylersem herhalde meramım anlaşılır. Hemen 2 sayfa sonrasında, 158. sayfada bir hastanın hemşireden de kurtulup üstünde gömleğiyle Thames Nehri’ne atlayıp karşıya yüzdüğü, sonra ustalıkla geri gelip yattığı ve bu sayede çalıştırdığı kaslarıyla şişliklerini patlatarak vebadan kurtulduğu uzunca anlatılıyordu. Camus bunu 259. sayfada Rieux ve Tarrou’nun dostluklarını pekiştiren bir olayın içinde eritir. “İkisi dünyadan uzak, şehirden ve vebadan kendilerini sıyırabilmiş tek başlarına yüzdüler.” ve “yeniden giyindiler, tek kelime söylemeden geri döndüler.” gibi cümlelerle tanıdıklık pekişir. [Ayrıca, iki kitapta da vebanın sıcak mevsim olan yazı sevdiği, fakat Eylül bitiminde sonlanan Londra Vebası’nın aksine, Fransa’da Kasımda da etkisini sürdürdüğünü görüyoruz. Ve fiyatlar İngiltere’de neredeyse hep aynı kalır, halk gıda stoğundan mahrum bırakılmazken, Camus’un eserinde fiyatlar fahiş biçimde artmaktadır. (S.236)] Bonus olarak, 266. sayfada muhtemelen pek çok kez kullanıldığı için klişe olan (fakat yine kullanımı uygun görülmüş) bir bölüm de Kızıl Kahkaha’dan tanıdık gelecek: Aklını yitirmekte olan hastanın elli sayfa kadar doldurduğu müsveddelerde sürekli aynı cümleyi “sınırsız bir şekilde yeni baştan kopya edilmiş, düzeltilmiş, zenginleştirilmiş veya zayıflatılmış” biçimde yazdığı anlatılır. Bu da bahsettiğim “diğer” kitapta yine daha etkili bir anlatı olarak öne çıkıyor. Peki hep altta kalan örnekleri öne sürdünüz, hiç mi etkili bölüm yoktu derseniz de, kurşuna dizme infazının anlatıldığı kısmı Victor Hugo’un giyotine dair yazdıklarının ardına ekleseniz herhalde sırıtmaz. Kitaptan kalan en özgün bölüm kanımca budur. Çok daha iyi bir kitap bekliyordum, kendi beklentilerimi -öncesinde okuduğum kitapların da etkisiyle- karşılamadığı için Camus’tan alacağım keyfi Yabancı ve Sürgün ve Krallık öyküleriyle, başka bir güne bırakıyorum. Çeviride çoklukla şikayetler duyduğum için ben Oktay Akbal tercümesini okumayı uygun buldum. Memnun da kaldım (elimde ciltli Nihal Önol çevirisi de mevcuttu, okumadan evvel onu da başlıca örneklerle karşılaştırdım). Cem Kitabevi’nden çıkmış metni daha sonra Sabah Gazetesi Nobel serisinde basmıştı, her iki edisyon sahaflardan bulunabilir.
Mihail Bulgakov - Genç Bir Doktorun Anıları
Anton Çehov gibi kendisi de bir doktor olan Bulgakov’un enfes anlatımıyla, vakaların içine sonsuz bir gerilimle süzülerek, tıbbın gerektirdiği ve getirdiği bilgiye ve soğukkanlılığa bir kere daha hayranlık duymamıza vesile olmuş, birbiriyle bütünlük sağlayan hikayelerle de nefis bir kitaba dönüşmüş eser. Ampütasyonla başlayıp, trakeotomi, ters doğum, difteri ve geçmişin belası frengi gibi hastalıkların semptomlarından cerrahi operasyonların ayrıntılarına ve bunlara eşlik eden çocuk ve genç, fakir köylülere kurulan empatiye, cehalete duyulan öfkeye inip çıkan duygudurumları ve ameliyat masasında kah kazanılıp kah kaybedilen savaşların verdiği yorgunluklar, biriken gerilimi boşaltırken, ötedeki doktorun bunları aşmak için kullandığı morfinin bağımlısı olması ve başka bir yerde, insanlar sebepsizce savaşırken, "kasıtlı cinayet"in nerede, nasıl zuhur ettiğini yine meraklı gözlerle takip ederek kitabı sonlandırıyoruz.
Raymond Carver’in iki kitabında yer verdiği (Katedral’de Küçük iyi Bir Şey ile son halini alan) hasta/doktor hikayesinden kelli bu kitabı ayıla bayıla okumuş olduğunu hayal edebiliyorum. Hastam geldiği için de yazıyı burada noktalıyorum.
Mihail Bulgakov - Köpek Kalbi
Kitabın özetini okuyan herhangi bir okur karşısında Frankensteinvari bir hiciv bulma umudu taşıyacaktır ancak söz konusu operasyonun dahi kitabın neredeyse ortasında gerçekleştiğini ve ne öncesinde ne sonrasında bu seride yer almayı hak edişini anlamlandırabileceğiniz bir kurgu bulunduğunu söylemem sanıyorum ki kendi hayal kırıklığımı yansıtacaktır. Ölümcül Yumurtalar ile birlikte bu iki kitabın Bulgakov külliyatını genişletmek adına diziye katıldığını düşünüyorum, aksi halde dilimize çevrilmemiş Pamela, Cold Comfort Farm, Melmoth the Wanderer vb. klasikler varken bu karar iki taraf için de zaman kaybından başka bir şey değil. Siyasi alt metin arıyorsanız yine daha başarılı metinler sizleri bekliyor, doğru adres burası değil. Umuyorum ki, Genç Bir Doktorun Anıları ile güzel başladığım Bulgakov’a, bu iki zayıf halkadan sonra, Usta ve Margarita ile yine güzel bir kapanış yapacağım.
Mihail Bulgakov - Ölümcül Yumurtalar
Bulgakov’un Köpek Kalbi ile birlikte bu seride yer almayı hak etmediğini düşündüğüm iki zayıf novellasından biri. Son 15-20 sayfadaki canlılıkta H.G. Wells karıncalarına dönüş yapmış kadar oldum, Genç Bir Doktorun Anıları’ndan sonra bu iki kitap basbayağı hayal kırıklığı idi; Usta ile Margarita sonrasında Leonid Andreyev’in altında kalıp kalmadığına kani olacağımı düşünüyorum.
Jerzy Kosinski - Bir Yerde
Filmle aradaki farkları merak ederek okumaya koyulmadan evvel sayfa sayısı şüphede bırakmıştı ancak neredeyse tüm önemli detayları kitapta görmek, uyarlamanın da aslına sadık oluşu bakımından memnuniyet uyandırdı. Filmde ekstradan leziz final ve müziklerin oluşu elbette onu kitabın önüne geçiriyor ancak sonrasında kitabı okumak da üstüne krema mahiyetinde ayrı bir keyif. Kara mizahla tanışmak isteyen herkesin yolunun kesişmesi farz. Film ise, yönetmenin bir diğer kara mizah başyapıtı Harold and Maude ile birlikte, sinema tarihinin en iyilerinden.
Heinrich Böll - Cüce ile Bebek
Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer öykü kitabından neredeyse elli sene sonra basılmış bu antolojide toplam 21 öykü yer alıyorken o kitaptaki 25 hikayenin de altısı bu toplama alınmaya uygun görülmüş. Ki en iyilerinden bazıları da bunlar. Kalan 15 öyküden -belki Gülücü haricinde- hiçbiri etkili gelmedi, gelemedi, zaten oldukça da kısalar ve diyaloglar, iç monologlar yok denecek kadar az. Diğer kitabın aksine, yıkım edebiyatını yansıtan bir karanlık da yok. Böll için daha iyi öyküler seçilebilirdi diye düşünüyorum. Veya öykülerden ziyade direkt romanlarına yoğunlaşmak gerek.
Emeric Pressburger - Cam İnciler
Jack Cardiff’in görüntü yönetmenliğinde film tarihine damga vuran İngilizler, Powell ve Pressburger “The Archers” adı altında The Red Shoes’tan Black Narcissus’a, 49th Parallel’den Matter of life and Death’e, geriye yarım düzineyi aşkın başyapıt bırakmışlarken, gölgede kalan üye Pressburger’in dilimize çevrilmiş espiyonaj romanını okumamak sinemaya duyulan aşka ihanet olurdu. Dahası, sonsözü de yazan yönetmen Kevin MacDonald’ın onun torunu olduğunu da bu vesileyle öğrenmiş oluyoruz. Kitaba gelirsek, özeti okuyup son tempo bir soğuk savaş aksiyonu beklerken, pek aklı evvel olmayan Helen ile yaşanan romansın ve yolculuğun ön planda olduğunu görüyoruz. Tempo sık sık aksıyor, kitap size 3 saatlik süre için yazılmış ve kurgu masasında şeklini almayı bekleyen senaryoymuş hissi veriyor -ki, sonu düşünüldüğünde aslında meta bir düşünce bu.
Son dönemde Helen Mirren ve Ian McKellen ile çekilen The Good Liar’ı anımsadım sık sık, gerilim çok daha başarılı şekilde kotarılabilirdi. Bu olmadan sondaki “twist” maalesef etkisini yaratamıyor, katharsis oluşturacak bir duygusal birikim yok çünkü. Her aksamada sıfırlanıp yeniden hikayenin içine giriyoruz. Fakat tam bir kopma yaşatmadığı ve -en azından- son lokmada pik yaparak, iyi başlayıp kötü biten bir eser olmaktansa, ortalama bir anlatımı bu şekilde noktalayarak, elinde mevcut olanlar için kütüphanedeki yerini korumayı sürdürüyor - almadıysanız da, azılı bir sinefil değilseniz- daha başarılı örnekleri varken iki kere düşünmekte yarar var.
Leo Perutz - Dokuzla Dokuz Arasında
İş Kültür Modern Klasikler Serisi içinde en özgün eserlerden biri, bir kara mizah başyapıtı. Scorsese’nin After Hours’unu andıran bir keşmekeş içinde geçen yarım günde, baş karakter Demba’yı Roth’un kısa öyküsü Aziz Ayyaş Efsanesi’nin ve Andreyev’in Yahuda İskariot’unun karakterlerinin iç monologlarını andırır bir kabalıkta ve saflıkta buluruz ve dahi bir ara hikayede Zweig’in "zanaatkar"ıyla da yolumuz kesişir, Tenten kötülerinden birini ödünç almışçasına, keyifle kovalamacaya karışırız. Başkası adına utanmak duygusundan da beslenen bu durum komedileri aslında edebi olmanın ötesinde sinemasal anlar yaratır: Smoke, Clerks, Night on Earth gibi filmlerden aşina olduğumuz çoklu hikaye çizgisi içinde birbiri ardına yeni mekanlar ve kişilerle yan öyküler yaratan kitapta absürdü, karakterin kitabın ortasında nedeni açıklanan kelepçelere mahkum olmasıyla beraber, bir pelerinin ardında saklanan ellerinden mahrum şekilde (ki bunu çoklukla zekasını test etmekle parlak çözümler üretmek için kullanır) iletişime ve eylemlere zorlanması oluşturur ve yazar bunu gayet doğal biçimde sunar - kendi zeka parıltıları yaldız olup sayfalara dökülür. Klasik bir aksiyon filminde önemsiz bir sahnede elden çıkıveren kelepçelerin (Hitchcock’un 39 Basamak’ı ayrı bir saygı duruşunu hak eder) koca bir kitaba bunca olayı sığdırması takdire şayan. Karakter tahlilleri, tehdit altında anında değişiveren iki yüzlü madalyonlar ve asıldıkları, tutundukları apoletler, etiketler elbette yergi konusu fakat kitabın özünü, dimağa kattığı lezzeti bu kara mizah oluşturuyor. Blues Brothers’tan Midnight Run’a, Voltaire’den Tormesli Lazarillo’ya, bu absürdün, taşkın hayal gücünün yarattıklarının bir takipçisi, hayranı olmuş iseniz, bu kitaba bayılmamanız Buster Keaton’un bile yüzüne hayret ifadesi konduracaktır. Leziz!
Leo Perutz - Şeytan Tozu
Perutz’un İş Kültür Modern Klasikler Serisi’nden çıkan üç kitabının kronolojik sırada ortada yer alan 1933 tarihli bu kitabında yine şahane bir kurgu ve soluksuz bir hikaye var: Tam da WW2 öncesi yazılmış metinde, günümüzde zombilere kaynaklık etmek üzere kullanılan mantarların insanları “dönemin” inancına kavuşturmak amaçlı kullanmış yazar ve verdiği örnekler arasında henüz edebiyatta yahut sinemada potansiyeli kullanılmamış Çocuk Haçlı Seferleri’ni de görmek gülümsetti. Önceki romandan kalan alışkanlıklarıyla, yine meşru yollardan elde edilemeyen kitaplara susuzluğundan sürekli dokuzu vuran saatlere, detaylarda imzasını solumak mümkün.
Jacob’s Ladder gibi başlayan hikaye Inceptionvari biçimde bitiyor: Hangi gerçekliği seçeceği okura kalıyor, zamanının ötesindeki, bu leziz romanda: Yine ilk romandaki gibi merkeze oturaklı bir romans yerleştirilmiş, yan hikaye yavaş fakat ustaca pişiyor, gizem, sonunda Frankenstein’in gözü dönmüş köylülerine varana değin, heyecanını üst düzeyde tutmayı başarıyor. Casablanca’yı anımsatan enfes hastane finalinde soğuğun damarlarınıza kadar işlediğini hissedebiliyorsunuz. Durun, yoksa bu dışarıdaki kış soğuğundan mı tesir ediyor?.. Hangisi hoşunuza giderse…
Dokuzla Dokuz Arasında, devam: 9/10.
Leo Perutz - Leonardo’nun Yahuda’sı
Leo Perutz’un 3 kitabını yan yana koyduğum vakit, içinde bayılacağım hikayeler anlattığını hissediyordum. Dünden beri kronolojik sırayla okudum ve nihayet bitirdim. Sinematik bir anlatım dili olduğundan, öncelikle, üçlemenin son filminde ödüllere boğulan LOTR’a yapıldığı gibi, bu kitaba ekstradan 1 puan (diğer ikisinin önünde, 10 ediyor) vereceğimi peşinen söyleyeyim. Benzerliklerle başlayayım: Bu kitap da diğer ikisi gibi kurgu harikası, ilmek ilmek işlenmiş hikaye örgüsünü finalde taçlandırarak son lokmayı bu son yemekte ağzımıza afiyetle veriyor. Aslında bu “ters köşe” az çok tahmin ediliyor ancak Leonardo ve eşrafının aralarındaki sohbete “tanık olmak” dahi kendi iç sesinizi bastırarak bu "twist"ten zevk almanızı sağlıyor. Dönem itibarıyla daha ilgi çekici bir kesit ve elbette önemli bir isim, tam da gerektiği gibi, baş karakter olarak değil, yan karakter olarak, sinema diliyle, az ekran süresiyle daha etkili biçimde resmediliyor (benim Atatürk filmi senaryom da bu şekildedir). Perutz, hayal gücünün kaynağında sadece bir yazar değil, benim gözümde iyi de bir yönetmen. Benzer yöntemlere başvuran Nolan’dan da Scorsese’den de iyi bir anlatıcı olarak. Filmlerini okumak büyük bir keyifti. Bu kitapları bize kazandırdığı için İş Bankası’na ve mütercim Zehra Yılmazer’e teşekkür ediyorum.
Nikolay Leskov · Büyülü Gezgin
Lady Macbeth’ten sonra çevrilmiş bu kitabı son derece keyifli ve pikaresk bir yol öyküsü. Kendine has üslubuyla kara mizahın ortasına yumruk gibi dramı yine indiriveriyor, trajedinin olmazsa olmazı ölümlerle. Tatarlara özgü geleneklerden at yetiştiriciliğine, kırbaç düellosundan çingenelere, Rusların olmazsa olmaz içki ve inanç kültürüne değin, Ivan’ın yolculuğuna eşlik ediyoruz. Macbeth’teki sevgili kadar kurnaz fakat bu sefer baş kişi olduğundan dolayı karakteri daha derin işlendiği için iç dünyasında vicdan ve yürek sahibi olduğunu biraz da yanındaki kişilerin kaypaklığından, acımasızlığından fark ediyoruz - özellikle Prens karakteri bana Lazarillo’daki eşdeğerini hatırlattı. Kitaba dair tek şikayetim, adını veren hikaye sonlandığında başlayıveren kısa hikayelerin zayıflığı. Hatta Büyülü Gezgin de son 2-3 bölümünde zayıflayarak “keşke Çingene kızla final yapsaydı” dedirtiyor. Yine de üslubunu her iki kitapta ortak donelerle oturtmuş bir yazarı -hele de keyif alıyorsak- bu zayıf argümanlarla eksiltmek lüzumsuz. 8/10 veriyor ve daha fazla kitabını raflarımızda görmeyi umuyorum.
Albert Camus - Yabancı
Yabancı şahane bir roman olmasına karşın şu günün insanına hiç de yabancı değil. Zira “cezanın özgürlüklerin yitirilişi” olduğunu hatırlarsak, bizimki gibi üçüncü dünya ülkelerinde milyonlarca insan bu sefaletin pençesinde zaten umutlarını, hayallerini geride bırakmış ve (kayıtsızlık içinde) rüzgârda sürüklenir durumda. Gelişmiş ülkelerde ise kara mizah öğesi olarak görüyoruz bunu: “Her şey hakkında hiçbir şey” sloganlı sit-com Seinfeld’den Peter Sellers’in yüzünü verdiği Bir Yerde’ye, Brezilya’dan çıkma O Cheiro do Ralo (2006)'dan taa sessiz dönem deadpanlarıyla Buster Keaton’a, bencillikleriyle Monty Python, Coupling vb. İngiliz güldürü ekiplerine… Kaldı ki Meursault mahkemesinin bir bölümünde duygu seline kapılıp, kendisine karşı duyulan nefrete karşı hayatında ilk kez hüngür hüngür ağlamak istediğini söyler. Bu karakterlerin hiçbirinde ise bu duygunun esamesi okunmaz. Daha güzel bir örneği Peter Cook’un Bedazzled’deki Şeytan tiplemesi için söyleyebiliriz (1967). İngilizler bu işin piri olmuşlardır. Karakterimiz aynı zamanda roman boyunca şehvet duyar, temel ihtiyaçlarından sadece bu öne çıkar gibi görünse de, hücrede geçirdiği günlerin 16-18 saatini uykuda geçirmekten de keyif duyar. Verdiği esinlerin önünde, kendisi de finalinde Hugo’nun Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nden etkilenmiş gibidir. Topluma, düzene, insanlığa yabancılaşmışsanız ve “dünya” denince sadece doğayı ve hayvanları görüyorsanız, romanı özyaşam öykünüz gibi okumamanız için hiçbir sebep yok. Sadece Lost’un Jack’i gibi, anne-babanızı madden/manen kaybetmiş ve bunun acısını içinizde yaşıyor iseniz, okumayı süresiz bekletebilirsiniz. Zaten size açacağı yeni bir ufuk da yok. Bunun için Pollyannalar sıraya girebilir.
Albert Camus - Sürgün ve Krallık
Tahsin Yücel’in dilinin ağır eleştirildiğini biliyordum da, bu kadar kötü vuracağını tahmin etmemiştim. Bunca Arabın ve neredeyse diyalogsuz öykünün onsuz daha çok tat verip vermeyeceğinden emin değilim ancak Türkçesinin, hele de Rekin Hoca başta olmak üzere, dilin üstatları yanında “lezzet katili” olduğunu -gönül rahatlığıyla değil- büyük bir iç sıkıntısıyla söyleyebilirim. artık 80.-90. sayfalarda cümlelerini not almaya başladım. Aşağıya onları bırakıyorum, yazıklar olsun diyorum, niyeyse hep de Fransızcası iyi kalemlerin Türkçesi ağdalanır böyle, sinema kitaplarında da Oğuz Adanır temsilcisidir. Görelim:
Tutuklunun ikinci devinisinde, hazır durumda doğruldu. Arap, nerdeyse bir uyurgezer devinisiyle, kollarının üstünde ağır ağır doğruluyordu. (S.76)
Jonas’ın sağ eli kımıltısızlaştırılıp da en sonunda can sıkıntısından aşka ilgi duyması için, Rateau’nun, arkasında dostu, fazla hızlı sürdüğü motosikletle kaza yapması gerekti. (S.84)
Böyle bir iççağrı Jonas’ın devinimsizliğe ve üstünlüğe olan eğilimiyle çok güzel uyuşmaktaydı. (S.84)
Baba, çocuğunun ciğersel yeteneklerine hayran durumda, hemen onu pışpışlamaya koşuyor, çok geçmeden de yerini karısı alıyordu. (S.89)
Ciğersel bir devinimle haykırmak istedim ancak Yücel tarafından kımıltısızlaştırılan iççağrım beni susmam için pışpışlıyordu…
Thomas Mann - Seçme Öyküler
Thomas Mann’in 6 kısa, 4 uzun öykü (novella) seçkisinden oluşan ve kuvvetle muhtemel mütercim Kâmuran Şipal’in Çağdaş Alman Öykü Antolojisi’nde yaptığı türden bir filtrelemeyle karşımıza çıkmış kitap, bu karışımın yarattığı farklılıklarla, homojen olmaktan uzak bir duygu ve tat bırakıyor geride. 100 sayfayı bulan 4 novella, sonuncusu Aldatılmış Kadın haricinde, giriş ve sonuç bölümleri dışında kurguda atılmamış sayfa yığınlarıyla karşılıyor bizleri. Gelişme bölümleri o kadar sündürüyor ki bu uzun öyküleri, güzelim girizgahlar neredeyse harcanmış görünüyor gözünüze. Özellikle Tonio Kröger: O ne güzel bir "en yakın dostun en yakın dostu olmak özlemi"dir, hemcinse duyulan manevi sevginin yüceltilmesi bugün rastlamamızın neredeyse imkansızlaştığı bir anlatı. Gerçi Mann’in hemen her öyküde erkek bedenine yönelik betimlemeleri onun Venedik’te Ölüm’de pik yapan eşcinsel eğilimini haykırıyor. Lakin, dediğim gibi, bu öykü bambaşka bir yöne sapıyor ve damakta hiç de beklediğiniz bir lezzet yoğunluğu bırakmıyor. Tristan, Büyülü Dağ’daki gibi, bir sanatoryumda geçiyor ve gücünü diyaloglardan (ve bir mektuptan) alan en başarılı iş olmuş görünüyor. Mario ve Sihirbaz, Hitchcock’un “şaşırtmaca ile gerilim” ikileminin ortasında, beklenen gerilimin hakkını duygusal monologlarla vermek yerine ani bir eylemle sonuçlandıran, orta karar bir uzun öykü. Son novella Aldatılmış Kadın ise, Camille, Madame Bovary tarzı trajedileri sevenler için, finale doğru temposu yükselen ve ilk kısımları atılsa da etkisinden bir şey kaybetmeyecek, kitabın son lokması olduğundan mütevellit, işini layığıyla yapan, en başarılı -uzun- öykü. Aldatan bu sefer sevilen değil, doğanın tam kendisi. Kısa ve uzun öykülerin ortak noktalarında grotesk, çarpık bedenler ve ruhlar yer almakta. Bu ruhlardan en çirkini hiç kuşkusuz evcil köpeğinin acı çekmesinden ve ona hastabakıcılık etmedikçe merhamet duygusu hissedemeyen Tobias Mindernickel. Küçük Friedmann’da ise, bu kişi âşık olunan meş’um kadın ile, antagonist oluyor. Gömütlük Yolu belki mizah duygusunu duyumsayabileceğiniz tek öykü. Sarhoş Piepsam’ın bisikletliyle giriştiği amansız mücadele, kitabın azar azar yüklediği dramı bir ölçüde dengeliyor. Gardırop ve Alman Öykü Antolojisi’nde de yer bulan Harika Çocuk ve Tren Kazası (Otobüs kazası hikayesi ile Cehennemin Kapıları’nı hatırlarız) ise, bana göre kitabın zayıf halkaları. Okuma sırasına bakarsak, ilk yarıda karşımıza çıkan öyküler çok daha başarılı iken, son yarı, Tonio Kröger’in başı ile Aldatılmış Kadın’ın sonu arasında, maalesef üstüne koymak yerine, birikmiş etkiyi sayfa sayfa harcıyor. 6 öyküden dördü, 4 novelladan da biri diğerlerinden öne çıkıyor ve küsuratlarıyla, öykülerin yaklaşık 100, novellaların ise 300 sayfa tuttuğunu dikkate alırsak, tablonun beklentiyi nasıl bir hayal kırıklığına teslim ettiğini görebilirsiniz. Yine de, önemli bir yazardan önemli bir kitabı -2 iş gününde- bitirmenin hazzını yaşamak güzel. Darısı romanlarına diyor, bizi bu öykülere kavuşturan çevirmen Kâmuran Bey’e, tekrardan, sonsuz saygılarımı sunuyorum.
Kurt Vonnegut - Mezbaha Beş
Güncel örneğiyle Loki dizisinin son sezonuna dahi -Lost son sezonlarıyla birlikte- zaman atlamalarıyla ilham kaynağı olmuş, savaş karşıtlığını kara mizah bir üslupla kaleme alışıyla, Madde 22 ile beraber (Televizyondaki kuzenleri M.A.S.H.) ayrıksı bir yerde duran kitap, kült yazar Vonnegut’un kalemiyle tanışmak isteyenler için -bana göre- ideal bir başlangıç noktası değil. Kendi nedenlerim, bilemiyorum ne kadar özeldir, savaş temasını zaten sinemada doz aşımıyla almış, bilim-kurgunun her türlüsünü ayıla bayıla izlemiş ve dahi kara mizahı da perdeden çıkıp kendi hayatına değin yedirmiş biri olarak, bu kitap hiçbir sayfasında beni şaşırtmak veya hayran bırakmak gibi bir duyguya teslim etmedi. Bir süreklilik de barındırmadığından, etkisi sıfır şekilde bitti. Vonnegut’un diliyle, “olmuyor işte”. Avrupalı birinin Haçlı Seferleri için söylemlerini çok cüretkâr bulduğumu, yorumdan bağımsız, söylemeliyim. Mütercim Hamdi Koç özellikle Austen çevirilerinde çok tartışmalı bir isimdi; burada tek falso olarak “zerafet” çevirisini mimledim, zarafet adına bunu belirtmek isterim.